June 22, 2023

Atatürk’ün Kur’an ve Dine Yaklaşımı

Din demek, bize, bütün insanlara ve Allah ve yine diğer insanlarla olan iletişimimize zarar vereceği için yarısı yasaklananlar ve diğer yarısı ise fayda sağlayacağı için yapmamız istenen yaşam kuralları bütünü demektir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefatından başlamak üzere olan asırlar içinde, bu kurallardan uzaklaşılmış ve din kuralları şekilselleştirilmiş, hurafe ve rivayetler ile boğulmuştur.

Aynı paralelde Hz. Muhammed’i örneklik de şekilselleştirilmiş ve insan olarak günlü yaşantısı, kıyafeti, ne yiyip ne içtiğine indirgenmiştir.

Aynı şekilcilik, Atatürk’ün yolunda olmaya da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır diye düşünüyorum.

Kur’an, din ve Atatürk konusunu önce soru, sonra uygun açıklamalar şeklinde açıklamaya çalışacağım.

1. SORU: Atatürk’ün din ve din demek olan temel kurallarını bildiren Kur’an’a bakışını insanlar sizce nasıl değerlendiriyorlar?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Kur’an, dolayısıyla Atatürk’ün dine yaklaşımı konusunda ülkemizde 3 ayrı görüş ve grup bulunmaktadır:

* Dinî değerleri yaşamdan ayrı ve uzak tutmak isteyenler, genelde Atatürk’e sığınmakta, onu kendi düşüncelerine kalkan yapıp, kendi fikir ve idealleri doğrultusunda istismar etmektedirler.

* Kendilerini İslâm dininin sözcüleri sanan bazı kimseler de, Türk Milleti için gerçek milli bir değer olan Atatürk’ü, dine karşı biriymiş gibi gösterme gafleti içine girmektedirler.

Buna göre her iki grup da Atatürk’ü dinden uzak gösterme yarışında olmaktadırlar.

* Üçüncü gruptakiler ise Atatürk’ün tüm yaşamına ve birçok konuşmasına ön yargısız yaklaşmakta ve gerçekçi gözle değerlendirmektedirler.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün din anlayışını, onun hakkında yapılan birtakım yorumlardan ve başkalarının ön yargılı sözlerinden değil; bu üçüncü grup gibi doğrudan doğruya bizzat Atatürk’ün kendi sözlerinden, demeç ve sohbetlerinden, en önemlisi de yaptıklarından incelemek ve değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır.

Böylece, bir taraftan Atatürk adına “din aleyhtarlığı” yapılırken; diğer taraftan da din adına “Atatürk aleyhtarlığı yapanların gerçek yüzleri aydınlanmış olacaktır diye düşünüyorum.

2. SORU: Atatürk’ün çocukluk ve gençlik yaşlarında, büyüdüğü çevrenin, sonraki Kur’an ve Din’e olan yaklaşımını etkilemiş olabilir mi?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, dinî ve millî duyguları coşturan bir sosyal çevrede dünyaya gelmiştir.

İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’e büyük önem vermiştir.

İlk Kur’an kültürünü ailesinden, soyu Şems-i Tebrizi’ye dayanan annesi Molla Zübeyde Hanım’dan almıştır.

Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa Kemal’e çok küçük yaşlarda Kur’an öğretmiş ve eve çağırdığı hafızlar sayesinde öğrettirmiştir. Yaşamış olduğu mahalle ve Selanik şehri ona çocukluğundan itibaren “Türklük” ve “Müslümanlık” kimliğini ilham etmiştir.

Mustafa’nın ilköğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrin şartları içinde ciddi dinî bilgiler veren öğretim kuruluşları idi.

Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi ile Manastır Askeri İdadisi de programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren kurumlardı (Şevket Süreyya AYDEMİR, Tek Adam, İstanbul, 1995, Remzi Kitabevi, c.III, s.46-50, Şerafettin DÖNMEZ, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, İstanbul, 1998, Ayışığı Kitapları Yayınları, s.153-154).

Mustafa Kemal, çocukluk ve gençlik yıllarında, birçok dinî ibadet ve ayine katılmıştı. İlk gençlik yıllarında Selanik’te bulunduğu dönemlerde Cuma ve Teravih namazlarını kendi mahallesinde bulunan Kasımiye Camiinde kılardı (Ahmet Faruk KILIÇ, Atatürk ve Din, İstanbul, 2009, Değerler Eğitim Merkezi Yayınları, s.75, Sinan MEYDAN, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, İstanbul, 2002, Toplumsal Dönüşüm Yayını, s.43).

Atatürk, meraklı ve sürekli öğrenme açlığında olması yanında, araştırıcı ve sorgulayıcı bir kişilik yapısındaydı.

Daha lise öğrenciliğinden itibaren askerî konular yanında, ülkeyi ilgilendiren sosyal konular ve özellikle Kur’an temelli İslâm ile ilgilenir, her fırsatta Müftüler başta olmak üzere, sık sık Din ve Kur’an tartışmaları yapardı.

Kur’an’ı daima merak etmiş ve fırsat buldukça öğrenerek inancını pekiştirme çabasında olmuştu.

Tüm yaşantısına baktığımızda, Atatürk’ün, çocukluğundan başlamak üzere, Allah inancının ve Kur’an bilgisinin güçlü olduğunu görüyoruz.

Anıtkabir Atatürk Müzesi’nde sergilenen Atatürk’ün kullandığı eşyalardan biri ve yanından hiç ayırmadığı bilinen 3,5 cm uzunluğunda 2.8 cm genişliğinde ve 1 cm kalınlığında çok ufak boyutta basılmış bir Kur’an-ı Kerim’dir.

Atatürk, haftanın belirli günlerinde dönemin önde gelen hafızlarına Kur’an okutturmuş, okunan ayetlerin anlamını da tartışmıştır.

İşte yıllar içinde bu bilgiler, Atatürk’ün Kur’an’ın özüne ve Kur’an’daki İslâm bilgisine hakim oluşunu sağlamıştır. Çok güzel Arapça bildiği için Kur’an-ı Kerim’in hem orijinal Arapça metnini, hem de Fransızca ve Türkçe çeviri metinlerini defalarca incelemiştir.

Onun okuduğu kitaplardan biri de Cemil Sait’in ‘Kur’an-ı Kerim Tercümesi” olmuştur. Her anlayarak Kur’an okuyuşundan ve sohbetlerden sonra da:

Hey büyük Allah’ım, Kur’an’a inanmayan kâfirdir. Bize nasıl yol gösteriyor. Bunları tüm dünyaya okutmalıyız” diye söylenmiştir.

3. SORU: Çocukluk ve gençlik dönemlerinin bu etkileri, Atatürk’te nasıl bir dinî inanç oluşturmuştur?

Atatürk, işte bu ilk çocukluk ve gençlik aşamaları temelinde başlayan kendi inançlılığını şu sözleri ile vurgulamıştır:

“Bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur. Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatıyla biz, içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki hakikaten kuvvetli olabilsin.”

“Yalnız şurası vardir ki din, Allah ile kul arasında kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların din komisyonculuğuna izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğiniz bu ettiğiniz kimselerdir. (Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul, 1997, 2.Basım, Kaynak Yayını, s.216-217, Genel Kurmay, Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce Sistemi, c.III, s.452-453, 458-459).

Atatürk, sık sık, insanın dindar olması gerektiğine vurgu yapmış ve bir konuşmasında şunları söylemiştir;

“Din, insanların gıdasıdır. Dinsiz adam, boş bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu, elbette en mükemmelidir. İslâm dini, hepsinden üstündürBanoğlu, Nükte ve fıkralarıyla Atatürk, s. 707″.

4. SORU: Atatürk, Kur’an’ı bütünü ile çok iyi bilen ve anlayıp yorumlayabilecek bir aşamada mıydı?

Atatürk’ün, Kur’an’ın bütününü kavramışlığına dayanan şu vurgusu da bence çok önemli olmuştur:

“İslâm dini, Arabistan ve Orta-doğu sınırları içine hapsedilen bir Arap dini değildir. Kur’an, Evrenlerin ve insanların Rab’binden tüm insanlığa sunulmuş bir mesajdır.

Tanrı’nın bilgisini kapsayan bu mesajı, insanlığa duyuran Hz. Muhammed’dir. Bu duyuru, belirli bir ırk ve coğrafyayla sınırlı değildir. Bu duyuruyu kapsayan Kur’an, Dünya’nın sonuna kadar sürebilecek bir zaman dilimine, çok farklı iklimlere, apayrı alışkanlık ve kültürlerin olduğu geniş bir coğrafyada yaşayan insanların tümüne hitap edebilecek esneklikte bir kitaptır (Mustafa Sağ. Dini Atatürk gibi anlamak-2006).

Özellikle son cümlesi ile Atatürk, Kur’an’ın donuk ve sadece Hz. Muhammed zamanındaki topluma değil, zaman üstü ve Al-i İmran-7’nci ayette belirtildiği gibi, her biri birer ibad etme /yani Allah’a kulluğu ifade etme hedefi olan Muhkem /değişmez /kesin ana kurallara ulaştırıcı araçlar /yöntemler olan ve her topluma hitap eden müteşabih /değişken /benzeşik mesajları ile canlı bir kitap olduğunu açıklıyordu.

Al-i İmran-7. Ey Peygamber! Allah’ın indirmiş olduğu bu kitabın bazı ayetleri muhkem /değişmez ana kural özellikli, herkes tarafından açık seçik kolaylıkla anlaşılan ve kitabın anaları /temeli /ana iskeleti ve hedef hükümlerdir. Geri kalanlar ise müteşabih /çok anlamlı /değişken mesajlardır. Kalpleri ve düşünceleri kötü niyetli olanlar, insanların arasına fitne sokmak ve kafaları karıştırmak için, çok anlamlı olan müteşabih /araç mesajlara bile bile daha fazla önem verirler. Hâlbuki onların sembolik ve bilimsel özellikte olanlarının gerçek anlamlarını ise bir Allah, bir de “Ey Rabbimiz! Bildirdiğin ayetlerin hepsine inandık, hepsi Rabbimizdendir.” diyen, bilim adamları bilir. Ayetlerin bu ayırımını aklını kullanan, bu bilim ve düşünce sahiplerinden /ülül elbab’dan başkası anlayıp, düşünüp yapamaz.”.

Bu ayet ve Zumer-23 ncü ayetlerde Kur’an’ın iki türlü mesajlı olduğu belirtilmiş olup, bunlardan muhkem olanlar, Din denilen Kur’an’daki değişmez, farz olan, zamanüstü ve her topluma uygun Dinin anayasa maddeleridir. Diğer mesajlar ise müteşabih denilen mesajlardır ve bunların İlahi sisteme ilişkin bilgiler, tanımlamalar, Evren’e ilişkin bilgiler ve zaman ve toplumlara göre değişken özellikli araç /yöntem mesajlar olduklarını düşünüyorum.. İşte Atatürk, Kur’an’ın 2 türlü mesajlı olduğu bu bilgisi ile şu açıklamaları yapmıştır:

“Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, dinin asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

“Hukukî hükümler zaman ve mekân içinde içtimaî heyetlerin uğradıkları değişiklere göre değişe geldiğinden, on dört asır evvelki zaman ve mekânın ihtiyacına göre lüzumlu ve kafi görülmüş olan esaslar yerine, bugün birçok mütenevvi kanunlar ve usuller konulmak zarureti görülmüştür. Bunlar dahi ebedî olmayıp zamanla değişmeye mahkûmdurlar.”

Atatürk, gerçek ve içten olan inancı paralelinde TBMM’nin açılışını, 23 Nisan 1920 Cuma gününe ve Hacı Bayram’ı Veli Camiinde kıldığı namaz ve bizzat hutbeyi okumayı takiben, kurban ve dua eşliğinde gerçekleştirmiştir.

Atatürk, Allah’a şükretmeyi bir alışkanlık haline getirdiği gibi, bunu çevresindeki insanlara da tavsiye etmiştir.

Örneğin büyük musiki yeteneğine sahip olan Safiye Ayla’ya, sahip olduğu bu yetenekten dolayı Allah’a şükretmesini önermiştir.

Atatürk, gerekli çalışma ve çaba temelli Allah’a tevekkül edilmesi görüşündeydi ve Kurtuluş savaşı sırasında, 25 Ağustos 1922 günü, Kocatepe’ye çıktığı zaman, orada şöyle dua etmiştir:

Allah’ım, Senin bana verdiğin fikir ve zekâyla ben bütün planlarımı gerçekleştirdim. Bundan sonrası artık Senin mukadderatın”.

5. SORU: Atatürk, ilk görev yerleri ve katıldığı savaşlar sırasında özellikle Arap toplumunu birçok yönleri ile çok iyi tanımıştır diye düşünüyorum. Gördüğü Arap toplumunun geri kalmışlığı ile kendi dilleri olan Kur’an’ı nasıl bağdaştırmış acaba?

Atatürk, Müslüman toplumların geri kalmışlığını, dini bilim ve akıl ile bağdaştırmamaları ve çalışmamalarına bağlamış ve bu görüşünü şöyle açıklamıştır:

Düşmanlarımız bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar ve duraklamamızı, düşüşümüzü buna bağlıyorlar. Bu yanlıştır. İslâm Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi din diye bin türlü kayıtlarla kayıtlı zannettiğimiz şeyler, dinimizde yoktur. Bizim dinimiz, akla en uygun ve en tabii bir dindir. Ehli İslam’ın yakalanmış olduğu zulüm ve sefaletin elbette birçok nedenleri vardır. İslam dünyası, dinin hakikatleri çerçevesinde Allah’ın buyruğunu yerine getirmiş olsalardı, bu sonuçlarla karşılaşmazlardı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmak zorundayız. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü uygarlık buluşlarından en üst derecede yararlanmak zorunludur. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu konudaki hatalarımız çok büyüktür. Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı önermez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor” (Atatürk’ün söylev ve demeçleri- II-95, s.69.”)..

Bu paralelde şu sözler de Atatürk’e aittir:

Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilince (şuura) aykırı, ilerlemeye engel hiçbir şey içermiyor.”

Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin yararına, İslam’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uygun olduğu bir din olmasaydı, son din olmazdı.”

Bir dinîn tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinî miz bunlara tamamen uygundur. Dünya’daki işlerine zarar getirmemek şartıyla salat aktivitelerini yerine getir /yani sosyal dayanışma toplantıları yap, Kur’an’ı anla ve namazını kıl, heykel yap, resim de.”.

Yine Atatürk, bu sözlerinin son cümlesinde değindiği, Allah’ın biz insanlara verdiği akla güvenmiş ve İzmir İktisat Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmada, bu konuda, şunları söylemiştir:

Biliriz ki Allah, dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, nimet sahibi olsun diye yaratmıştır ve azami derecede yararlanabilmek için de, bütün kâinattan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.”(Şenermen S. Kalp /AKIL, İstanbul, 2014, Togan Yayınları)

6. SORU: Atatürk, islâm dininin geleceğini ne şekilde değerlendirmişti?

Atatürk, biraz önce değinmiş olduğum gibi, Kur’an’a olan hakimiyeti sayesinde Bakara-143 ve Hac-78’nci ayetlerle, Allah’ın tek dini olan İslam’ın Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e iman eden ümmetin örnekliğine bırakıldığını anlamıştı.

Bakara-143. Ey içtenlikle iman etmiş olanlar! Sizleri açık fikirli, dürüst ve doğru yol olan orta yolu izleyen örnek bir toplum, elçiyi de aranızda bunları canlı bir uygulayıcı olarak, insanlar için örnek bir insan kıldık.

Hac-78. Ey iman edenler! Ayrıca tek Allah’a iman etme ve muhkem /değişmez ana kurallar olan buyruklarına uyma uğrunda, diğer insanlara da uyarıda bulunmak üzere, gereken çaba ve mücadele etmeyi /cihad göstermeyi de mutlaka ihmal etmeyin. Çünkü Allah, sizi bunu yapmanız için seçmiş bulunmaktadır. Sizin bu sorumluluğun altından kalkacağınıza güveniyor ve dini olan İslam’a sahiplenmenizi bekliyor. Zaten size dinî kurallarla ilgili hiçbir zorluk oluşturulmamıştır. Babanız İbrahim’in ümmeti /soyu da sizin gibi seçilmiş bir milletti. Allah gerek size ve gerekse önceki tek ilah olarak Allah’a ve bildirdiklerine inanmış ümmetlere, Müslüman ismini vermiştir.

Yine Atatürk, Fatır-32’nci ayette, Kur’an’ın Allah tarafından İslam’ın örnekliği sorumluluğu verilen Hz. Muhammed’e iman edenlere miras bırakıldığını kavramıştır.

Fatır-32. Ya Muhammed! Senden sonra da Kur’an’ı, İslâm’ın temsilcileri olarak siz seçilmiş olan ümmetindeki insanlara miras bırakmışızdır. Fakat Kur’an’daki buyruklarımızı bilmelerine rağmen, kimi yanlış yola sapıp kendi nefslerine zulmedecekler, kimi orta yolu tutacak, kimi de Allah’ın izniyle en iyisini yapmada örnek olacaklardır. İşte Allah’ın en büyük lütfü bunlara olacaktır.

İşte bu ayet paralelinde “Hilafetin kaldırılması” sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde şu konuşmayı yapmıştır:

“Arkadaşlar! Tanrı birdir büyüktür. Tanrısal inançların belirtilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde ele alınabilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın ergenlik ve olgunluk devridir.

İnsanlık, birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmesini gerektirmiştir.

Allah, kulları gereken olgunluk noktasına erişinceye kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla ilgilenmeyi Tanrı olmanın gereği saymıştır.

Bu nedenle de Hz. Âdem’den itibaren bilinen veya bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir.

Fakat Peygamberimiz aracılığı ile en son dinî hakikatleri ve uygarlığı verdikten sonra, artık insanlıkla birtakım aracılar koyarak ilişki kurmayı gerekli görmemiştir. Ve bu nedenledir ki cenab-ı peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve Kur’an en eksiksiz kitaptır.

Böylece her insan, artık ilahî vahiy olan Kur’anla doğrudan ilişki kurma yeteneği ve görevinde olmakla mükelleftir.”.

Çünkü Kur’an’ı tebliğ görevinde olan Peygamberin vefatı ile, elçi kişi tarafından tebliğ yöntemi sona ermiş, canlı kitap olarak Kur’an ve Hz. Muhammed’e atfedilen ayetlere uygun pratik örnekli sözleri kalmıştır.

Bu nedenle de Hz. Muhammed’in vefatından itibaren, her iman edenin, Kur’an’ı anlaya anlaya, düşüne düşüne okuyup, din demek olan muhkem /değişmez ana kuralları öğrenme ve onlara uygun yaşamını düzenlemesi dönemi başlamıştır.

Diğer bir ifade ile her kişi din denilen kuralları, başkalarının sözlerinden değil, bizzat kendi çabası ile ana diline çevrilmiş Kur’an’dan öğrenecek ve kendi doğrularına ulaşacaktır. Kendi kendinin peygamberi olmayı başaracaktır.

Konuya kaldığım yerden inşallah devam etmek üzere.



Konuya kaldığım yerden devam ediyorum

7. Peki, ana dilleri Arapça olmayan Osmanlı idaresi ve diğer toplumlardaki dinin durumuna Atatürk’ün bakışı aynı mıydı?

Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren önemli unsurlardan birinin de İmparatorluğun son zamanlarında Arap toplumu gibi, İslamiyet’ten uzak düşmüş olduğunu düşünüyordu.

Bu nedenle de İslâm dışı hurafeler ve batıl inançlar şeklinde biçimlenmiş bir din inancının, milletimizi ileri götürmesinin mümkün olamayacağına inanıyordu.

Atatürk, Anadolu insanının gerek genel eğitim ve gerekse Kur’an bilgisi yönünden, cahil bırakılmış olmasına rağmen, tertemiz, art niyetsiz saf birer dindar ve içten Allah’a iman eden bir toplum olduğunu, özellikle Çanakkale savaşı sırasında anlamıştı.

Kurtuluş savaşına da bu içten imanlılığın gerçek güç olduğuna ve silah ile sayı gücünü yeneceğine inanmış olarak başlamayı göze almıştır.

8. Kur’an’a iman eden bütün toplumların geri kalmışlığına karşı Atatürk ne düşünüyordu? Ve çözüm önerileri, girişimleri oldu mu?

Bu yönde Atatürk’e göre, Kur’an’a ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e iman eden toplumların geri kalmışlığının bu seyrini durdurmanın tek yolu, İslam dininin Kur’an’daki gerçeklerinin doğru ve açık bir şekilde anlatılmasından geçmektedir.

Atatürk, Müslümanlığın gerçeklerine ve gerçek din bilginlerine değil, yobazlığa, hurafelere, taassuba, dinin siyasete alet edilmesine ve çeşitli maksatlarla istismar edilmesine ve bu gibi Müslümanlığa zararlı faaliyetler içinde bulunan sahte din adamlarına karşı olmuştur.

Kur’an’daki gerçek İslam’a vakıf olan Atatürk, halkın dindeki doğruları Kur’an’dan öğrenmesi için Kur’an’ın Türkçe tercümesini yapma görevini TBMM’nin 1925 bütçe görüşmeleri sırasında Mehmet Akif Ersoy’a, Tefsir’i Elmalılı Hamdi’ye, Hadislerin tercümesini de Kâmil Miras’a verdirmiştir.

Çünkü M. Akif, Kur’an’daki gerçek İslâm görüşündeydi ve şiirinde şunu söylüyordu

“Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurdun /Yıktın da din-i mübin-i yeni bir din kurdun”.

Tercümeye başlayan M. Akif Ersoy, Kahire’ye Elçiliğe atanınca, Mısır Kralı olan Fuad’ın düşüncesini yürütmek konumundaki El Ezher Üniversitesi’nin Rektörü ile buluşup bu görevi anlattığında;

“Zinhar, Kur’an sadece Arapça olmalıdır” direnci ile karşılaşınca tercüme işlminden vazgeçmiş ve bu nedenle de Atatürk ile arası açılmıştır.

Ne gariptir ki, 2 yıl sonra aynı Rektör, Kral Fuad’ın yerine geçen oğlu Kral Faruk’un farklı görüşü paralelinde fikir değiştirmiş ve Kur’an’ın başka toplumların anlaması amacıyla, o toplumun ana diline çevrilmesi konusunda fetva vermiştir.

Ersoy’un vazgeçmesi üzerine, Kur’an’ın tercüme edilmesinde de Elmalı’lı Hamdi Yazır görevlendirilmiş ve Atatürk’ün bizzat kendi maaşından 10 Bin lira vermesi ile 1935 yılında tamamlanan Türkçe Kur’an ve Tefsirler, bütün Müftülüklere dağıtılmıştır.

Elmalı’lı, 10 ncu yüzyılda Samani Hanedanlığı din adamı Emir Mansur tarafından Farsça’ya çevrilmiş olan Kur’an ve Taberi Tefsiri’nin Farça’larından ve Arapça tercümeden yararlanarak Türkçe Kur’an ve Tefsiri gerçekleştirmiştir (Pırlanta İsmail. Kur’an-ı Kerim’in Eski Türkçe ve Osmanlıca Tercüme Sürecine Bir Bakış. Diyanet İlmi Dergi. 2014, 50/2, 69-78).

Kâmil Miras’ın hadisleri tercümesi ise 1928 yılında tamamlanmıştır.

Atatürk, Kur’ân’ın özgün Arapça okunmasını da takdir ederek, güzel sesle okunmasını özendirmiş ve Kur’an’ın ve Ezan’ın önce Arapça okunmasını, akabinde okunanın mutlaka Türkçe anlamının da okunmasını istemiştir.

Fakat içleri fesat olanlar, Atatürk sanki sadece Türkçe okunmasını istemiş şeklinde propaganda yapmışlardır.

Bu arada Atatürk, yine 1934 yılında bütün dindarları kucaklamak ve Kur’an’daki gerçek İslâm’ın muhkem /değişmez ana kurallarının öğrenilmesi amacıyla “Dinin özüne dönüş projesi”ni başlatmış ve bu çerçevede aydınların İslam dinine sahiplenmelerini istemiştir.

Fakat vefatından sonra maalesef aydınlar, Kur’an ve din ile ilgilenmemeyi, ibadet yerlerinden uzaklaşmayı çağdaşlık olarak görme yanılgısına düşmüşler ve projeyi devam ettirmemişlerdir.

Böylece de aydınlar tarafından sahiplenilmeyip başıboş bırakılan Kur’an ve din, Atatürk’ün vefatından sonra Kur’an’ın dininden, geleneklerin ve kişilerin kendi görüşlerine göre yorumladığı “İnsanların Dinine” dönüşmüştür.

Bu nedenle, İslâm dininin ülkemizdeki şu andaki halinde, aydınlarımızın büyük bir vebali vardır.

9. Atatürk’ün dinin ve Kur’an’ın siyasete alet edilmesi konusunda yaklaşımı oldu mu?

Atatürk, toplumun ilerlemesi için, dinin siyasete alet edilmemesi gerektiğini şu sözleri ile açıklamıştır;

“İslâm dinini, asırlardan beri sürdürülen alışılagelmiş bir siyaset vasıtası olmaktan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Mukaddes ve ilâhî inançlarımızı ve vicdanî değerlerimizi, karanlık ve kararsız her türlü menfaat ve ihtiraslara görüntü sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün bölümlerinden, bir an evvel ve kesin bir biçimde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevi saadetinin emrettiği bir mecburiyettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüceliği belli olur”.

Yine bu amaçla Kur’an’ın insanlara aktarılmasının menfaat sağlanan bir meslek edinilmesinin, daha 4. iniş sırasındaki Müddessir suresinde, Peygamber olduğu gibi, herkese de yasaklandığını biliyordu.

Müddessir-6. Bu arada Kur’an’ı tebliğ etmek ve Din denilen muhkem /değişmez ana kuralları ve toplumuna özgü olan müteşabih /değişken yöntemleri anlatmak üzere yapacağın hizmetleri sakın kendine kazanç aracı kılma /meslek olarak yapma /bir menfaat bekleme, 7. Ve yalnız Rabbin adına /O’nun rızasını gözeterek çaba göster, bu arada sabırlı /tahammüllü de ol.

Ayrıca Hadid-27 ve Tövbe-34’ncü ayetlerde dee ruhban denilen din adamı aracılığını da bilen Atatürk, Allah ile insan arasına ve menfaat sağlamak üzere kişilerin girmesi geleneğini kaldırmak üzere Cemaat, Tarikat, Tekke ve Zaviyelerin kaldırılmasını da uygun bulmuştur.

Hadid-27. Sonra onların ardından ve bildirdiklerini yine aynen tekrar tebliğ etmek üzere sıra ile başka elçiler de gönderdik. Örneğin Meryem oğlu İsa’yı da elçi olarak gönderdik ve İsa’ya İncil’i verdik. İsa’yı izleyenlerin gönüllerine şefkat ve merhamet koyduk. Fakat kendileri bir ruhbanlık /din adamlığı sınıfı ortaya çıkardı­lar. Hâlbuki Biz böyle bir ruhbanlık /din adamı grubu oluşturmalarını bildirmemiştik. Onlar bu ruhbanlığı, sözde Allah’ın rızasını kazanmak düşüncesiyle ortaya çıkardılar. Ama ona da hakkıyla uymadılar. Bunların yüzünden de kitap sahiplerinden çoğu yanlış yola yöneldiler ve ancak çok az sayıdaki gerçekten iman etmiş olanlara, karşılık olan ödüllerini verdik.

Tövbe-34. Ey iman edenler! Hahamlar ve ruhbanlar olan din adamlarının çoğu, insanların parasını hak etmeden /batıl /aldatıcı usullerle yerler ve onları yönlendirmeleriyle Allah’ın yolundan /rızasından da uzaklaştırırlar. İnsanlardan haksız yere topladıkları altın ve gümüşü bu şekilde yığan ve Allah rızası için infak etmeyenlere /harcamayanlara da şiddetli bir azap olacağını bildir.

Bu ayetlerle, Din araştırmacısı olan akademisyen bilim adamına değil de, sadece bir vahiy kitabı bilgisini meslek edinip, sadece bundan gelirini sağlayan din adamı sınıfının, önceliği Allah’ın rızasına değil de kendi menfaatlerine vermeye ve istismara çok meyilli olduğu ve ilahi bilgileri menfaatlerine kullanmak üzere gizleyebilecek veya değiştirebileceklerine dikkat çekilmiş olmaktadır.

Atatürk de, bu konuda şu vurguyu yapmıştır:

“Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmek zorundayız”.

Atatürk, vefat ettiği son Ramazan da dahil, her Ramazan ayında Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu camilerinde Kurtuluş Savaşı şehitleri için Hatim indirtirdi.

Yaşamının son Ramazan ayında ve vefatından önceki 25 Ekim 1938 günü yapmış olduğu şu son açıklama, Atatürk’ün dindarlığının açık bir göstergesi olmuştur

Kur’an’da bildirilen ve din denen ana kurallara göre örnek bir hayat yaşayan Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed’i, bütün Müslümanlar örnek almalı ve İslâm’ın hükümlerine uymalıdırlar. İnsanlık ancak bu şekilde kurtulup kalkınabilir”.

Dikkat edilirse Atatürk, Hz. Muhammed ile ilgili örnek alınacak özelliğin, Kur’an tebliğleri ve bunları pekiştirmek üzere söyledikleri olduğunu, insan olarak yaşama şekli, yeme, oturma ve giyinişi olmadığını vurgulamıştır.

Atatürk’ün 2 defa ağladığı görülmüştür. Birincisi 31 Ağustos 1922 sabahı, Kızıltaş deresindeki savaş alanını dolaşırken binlerce şehidi görünce olmuş ve bu sırada Fatiha’yı okuduktan sonra şu sözleri mırıldanmış ve bu sırada gözlerinden yaşlar akıyordu;

Yarab bana suç yazma! Yunanlılar yurduma girdi. Ulusumun namusuna saldırdı. Türklüğü ve Sana inanan, dua eden Müslümanları yok etmek istediler. Yurdumu kurtarmak için bu savaşı yaptırdım. Beni istilacı kumandanlarla bir tutma! Türk ulusunun kurtuluş savaşından, dökülen kanlardan dolayı affet!”.

İkinci ağlayışı ise, Çankaya’dan Meclise giderken, bozkırda tek ağaç olan söğüt ağacının, geçecek bir yol nedeniyle kesildiğini görünce olmuştur. Çünkü Atatürk yok etmeyi, bozmayı değil; yapmayı ve yaşatmayı seven bir insandı.

Atatürk, bu merhametliliğini ve hassasiyetini bütün insanları bir görmesi ile de perçinlemiş bir kişiydi. Bunu da şu sözünden anlıyoruz:

“En uzakta sandığınız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti de bunun bir organı saymak gerekir.”.

Kur’an da bu birlikteliğe, Maide-32’nci ayet ile vurgu yapılmış olduğunu Atatürk biliyordu.

Maide-32:İşte bunun gibi, İsrailoğulları’na da Tevrat’ta şöyle dedik: Kim suçsuz bir kişiyi kasten öldürmemiş veya yeryüzünde bozgunculuk yap­mamış /terör estirmemiş bir kişiyi öldürürse, tüm insanları öldürmüş gibidir. Buna karşılık her kim de bir canı kurtarırsa /yaşamasına neden olursa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. İşte elçilerimiz İsrailoğullarına apaçık bu kanıtlarla gelmiş olmalarına rağ­men onların çoğu, yine de yeryüzünde azgınlıklarına devam edip duruyorlar.

10. Atatürk’ün alkol kullanması şekli de Kur’an temelli mi sizce?

Kesinlikle Kur’an temellidir ve uyduğu ayet Bakara-219 olmuştur.

Bakara-219. Ey Peygamber! Yine insanlar, Sana aklı-bilinci-muhakemeyi bulandırıcılardan (alkol gibi bilinci bulandırıcı maddeden- Uyuşturucu hariç) ve kumardan da sorarlar. De ki; “O ikisi insanlar için büyük ism’lerdendirler /başka bir günah işleme riskleri olan haramlardandırlar, fakat azında da faydaları bulunmaktadır! Ancak ism özellikleri /olumsuzlukları, faydalarından daha fazladır”……….

Bu ayete göre sarhoş olacak kadar içmek ve alkolik oluş yasaktır ve Atatürk tüm yaşamı boyunca ayarınca içmiş, sarhoş olduğu görülmemiş ve bu yasağa uymuştur, çiğnememiştir.

11. Atatürk’ün ilahi sistem gözündeki konumu sizce ne olabilir dersiniz?

Bu soruya, Vakıa suresinde bulunan 3 ayet ile cevap vermek uygun olacaktır. Vakıa-27 nci ayete göre, Dünya sınavından başarı ile mezun olanların Mahşer’de, Dünya’da işlemiş oldukları amellerinin kaydı olan defterlerinin sağ taraflarından verileceği ve toplantı yerinde sağ tarafta olacaklarına değinilmektedir.

Vakıa-27.Mahşer gününde, işledikleri iyilikleri içeren amel defterleri neşe içinde ve kutlanarak sağ taraflarından verilecek olanlara ne mutlu ki bu grup, Mahşerdeki sağ taraf ehlinden olacaklardır.

Yine aynı surenin 90-91’nci ayetlerinde, bu başarılı Ruh’ların, Dünya malı olup, Dünya’da kalacak olan vücutlarını terk etmeleri dediğimiz ölüm anında, ölüm işlemi ile görevli Melek’ler tarafından “Sana selâm olsun” ifadesi ile karşılanacakları belirtilmiştir.

Vakıa-90. Eğer o can çekişen, yine neşe içinde ve kutlanarak karşılanan ve mahşerin sağ tarafına alınacaklardan ise, 91. Sağ taraf ehlinden olması nedeniyle ona da, “selâmün leke /sana selam olsun” denecektir.

Hulusi Turgut’un “Kılıç Ali’nin Anıları” kitabının 659 ncu sayfasında şu açıklama yer almakta ve Atatürk’ün sağ ehlinden olduğu anlaşılmaktadır:

“Atatürk’ün doktoru olan Prof. Dr. Neşet Ömer, Atatürk ağırlaşınca telaşa kapılır ve hemen koşup “Dilinizi çıkarın efendim” diye seslenince, Atatürk gülerek “Ve Aleykümselam” diye seslenir ve sakince gözlerini kapatıp ruhunu teslim eder.”

Atatürk’ün, hiçbir maddi beklentisi olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurma aşamalarında olan çabalarının temel hedefi, Allah’ın rızası ve insanlara olan sevgisidir. Atatürk’ün Ramazan ayında vefat etmesi de, Allah’ın rızası yönünden anlamlı olsa gerek.

12. Atatürk, gerçekleştirdiği devrimsel yenilikleri belirlerken sizce Kur’an’dan faydalanmış mıdır?

Her bir peygamber, din denilen muhkem /değişken ana kuralları eksiksiz ve canlı uygulayıcı olarak uygulayan, aynı zamanda öğreten birer başöğretmendir.

Yine her peygamber, zamanının bir devrimcisi, tebliğ ettiği yeni din kuralları da birer devrim oluşturmuşlardır.

Çünkü her yeni gelen peygamber, hem din kuralı diye eklenmiş geleneksel uygulamaları iptal etmiş, hem de önceki peygamber tarafından gönderilen ve zaman ve zemine göre artık geçerliliklerini yitirmiş kurallar varsa onları iptal etmiş, yani nesh etmiştir.

Böylece her yeni peygamber muhafazakâr değil, yenilikçi, doğrulayıcı ve düzeltici, yani bir devrimci olmuştur.

Hz. Muhammed’in bir Peygamber ve Başöğretmen olarak gerçekleştirmiş olduğu yenilikler /devrimler konusunda bilgisi olan Atatürk de, bu temelde yenilikleri /devrimleri gerçekleştirmiştir.

SONUÇ OLARAK:

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, saf, temiz ve sade bir din anlayışına sahiptir. İslâm dinine sonradan girmiş olan her türlü safsata, İsrailiyyat ve hurafelere, boş inançlara karşı durmuş ve rasyonel, yani akılcı bir din anlayışını benimsemiştir.

Atatürk, olağanüstü bilgi donanımı, bilimsel bakış açısı ve geniş olan ufku sayesinde, İslâm’ın büyüklüğünü doğru ve mükemmel bir şekilde anlayan, görüşlerini ona göre ayarlayan, yani İslam’ı gerçeğine yakışır bir kıvamda kavrayabilen zihniyetin sembolüdür.

Atatürk’ün başlatmış olduğu “Kur’an’ın ve Dinin özüne dönüş projesine sahip olmak üzere,

  • Aydınlar olarak, Kur’an’a sarılmalı ve anlayarak hem kendimiz okumalı, hem de başkalarına zorlamadan, kızmadan, sakin bir üslupla ve Kur’an ayetleri örneklemeleri ile ve inançlarını seçme özgürlüğü tanıyarak anlatmalıyız
  • Herkesin Kur’an’ı sadece ana dili ile okumasını sağlayıp, kendi çabası ile Din denilen kuralları doğrudan Kur’an’dan öğrenmesini ve kendi doğrularına ulaşmasını sağlamalıyız
  • Makamlı Kur’an’ı sadece duygusal etkilenim amacıyla arada dinlemeli, fakat Arapça öğrenme ile vakit öldürmeyip, insanların bu vakitlerini ana dilleri ile ve anlayarak okumaya ayırmalarını önermeliyiz
  • Camilerde Kur’an’ı öğrenme ve soru-cevaplı sohbet toplantıları düzenlemeliyiz,
  • Her konuda çok çalışmalıyız. Ancak Atatürk, çalışmayı şöyle tarif etmiştir:

“Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Anlayışlı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir”.

  • Tek Allah, Tek İslam dini ve tek insan nesli ortak düşüncesinde birleşmenin önemini vurgulamalıyız. Ayrıntılarda kimseyi kabule zorlamamayı, karışmamayı, yargılamamayı ve ötekileştirmemeyi benimsemeliyiz.
  • ATATÜRK, dini KUR’AN ve KUR’AN’ı DİN yapmak istedi. Bizler de eğer “yolundayız” diyorsak, bu yönde çaba göstermeliyiz.

Prof.Dr. Gazi Özdemir