October 16, 2023

Kur’an’ın Yarattığı Devrimler

Sudanli şehit düşünür Mahmud Mohammed Tâha’nin aziz hatiraslna!

PROF. DR. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
(İlahiyatçı, hukukçu, siyasetçi)

İstanbul. Yeni Boyut
ISBN: 975-6779-73-6


Time Dergisi’nin gerçekleştirdiği ‘20. Yüzyılın En Önemli Kişile- ri’ (The Most Important People of the 20th. Century) anketinin ‘En Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar’ (The Most Important Scientists and Healers) listesinde, dünya kamuoyunca belirlenmiş yüz ismin ilk onu arasında yer alan Yaşar Nuri Öztürk, 1951 ydında Trabzon’da doğdu. İlk Arapça, Farsça eğitimini, aynı zamanda en büyük hocası olan babasından aldı. Lisans eğitimini hukuk ve ilahiyatta, master ve doktora eğitimini İslam felsefesi dalında tamamla- dı. Bir süre avukatlık yaptıktan sonra üniversiteye intisap etti.

Türk üniversitelerinde öğretim üyesi ve dekan olarak 26 yıl görev yaptı. ABD-New York’ta (The Theological Seminary of Barrytown) bir süre misafir profesör olarak ‘İslam Düşüncesi’ dersleri okuttu.

Türkiye, ABD, Rusya, Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar’da İslam düşüncesi, insan ve insan hakları konularında birçok konferans verdi. ‘Kur’an’ın Yorum Katılmamq İlk Türkçe Çevirisi’ni yapan bilim adamı olarak da andır. 1993-2013 yılları arasında üç yüzü aşkın baskı yapan bu çeviri, ‘Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin En Çok Baskı Yapan Kitabı’ sayılmaktadır.

‘İslam-Batı İlişkileri ve Bunun KEİ Ülkelerindeki Yansımaları’ (Chelovecheskiy Faktor: Obschestvo i Vlast, 2004-4), ‘İslam ve Avrupa’ (Die Zeit, 20 Şubat 2003), ’İslam ve Demokrasi’ {Desperately Seeking Europe, London, (Archetype Puplications), 2003, sayfa, 198-210; Aııropn Leidenschafilich Gesue6f, München-Zürich, (Piper Verlag), 2003, sayfa: 210-224] gibi uzun makaleleri ile, İslam, Batı, Laiklik konulanndaki uzun röportajları [örnek olarak bakınız, alAhram (Weekly), 1-7 February, 2001] Batı’da ve İslam dünyasında derin yankılar yapmıştır.

Türkçe, Almanca, İngilizce ve Farsça basılan eserlerinin sayısı elliyi aşkındır. Öztürk’ün düşünce dünyası, değişik üniversitelerde yapı- lan Türkçe, Almanca, İngilizce, Fransızca tezlerle incelendi.

Birinci Bölüm
DEVRİMLERİ YARATAN DEVRİM: İSYAN


MUCİZE DEVRİMLERİN TEMELİ OLARAK İSYAN
İsyan kökünden türeyen kelimeler Kur’an’da 30 küsur yerde geçer. Bunların 20 küsuru fiil halinde kullanımdır. İsyan kelimesi, Kur’an dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb’ın da söylediği gibi, DEĞNEK-SOPA anlamındaki ASA kelimesiyle aynı köktendir. Ve isyan, bir şeyi asa ile engellemek anlamındadır. Kelime, daha sonra, geçirdiği değişim ve gelişimle, her türlü karşı çıkış anlamında kullanılmıştır. Biz burada, şu ana kadar işaret edilmemiş bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz:

Hz. Musa’nın serüveni anlatılırken kullanılan ASA (değnek, sopa) kelimesi, eğer isyan anlamında alınırsa -ki bu, dil bakarnından mümkündür - bu büyük peygamberin en büyük mucizesi, Firavun’a karşı isyan olur. Kur’an bunu kendi terminolojisi içinde, Firavun yardakçısı büyücü ve yöneticilere karşı Musa’nın asası ifadesiyle vermiştir. Musa’nın en büyük mucizesi, onun asasıdır.

Musa’nın asasının Firavun sihirbazlarının bütün hünerlerini yalayıp yutmasıyla sembolize edilen nedir? Acaba bu, bir değnek midir, yoksa asa kelimesinin esas delâleti olan isyan mıdır? “Firavunun hünerli sihirbazlarıyla sembolize edilen teknih-askerî gücü, Musa’nın asası ile sembolize edilen isyan ve karşı çıkış gücü mağlup etti” diyebilir miyiz? Biz, diyebileceğimiz kanaatindeyiz. Eğer böyleyse en büyük mucizelerden biri de, zalimlere karşı isyan olacaktır.

İsyan konusunun ilginç noktalarından biri de şudur: Kur’an hem Âdem’in (insanın) hem de şeytanın Allah’a ters düşmesini isyan olarak nitelendiriyor:
“Âdem rabbine isyan etti.” (Tâha, 121)
“Şu bir gerçek ki, şeytan, Rahman olan Allah’a karşı âsi olmuştur.” (Meryem, 44)

O halde, oluşun sadece eksi kutbunda değil, artı kutbunda da, yaratıcı ve hür benliğin kıvılcımını isyan tutuşturuyor. Kur’an, bu isyanın ilk kez Al1ah’a karşı sergilendiğini ve bağışlandığını söyleyerek (Bakara, 37; Tâha, 122) isyanın varlığından değil, isyanda ısrar etmekten şikâyetçi olduğuna vurgu yapmıştır. Âdem'in hatası ve sonra bağışlanması, yaratıcı-hür benliği elde etmede isyanın gerekliliğini; şeytan’ın inadı ise isyanı ilahlaştırmanın yanlışlığını anlatmaktadır.

Daha iyisini yapmak için yıkmakla, yıkmayı kutsallaştırmak aynı şey değildir. Peygamberler de onlara karşı çıkanlar da birer isyancı idiler. Hz. Musa da Firavun da birer âsi idi. Biri Tanrı’ya ötekisi ise zorbaya isyan içindeydi. Bütün tarih yaratan ruhlar, derece derece birer âsidir. Mevcuda isyan etmeyen benlik varoluş sırrını yakalayamaz. Varoluş ve tekâmül, bir ‘isyan-karşı isyan’ diyalektiği halinde sürüp gitmektedir.

İsyanı tanımayan ruh, alışkanlığa ve geleneğe yenik düşer. Alışkanlık ve gelenek, yaratıcı gücün afyonudur. Ölümsüzlüğün kandilini yakan ve kubbeye zaman üstü ses, renk ve desen bırakanlar, her alanda, isyan öncüleridir. Yaratıcı ruhta isyan, öncelikle mevcuda, alışılmışa, dayatılan kabullere isyandır. Mevcuda isyan, insanoğlunun en çetin işidir. Bunun içine ana-babaya karşı çıkmak gibi zorluklar bile girer.

Mevcuda isyanın, o arada babaya isyanın tanrısal sembolü Hz. ibrahim’dir. Yaratıcı irade yönündeki yürüyüşte her oluş bir İbrahim gerektirir. Mevcut, en iyi şekliyle bile, yerinde duruş, çürüyüştür. İleri geçmek; duranı itmek, onun üstüne basmakla olur. İşte bu, isyandır. Ve ileri gidenler, çürümeyi bekleyenlerin bağırtılarıyla sürekli rahatsız edilirler.

Yürüyen benliğin her anı, bir öncekine isyandır. Çünkü yürüyen benlik, yaratan ruhtur ve yaratan ruh, tıpkı Tanrı gibi “her an yeni bir iş ve oluştadır” (Rahman, 29)

Yaratıcı isyan, günahı tanıyan fakat ona esir olmayan ruhun tavrıdır. Yıkıcı isyansa, günaha ve tahribe kul olmayı amaç edinen saplantıdır. Birincisi peygamberlerin, ikincisi onlara düşman ruhların isyanıdır. Oluş, bu iki isyanın sürekli düellosudur. İnsanlığın büyük evladı Hallâc-ı Mansûr (ölm. 309/921), Tavâsîn’inde bu nükteye dikkat çekerken şöyle diyor:

“Ahmed (Hz. Muhammed) ile İblis’ten başka hiç kimseye iddiacı olmak yaraşmamıştır. Şu var ki, İblis’in gözden düğmesine karşı Ahmed için gözün gözü açıldı. İblis’e, ‘Secde et!’ dendi, Ahmed’e, ‘Bak!’ İblis secde etmedi, Ahmed de sağa sola bakmadı”.

Yani ilk anda ikisi de emre karşı isyan sergiledi. (Hallâc’ın bu sözleri ve geniş izahı için bk. Öztürk; Hallâc-ı Mansûr, 2/228)

Kur’an, isyan konusunda iki tehlikeden sakındırmak istiyor: İsyanı hiç tanımamak ve isyanı ilahlaştırmak. Birinci hal melek-insan hayaline esir olmaktır ki Kur’an, insanın yaradılış gerçeğine aykırı olan bu kabule karşı çıkar. (Bakara, 30; Ahzâb, 72) Ne ilginçtir kj, meleklerden söz eden ayetlerden biri, onları, “Kendilerine emrettiği hususlarda Allah’a isyan etmezler” (Tahrîm, 6) diye tanıtıyor. Oysaki insan, zalim ve kan dökücü olarak nitelendirilir. İnsan, isyanı tanıyan ve kullanan bir varlıktır ve bu yüzden üstündür. Hz. Muhammed bu gerçeği ifade ederken şöyle diyor:

“Eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi.” (Müslim, tevbe 11; Tirmizî, Cennet 2)

Bu söz, din dilinde bir adı da günah olan isyanın hayat ve oluştaki yerine dikkat çeken mucize bir beyyinedir. (İsyan konusunda ayrıntılar için bizim ’Kur’an Açısından Şeytancılık’ adlı eserimize bakılabılır)

İsyan kavramını günümüz İslam dünyası bağlamında değerlendirirsek şunları söyleyebiliriz: İslam dünyası büyük isyanlara ve büyük âsilere muhtaçtır.

Kur’an’a göre, en büyük engeli aşmak, boynumuzu bukağılayan tabuları kırmaktır. Bunu ancak büyük hamlelerin yaratıcısı dev âsiler yapabilir. Ne yazık ki, İslam dünyası, bukağılarını kırmak için isyan etmek yerine saltanat ve mide uğruna savaşıyor. Genelde tüm dünya, özel olarak da İslam dünyası gerçek İbrahimlere muhtaçtır. Gerçek İbrahim özlemi iyi kavranamaz ve hedefine yönelemez ise sahte İbrahimler zuhur eder ve o zaman isyan, oluş ve eriş yerine ölüş ve bitiş getirir.

Yüce ruhların yaratıcı isyanı ile hazır yemek için dalaşan cüce benliklerin kavgasını birbirine karıştırmamalıyız. Allah ile aldatanlar, cücelerin kavgasını yürüyen ruhların isyanı gibi göstererek de aldatırlar.

Bir başına sergilediği devrimlerle çağların akışını etkileyen büyük ruh, isyanıyla ilgili olarak sorulan soruya şu cevabı verebilir: “Ben, tarih önünde, isyanım kadar büyüğüm!”

CİHAT KAVRAMININ YARATTIĞI DEVRİM: ZULME İSYAN

Cihadın kökdaşı olan cehd (yoğun gayret, didinme, çabalama), Kur’anî düşüncedeki tüm anlamlarıyla zulme karşı direnmeyi ifade eder. Bu direnmelerin her biri zulüm kelimesinin bir anlamıyla irtibatlı bir mücadele sergiler.

Despot ve zalim yöneticilere, işgalcilere, emperyalistlere karşı savaş, zulmün baskı ve adaletsizlik anlamlarına karşı savaş (cihat) iken, cihadın bir şekli olan içtihat, zulmün karanlık anlamına karşılık gelen cehalete karşı bir savaştır. Cihadın bir başka şekli olan mücahede (benliği arındırma), insan benliğine musallat olmuş ve aydınlanmayı engelleyen karanlıklara, kişinin kendine yaptığı zulümlere karşı bir savaşı çerçevelemektedir. Biz burada birinci anlam (cihat) üzerinde duracağız, fakat cihadın genel çerçevesini tanımak için, bu kelimenin kökdaşı olan cehd-le ilgili kısa bir açıklama yapmayı gerekli görmekteyiz.

Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 40 civarında yerde geçen cehd kelimesinin anlamı kararlı ve şuurlu gayret demektir. Kur’an terminolojisinde cihat, değindiğimiz üç tip cehd'in tümünü ifade edecek biçimde kullanılmaktadır. Kur’an bunu; ‘Allah yolunda gayret göstermek’ şeklinde ifadeye koyuyor. ‘Allah yolunda’ tabirinin anlamı, dinciliğin iddia ettiği gibi, mezhebi ve tarikati farklı olanlara kin ve düşmanlık değildir; varoluşun amaçlarına uygun irade ve eylem sergilemektir.
Cihad; mal, can ve fikir unsurlarından biri veya hepsiyle yapılır. (Nisa, 95; Enfâl, 72; Tevbe, 20; Hucurât, 15) Cihadın bedensel ve ruhsal kısmını sergileyene mücahid, bilimsel ve fikirsel kısmmı sergileyene müçtehid denmektedir.

İslam literatüründe başlangıçtan beri 4 tip cihattan bahsedilmiştir:

1. İç Dünyamızda Nefs ile Cihat:

Bu konuda şu hadis çok ünlüdür: “Gerçek mücahid, nefsinin kötülüklerini yenmek için cihat verendir.” Bu anlamda cihadın bir numaralı alanı insan benliğidir. Muhammed İkbal bu en büyük cihada dikkat çekerken şöyle diyor:

“Benim içim, atsız ve ordusıız bir savaşın alanıdır. Onu, görme gücü benim gibi olanlar görebüir.” (Câvidname, beyt, 786)

2. Şeytan ile Cihat:

Bu da kötü duygu, düşünce ve saplantılarla cihat olarak anlatılır.

3. İnkârcılar ve ikiyüzlülerle Cihat:

Bunun da kolaydan zora doğru dört mertebesi vardır: Gönülden karşı çıkma, dil ile karşı çıkma, mal ile karşı çıkma, bedenle karşı çıkma.

4. Zalimlere ve Kötülere Karşı Cihat:

Kur’an’ın bu konudaki tutumu çok açıktır. Nisa 75. ayet şöyle diyor:

“Size ne oluyor da, ‘Ey Rabbimiz! Bizi, halin zalim olan şu memleketten çıkar, bize tarafından bir yardımcı gönder; bize katından bir dost yolla!’ diyen ezilip horlanmış erkekler, kadınlar ve çocuktar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz”.

Başta Amerikalı bilgin Bernard Lewis olmak üzere, bazı Batılı yazarların ‘zalim yönetime karşı çıkmak düşüncesi İslam’a yabancıdır’ (Lewis, Islamic History, 256) yolundaki düşünceleri, yukarıki ayetten de anlaşılacağı gibi, yanlış bir tespittir.

KUR’AN’A GÖRE ZULÜM

Zulüm kelimesi Kur’an’da türevleri ile birlikte 300’e yakın yerde geçer. Kelimenin kökdaşı olan ve karanlık anlamına gelen zulmet kelimesini de eklersek, bu rakam yaklaşık 350 olur.

Işıksızlık anlammdaki zulmetle aynı kökten gelen zulüm kelimesi Kur’an bünyesinde küfür, şirk kötülük, baskı, işkence, haksızlık anlamlarının tümünde kullanılmıştır. Dil bilginleri ve müfessirlerin büyük çoğunluğu zulmün Kur’an terminolojisindeki anlamını şöyle vermektedir: “Bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymak” (Râgıp, Müfredât, zulüm; Endelûsî, Tuhfetü’l-Erib, zulüm). Bundan da anlaşılır ki, zulüm, insan hayatında olduğu kadar, öteki varlık alanlarında da yozlaşma ve yabancılaşmaya sebep olmaktadır. Ve bu anlamda en büyük zulüm üretici, insandır. Çünkü yaradılış düzenini ve tabiattaki denge ve ahengi bozan tek varlık insandır. Nitekim Kur’an, insanın kötülüklerinden şikâyetçi olan melekleri konuştururken onun iki tipik kötülüğüne parmak bastırır: Bozgunculuk, kan dökücülük. (Bakara, 30) Ahzâb, 72, ayette ise insanın iki tipik olumsuzluğu olarak bilgisizlik ve zalimliğe yer verilir.

Kur’an açık bir şekilde göstermektedir ki, bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Allah en küçük anlamda bile zulmetmez. (bk. 4/40; 10/44; 18/49) Yaratıcı düzen bozulmadan korunduğu sürece zulüm asla söz konusu olmaz. (bk. 14/34; 3/182; 8/51; 22/10; 50/29)

‘Şeyleri ait oldukları yerlerin dışına hoymak’ bazen mekân, bazen de zamanla ilgili olabilir. O halde, zulüm, eksiklikten doğabileceği gibi fazlalıktan da doğabilir. Mesela, faiz (riba) ve israf birer zulüm olarak bazı insanlarda eksiltme, bazılarında artırma yaratmaktadır. Bir kısım insanların gereğinden fazlaya sahip olmaları yahut gereğinden fazla harcamaları, diğer bazılarının gereğinden azını elde etmeleri sonucunu verecektir ki, Kur’an’a göre, bu, bir zulümdür.

Zulmün karşıtı adalettir ki, o da ‘her şeyi yerli yerinde yapmak, yerli yerine koymak’ anlamındadır. Kur’an-ı Kerim şirki de büyük bir zulüm olarak tanıtmaktadır.

“Şu bir gerçek ki, şirk, çok büyük bir zulümdür.” (Lokman,13)

Büyük zulümlerden bazıları şunlardır: Mabetlere saldırı, tanrısal gerçekleri saklamak veya saptırmak, yalan yere Allah’tan ilham aldığını söylemek, Allah’a iftira, din adına yalan uydurmak. Bu son zulüm türü, Bakara suresi 79. ayette üç kez lanetlenmektedir:

“Lanet olsun o kişilere ki, kitabı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, ‘İşte bu, Allah katındandır!’ derler. Lanet olsun onlara, ellerinin yazdıkları yüzünden! Lanet olsun onlara, kazanıp durdukları yüzünden!”

Zulmün tamamen kalkması hayat ve insan gerçekleriyle çelişir. Çünkü dünya, zıtların varlığıyla oluşan bir hayata mekânlık etmektedir. Zıtlarm çarpışması esasına oturmayan âlem, ölüm ötesi âlemdir ki, orada zaten zulüm söz konusu olamaz.

Zulüm, hangi türden olursa olsun, göklerden öfke ve mutsuzluk inmesine yol açar. (2/59) Kur’an, tarihin tüm devirlerinde çöken tüm medeniyet ve ülkelerin zulüm yüzünden mahvolduğunu birçok ayetinde dile getirmektedir. (bk.18/59; 27/52,85; 6/131; 11/102, 117; 21/11; 22/45, 48; 28/59; 29/14, 31)

Ülke ve uygarlıkların yıkımına sebep olan zulüm, daima servet ve nimet şımarıklığı ile yan yana durur. (bk.11/116) Kur’an burada ‘servet ve refahın getirdiği şımarıklığa uymak’ deyimini kullanıyor. Zalimler, bu uymanın kurbanıdırlar. Zalimleri iki şey daha yıkmaktadır: Sonu gelmez hırslarla, bilgisizlik.

SAVAŞIN TEK GEREKÇESİ: ZULÜM

Kur’an’ın kanlı çarpışmaya (savaşa) izin verme gerekçesi de zulümdür. Kanlı çarpışmanın meşruluğu zulme uğramış olmakla gerçekleşir. Bu meşruluk doğunca da Allah, zalimlere karşı savaşanların başarısını taahhüt eder. (Hac, 39-40)

Zulme karşı savaşmak, sadece zulmün muhatabı olanların görevi değildir. Kur’an, zulme uğrayanların yanında savaşmayı bütün onur sahiplerinden, bir insanlık borcu olarak istemektedir. (Nisa, 75) İnsanlara zulmedenlere her türlü karşı çıkış serbesttir. (Şûra, 42)

Zulme karşı savaş vererek yurtlarından olanların yeryüzünde güzel bir biçimde barınağa kavuşturulacakları bir tanrısal vaat olarak öne çıkarılıyor. (Nahl, 41) Bundan önemlisi, Kur’an, zulüm beldesinden göçmeyip de orada ömrünü müstaz’af (ezilip horlanan) olarak tamamlayanların kendi kendilerine zulmettiklerini ve bu yüzden hesaba çekileceklerini de bildirir. (Nisa, 97) Bunun anlamı şudur: İnsanın, zulüm ve zalimden başka düşmanı yoktur, olmamalıdır.

"Zalimlerden başkasına kin ve diişmanlık olmamalıdır.”
(Bakara, 193)

Din ayrılığı düşmanlık sebebi değildir. Başka dinlerdeki zalim olmayanlar, sizin dininizdeki zalimlerden yeğdir. Kur’an, imanın huzur ve aydınlığa çıkarmasını imanın zulümle kirletilmemesi şartına bağlamıştır. (En’am, 82) Bunun açık anlamı, İslam düşünürlerinin ortak kanaatleriyle şudur:

“Bir ülkenin hayatı ve yönetimi küfür üzere yürüyebilir ama zulüm üzere yürümez”.

Ehli-kitap’ın (Yahudi ve Hristiyanların) sadece zalim olanlarına şiddet gösterilir. Onların zalim olmayanları ile mücadele en güzel biçimde, en güzel yollarla yapılacaktır. (29/46) O halde, Kur’an’m, küfürle mücadelede şiddet ve katılık isteyen ayetlerini bu insanların zalimleri için geçerli saymak, Kur’an’ın buyruğudur.

Zalimin dostu, ancak zalim olur. (45/19) Allah, zalimleri sevmemekle kalmamış onları lanetlemiştir. (7/44; 11/18)

Kısacası, Kur’an’ın zalime hıncı öylesine büyüktür ki, kendisini ‘zulmedenleri tehdit etmek için gelmiş’ kitap olarak tanıtmıştır:

“Bu Kur’an, kendinden öncekileri tasdikleyen bir kitaptır. Zulmedenleri uyarsın, güzel davrananlara müjde olsun diye Arap dilindedir.” (Ahkaf, 12)

HANÎFLİK KAVRAMININ YARATTIĞI DEVRİM:
ECDATPERESTLİĞE İSYAN

Ecdatperestliğe, ataların kabullerini dokunulmaz kılmaya isyan, peygamberlerin temel niteliklerinden biri, Kur’an imanının olmazsa olmaz şartıdır.

Müşrik yaklaşım, şirkin temel özelliklerinden biri olarak, geçmiş ecdat kabullerinin değişmez-dokunulmaz-kutsal bir yapı oluşturduğunu, bu kabullere dokunmanın zındıklık veya dinsizlik oluşturduğunu iddia etmektedir. Kur’an’ın en büyük kavgası işte bu iddia sahiplerine karşı veriliyor. Kur’an, özellikle din bahsinde, peygamberlerle onların karşısına dikilen şirk zümreleri arasında tarih boyunca sürüp giden kavganın esasını, ecdatperestlikle akıl ve bilginin mücadelesi olarak tescil etmektedir. Temelde iki tez söz konusudur:

1. Șirkin tezi: Bu teze göre, güvenilir, dokunulmaz ve kutsal sayılan atalardan bize devredilen gelenek ve kabuller, iyinin, doğrunun ve güzelin ölçütüdür. Bunlann muhafaza edilmesi (muhafazakărlık) ise dinin ta kendisidir.

2. Tevhidin tezi: Bu teze göre ise güvenilir, dokunulmaz ve kutsal olan, aklın ve bilimin verileridir. İyinin, doğrunun ve güzelin ölçütü bu verilerdir. Din ise bu verilerle peygamberlere vahyedilenin kucaklaşmasıyla vücut bulur.

Bu iki tezin kavgasi çok zorludur. Kur’an, bu iki tezin temel söylemlerini kayda geçirmektedir. Birinci tezin yani ecdatperestlik şirkinin temel söylemi şudur:

“Ayetlerimiz, karşılarında açık-seçik beyyineler halinde okunduğunda, delilleri sadece şöyle demek olmuştur: ‘Doğru sözlüler iseniz atalarımızdan kanıt getirin.” (Dühan, 36; Câsiye, 25) İkinci tez, yani peygamberlerin tezi ise şu söylemi öne çıkarmaktadır:
“Eğer doğru sözlü kişüer iseniz bundan önceki bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı getirin bana!” (Ahkaf, 4)
“Eğer doğru sözlü iseniz bana ilimle haber verin.” (En’am, 143)

Ecdatperestliğin esası dikkate alındığında onu gelenekçilik veya muhafazakârlık olarak anmak mümkündür. Ve bu durumda şunu söylemek de mümkün olacaktır: Gelenekçilik veya muhafazakârlık, yalın haliyle alındığında putperestliktir. Kur’an burada çok sert bir tavır koymuştur: ‘Atalar’ ve ‘en eski atalar’ ne bırakmışsa şirk ürünüdür. (Enbiya, 54; Şuara, 76) Çünkü Kur’an, ecdatperestliğin Allah ile sürekli yarıştığını ve çoğunlukla da O'nu ikinci sıraya ittiğini bilmektedir. Getirdiği dinin en önemli ibadetlerinden biri olan haccın yerine getirilmesinden söz ederken kullandığı şu cümle, sadece bir serzenişin değil, ağır bir ithamın da ifadesidir:
“Allah’ı anın. Tıphı atalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla!” (Bakara, 200)
İnsanoğlunun, atalarını Allah’tan daha çok ve daha kuvvetli andığı tartışılmaz bir gerçektir. Ne yazık ki bu gerçek, insan hayatında hükmünü yürütmeye devam etmektedir. Biraz kılık değiştirerek, biraz gizlenerek, biraz da maske kullanarak.

Kur’an, gelenekçiliğin yani ecdatperestliğin karşısına akılcılık ve bilimciliği koymaktadır. Ecdatperestliğin temel karşıt kavramları bizzat Kur’an tarafından belirlenmiştir: Akıl ve ilim. Kur’an bu noktada, âdeta felsefi tanımlamalar getirmektedir. Ecdatperestliğe yöneltilen sarsıcı eleştirilerden bazıları şunlardır:

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Peki, ataları bir şeyi akıl yoluyla kavrayamıyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler?!” (Bakara, 170)

“Onlara, Allah’ın indirdiğine ve resule gelin dendiğinde şöyle derlen 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.’ Peki, ataları hiçbir şey bilmiyor, doğru yolu bulamıyor idiyseler de mi?” (Mâide, 104)

'İnsanlardan öylesi var ki, Allah uğrunda ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın mücadele eder. Böylelerine, Allah’ın indirdiğine uyun dendiğinde şu cevabı verirler: ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ Peki, şeytan onları, alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?” (Lukman, 20-21)

'Onlara bundan önce bir kitap verdik de ona mı yapışmaktadırlar? Hayır, sadece bunu söylemişlerdir: ‘Biz atalarımızı bir ümmet/bir din üzerinde bulduk; onların eserlerini izleyerek biz de doğruya ve güzele varacağız” (Zühruf, 21-23)

Müşrik mantık, atalara izafe ederek yaptığı her şeyin iyi ve güzel olduğunda, bunun için de ecdadı izlemeyle Allah’ı izlemenin aynı anlamı ifade ettiğinde ısrarlıdır:

“İbrahim, babasına ve toplumuna şöyle demişti: ‘Şu başına toplanıp durduğunuz heykeller de ne?' Dediler: ‘Atalarımızı onlara kulluk/ibadet eder bulduk.’ Dedi: Vallahi, siz de atalarımız da açık bir sapıklık içine düşmüşsünüz.’ Dediler: ‘Sen gerçeği mi getirdin yoksa oynayıp eğlenenlerden biri misin?” (Enbiya, 53-55)

'İbrahim'in haberini de oku onlara. Hani, babasına ve toplumuna şöyle demişti: ‘Siz neye ibadet ediyorsunuz?’ Dediler ‘Birtakım putlara tapıyoruz, Onların önünde toplanıp tapınmaya devam edeceğiz.’ Dedi: Yalvarıp yakardığınızda sizi duyuyorlar mı? Size yarar sağlıyor yahut zarar veriyorlar mı?’ Dediler: ‘Hayr! Ancak atalarımızı böyle yapar halde bulduk’ Dedi: 'Gördünüz mü neye ibadet ediyormuşsunuz! Siz ve o eski atalarınız! Şüphesiz, onlar benim düşmanım. Ama âlemlerin Rabbi dostum.” (Şuara, 71-77)

Bu yüzdendir ki, şirk, peygamberlere kin ve öfkesini, sürekli olarak ataları rahatsızlığı kaygısına dayandırır:
“Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin de bu toprakta devlet ve ululuk ikinizin olsun diye mi geldin? Biz, ikinize de inanmıyoruz.” (Yunus, 78)

Ataların bıraktığını muhafazayı din yapan şirk çocuklarının, peygamberlere yönelik itham ve hakaretlerinin özünde hep ‘ataların tâciz edilmesi’nden doğan öfke vardır:

“Ayetlerimiz açık seçik kanıtlar halinde karşılarında okununca şöyle derler: 'Bu adam, atalarınızın kulluk/ibadet etmekte olduklarından sizi vazgeçirmek isteyen birinden başkası değil.” (Sebe’, 43)

“Dediler ki: ‘Sen, yalnız Allah’a ibadet edelim de atalarımızın kulluk etmekte olduklarını terk edelim diye mi bize geldin? Eğer doğru sözlü isen hadi bizi tehdit ettiğini bize getir.” (A’raf, 70)

“Dediler: ‘Ey Sâlih! Sen bundan önce, aramızda aranan/ümit beslenen bir kişi idin. Şimdi kalkmış, atalarımızın kullukettiklerine kulluk etmemizi mi yasaklıyorsun?” (Hûd, 62)

“Dediler ki, ‘Ey Şuayb! Namazın/duan mı emrediyor sana, atalarımızın tapar olduğunu terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi?” (Hûd, 87)

Tek tek bütün nebileri saymaya ne gerek! Şirk öfkesinin temelinde hep aynı kaygı var:

“Resulleri dediler ki, ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkındamı kuşku? O sizi, günahlarınızı affetsin, belirli bir süreye kadar size zaman tanısın diye çağırıyor.’ Şöyle cevap verdiler: ‘Siz de bizim gibi birer insandan başka şey değilsiniz. Atalarımızın kulluk ettiklerinden bizi yüz geri çevirmek istiyorsunuz. Hadi, açık bir kanıt getirin bize!” (İbrahim, 10)

Karşı çıkışın gerekçesi, şirkin en beyinsiz söylemi halinde önümüze konmuştur:

“Biz, eski atalarımız arasmda böyle bir şey duymadık” (Müminûn, 24; 28/36)

Görüldüğü gibi, gelenek ve ecdat putçuluğunun istediği, Allah’m tamamen terki değildir; ataların ve geleneklerin terk edilmemesidir. Ataların kutsallığı ve gelenekler korunmak şartıyla Allah’a yer verilmesi muhafazakârlık şirkini rahatsız etmemektedir. Bu anlamda bir uzlaşı, gelenekçilik şirkinin sevdiği ve ustalıkla uyguladığı bir yöntemdir. Tevhidin asla kabul edemeyeceği bir numaralı uzlaşı, işte bu uzlaşıdır. Çünkü şirkin en yıkıcı şekli budur; çünkü en sinsi şirk, budur.

Gelenekçi-muhafazakâr putçuluğun bütün derdi, atalarından görüp öğrenmediklerini, yani yeniyi tepelemektir. Çünkü yeni, onlara ‘atalarının ve kendilerinin bilmedikleri bazı şeyleri öğretiyor.’ (En’am, 91) Şirk çocukları, eşyanın, atalarının koymadığı isimlerle anılmasına bile tahammül edemezler. (A’raf, 71; Yusuf, 40; Necm, 23) Atalarından miras almadığı şeylerin onun hayatına girmesi şirk zihniyetini kudurtuyor. Kur’an bu noktaya parmak basarken şöyle diyor:

“Ayetlerimiz size okunuyordu da siz ökçeleriniz üzerine gerisin geri dönüyordunuz. Büyüklük taslayarak, gece boyunca hezeyanlar savuruyordunuz. Sözü gereğince düşünmediler de ondan mı, yoksa kendilerine, ilk atalarına gelmeyen bir şey geldi diye mi? Yoksa resullerini tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar? Yoksa ‘Onda bir cinnet mi var’ diyorlar! Hamur, o kendilerine hakkı getirdi ama onların çoğu haktan tiksinen kişilerdir.” (Mü’minûn, 66-70)

Şirkin buna isyanı çok zorludur. Şu ayetler, bu isyan ve panik halinin volkanik kükreyişini önümüze koyuyor:

“Kendi içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar. Ve şöyle dedi bu nankörler: ‘Bu adam yalanlar düzen bir büyücü. İlahları bir tek tanrı mı yapmış? Bu, gerçekten hayret edilecek bir şey!’ İçlerinden kodaman bir grup öne çıktı: ‘Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın! Gerçek şu ki, istenip beklenen şey budur. Öteki millette işitmedik böyle bir şey. Bu bir uydurmadan başka şey değildir.” (Sâd, 4-8)

Kur’an, bu sakat mantığı şöyle eleştiriyor:

“Bir iğrençlik yaptıklarında şöyle derler: ‘Atalarımızı bu hal üzere bulmuştuk. Yani Allah emretti bize bunu.’ De ki, ‘Allah, edepsizliği/iğrençliği emretmez. Allah hakkında, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (A’raf, 28)

Özetleyelim:

Kur’an, Allah’ın birliğine dayanan dinin ana eylemini ‘eskiyi iptal’ olarak tescil etmektedir. Bunun içindir ki tevhidin mustarip taşıyıcıları ve tebliğcileri olan peygamberlerin şirk tarafından konmuş ortak adları ‘mubtılûn’ (tekili: mubtıl) olarak kayda geçmiştir. Mubtıl, hüküm ifade etmekte olan mevcudu iptal eden, hükümsüz kılan demek. Bütün nebiler birer mubtıldir. Geldikleri toplum ve devirde hazır buldukları anlayış, hüküm ve kabulleri iptal eder, yerine yeni ve yaratıcı olanı getirirler. Şirkin bu iptal eyleminden şikâyeti zorludur:

‘Yemin olsun ki, biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü benzetmeyi yaptık. Sen onlara bir mucize getirsen, gerçeği örten nankörler/inkâr edenler mutlaka şöyle diyeceklerdir: ‘Siz peygamberler, eskiyi hükümsüz kılanlardan başkası değilsiniz!’ İlimden nasipsizlerin kalpleri üzerine Allah işte böyle mühür basıyor.” (Rum, 58)

Ecdatperestlikle savaşın Kur’ansal adı hanîfliktir. O halde hanîflik hakkında da kısa bir bilgi verelim.


KUR’AN’A GÖRE HANÎFLİK VE HANÎF

Kur’an dilinde hanîf, putçu ve sapık geleneklere karşı çıkan, devrimci demektir.

Hanîf kelimesi, hem bütün müminlerin, hem de Hz. İbrahim’in sıfatı olarak kullanılmaktadır. Esasen İbranice olan hanîf, o dilde, ‘atalar dinine ve atalar geleneğine aykırı davranan zındık, sapık’ demek. Kur’an, putperestliğin akılci ve ilimci benlikleri kötülemek ve dışlamak için kullandığı bu tabiri, tarihin önünde tersine çevirerek, doğrunun ve iyinin savunuculuğunu yapma uğruna kahra ve zulme uğramış yaratıcı ruhları ödüllendirmek üzere, onların onur unvanı yapmıştır.

Arap dilinin kaynak lügatlerinden birinin yaratıcısı olan Ebu Mansûr Muhammed bin Ahmed el-Ezherî (ölm. 370/980) ’Tehzîbü’l-Lüga’ adlı anıt eserinde hanîf sözcüğünün temel anlamını, ‘şerden hayra veya hayırdan şerre meyleden kimse’ olarak vermektedir. Ezherî, hanîf sözcüğünün etimolojisini anlatırken şu ilginç bilgiyi de kayda geçiriyor: Cahiliye dönemi Arapları, Müslümanları, atalar dininden döndükleri için sapık, kendilerini ise atalar dinini koruyan hanîfler ilan etmişlerdi. Kur’an, hanîf sözcüğünü, Hz. İbrahim’in putçu geleneklere karşı çıkışını anlatırken övünce, müşrik Araplar bu kelimeyi kendilerinin sıfatı olarak kullanmaktan vazgeçtiler. (Ezherî, Tehzîbü’l-Lüga, 5/109-11)

Demek ki, hanîf, temel anlayış olarak geleneğe, ataların kabullerine karşı çıkan kişidir. Bu karşı çıkış, geleneksel putperestliği rahatsız ettiğinden onlara göre hanîf, kötü adamdır, ama Kur’an, putperestliğin ‘kötü adam’ ilan ettiği haniflerin ‘gelenekten kaçış ve yeniye eğilim’ niteliklerini kutsallaştırmakta ve onları övmektedir.

Kur’an her müminin aynı zamanda hanîf olmasını yani ataların kabul ve geleneklerine eleştiri getirip gerektiğinde onlara isyan etmesini istemektedir. İnsanlığın boyut yükseltmesi işte bu isyandadır.

Daha sonraki Arap dili lügatleri, hanifin kökü olan ‘hanef'i, karanlık ve sapıklıktan doğruluk ve aydınlığa yönelmek anlamında değerlendirmişlerdir. Bu yönelişi gerçekleştirene hanîf denir. Kur’an, hadisler ve onlara bağlı olarak İslam literatürü, hanîfliği, yaradılış düzenine aykırı gidişlerden yüz çevirip dosdoğru olana yönelmek biçiminde anlamlandırıyor. Kur’an’ın, hanîfliği bu anlamda kullanan ayeti şudur:

“Sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah’ın, insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında/yarattığında değiştirme olmaz. Doğru ve eskimez din, işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar.” (Rum, 30)

Kur’an’m, fıtratı bir din olarak tanımlayan ayeti, dolaylı bir şekilde hanîflik kavramını da tanımlamaktadır. Adı geçen ayet (Rum, 30) fıtrat dini ile hanîflik arasında çok yakın bir ilişkinin, hatta bir örtüşmenin varlığını göstermektedir.

Kur’an’a göre, hanîfliğin Kur’an’da adı geçen en eski temsilcisi, Hz. İbrahim’dir:

“İbrahim ne bir Yahudi idi ne de bir Hristiyan. O, sadece hanîf bir müslümandı/Allah’a teslim olandı. O, müşriklerden değildi.” (Âli İmran, 67)

“İbrahim dedi ki, ‘Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.” (En’am, 79)

İslamiyet'in ortaya çıktığı sıralarda Arap Yanmadası’nda Hz. İbrahim’in yolunu ve tavrını izleyen ve putlara tapmayan bir grup vardı. Bunlara Hanîfler deniyordu. Hz. Muhammed de kendisini hanîfliğin bir temsilcisi olarak tanıtmaktadır:

“Ben; hanîflik, hoşgörü ve kolaylık peygamberi olarak gönderildim.”

Hanîflerin, bu demektir ki, Kur’an müminlerinin mücadele etmesi gereken temel belaların başında, geleneğin dinleştirilmesi yani ecdatperestlik veya ‘muhafazakârlık’ gelmektedir. Ne ilginçtir ki, bütün siyaset ve saltanat dincileri kendilerini muhafazakâr olarak tanımlarlar. Batı ile işbirliği yapmış dincileri İslam aleyhine kullanan Batı’nın bütün siyaset ve strateji kodamanlarl Müslümanları muhafazakâr olmaya itmektedir. Girdiğimiz yüzyılın ilk günlerinden beri bu muhafazakârlık illeti, demokrasi ve özgürlük maskeleriyle piyasaya çıkarılmakta ve böylece bu Kur’an dışı putperest kavramın albenisi artırılmaktadır. Son varılan nokta ve siyaset dincilerine önerilen son strateji, bir Yahudi yazarın teklifiyle şu olmuştur: “Muhafazakâr demokrat olun!” Buradaki denklemin barındırdığı plan üç aşamalıdır ve şudur:

Birinci aşama: İslam eşittir geleneksel din, o da eşittir muhafazakârlık.
İkinci aşama: Muhafazakârlık eşittir demokrasi.
Ve nihayet, amaç olan üçüncü aşama: Muhafazakârlık eşittir, Kur’an dışı geleneksel Arap-Emevî dini.
Batı’nın istediği, işte budur.

Bütün bu emperyalist güdümlere isyan ise Kur’an müminlerinin, özellikle aydın müminlerin insanlık ve iman borcudur. Bu isyan olmadan, İslam dünyasında akılcılığı egemen kılacak devrim doğmaz; o devrim doğmadıkça da Müslümanlar iflah olmaz.

ZÜHRUF SURESİNİN YARATTIĞI DEVRİM: ZALİM YÖNETİMLERE İSYAN
DEVRİM YARATAN SORU: FİRAVUNLARI KİM ÜRETTİ?

Kur’an’a göre, Firavunları üretenler, zalimlere uşaklık edenlerdir.

İslam tarihinde zulme isyanm öncü isimlerinden biri olan İmamı Âzam, Müslüman ümmetin Firavun yaratan zihniyeti sona erdirmesini, İslam imanmın temel icabı olarak görmektedir. Bu imanı hayata geçirecek dirayet yoksa hiçbir ibadet bir anlam taşımayacaktır.

Hiçbir zalim, kendisine sessiz kalan bir kitlenin dolaylı desteği olmadan yaşayamaz. Hele, din, zulme uşaklık aracı yapılmışsa Firavunların bir biçimde ve değişik adlar altında zuhur etmesi kaçınılmazdır.

Kur’an’dan öğrenmiş bulunuyoruz ki, mazlum bildiğimiz birçok halk aslında pasif zalim oldukları için ezilip horlanmıştır ve horlanmaktadır. Mazlum, gerçek mazlumsa zalimin uzun süre egemen olması söz konusu değildir. Zulüm, din veya dinsizlik adı altında uzun süre devam ediyorsa bunun sebebi zalimlere ufaklığı hüner sanan bir halkın, en azından bir satılmışlar ekibinin varlığıdır. Bu ekip, ‘pasif zalimler ekibi’dir. Pasif zalimlik; zulme başkaldırması gerekirken, küçük çıkarlar veya gizli imansızlıklar yüzünden zalimlere karşı sessiz kalan, böylece onlara dolaylı destek veren kişi veya toplumlarln sıfatıdır. Kur’an’m bu noktadaki tezi şudur:

Aktif zalimlerin birçoğunu, pasif zalimler, yani zulme bir biçimde uşaklık edenler yaratmıştır.

Kur’an’m bu anlamda devrim yaratan tespiti Zühruf suresi’nin 54-56. ayetlerinde verilmiştir. O ayetlerdeki mesajın ayrıntılarına geçmeden önce İslam tefsir tarihinin bu ayetlerle ilgili tavrına ilişkin birkaç söz söylemek isteriz.

Klasik tefsirlerin büyük kısmı, Arabizmin İslam’a ve Müslümanlara egemen olduğu dönemde yazıldı. Anılan ayetlerin mesajını o dönemde bütün açıklığıyla ortaya koymak ölüm fermanını imzalamakla eşanlamlıydı. Nitekim icraatı ve fetvalarıyla bu ayetlerin mesajını hayata geçirmeye kalkan İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767), bunun faturasını hayatıyla ödemiştir. Sonraki dönemlerde ise, hem Emevî-egemen anlayış dinleşmiş olduğu hem de dinin saltanat aracı olarak kullanımı devam ettiği için bu ayetlerin mesajı yine örtülü tutulmuştur.

Bu ayetlerin devrim niteliğindeki mesajı üzerinde hakkıyla konuşmak için dinin saltanat aracı olmaktan çıkarılmış olması gerekir. Aksi halde, o mesajı telaffuz eden, o coğrafyadaki yönetime veya yönetimlere isyan etmiş sayılır. Hem o mesajı açıklamak hem de isyan etmiş sayılmamak ancak laik bir sistemin egemen olduğu ülkede mümkündür.

Şimdi, Zühruf 54-56. ayetlerin mesajını açık şekilde ortaya koyalım. Firavunları yaratan halkların uşaklık psikolojilerini deşifre edip bu psikolojinin Allah’ı nasıl öfkelendirdiğini, pasif zalimlerden intikam alma kararına nasıl vardırdığını ifade eden bu ayetler, emperyalizmin hapishanesine dönüştürülmüş mabetlere (ibadethanelere) hapsolmayı din sanan bir kitlenin Allah tarafından Allah’ın düşmanı gibi algılandı ğını göstermektedir. Demek ki, mabede, mescide müdavim olmak Allah katında her şey demek değildir. Bunun için Kur’an, iki tür namazdan söz etmektedir:
1. İnsanı Allah’a yaklaştıran, rahmet vesilesi namaz,
2. İnsanı Allah’ın düşmanı haline getiren lanet vesilesi namaz. (Maun suresi, 4-7)

Kur’an’a saygımız varsa bu namazların ikisini de gündem yapmalıyız. Birini sakladığımızda biz de Kur’an’ın lanetine çarpılırız, çünkü bu iki namazın birini sakladığımızda namazın gerçek anlamını kavramamız mümkün olmaktan çıkar.

ZÜHRUF SURESİ’NİN YAKTIĞI MEŞALE

Tam bu noktada, insanlığın önünde dev bir meşale yakan Zühruf suresi 54-56. ayetleri görmekteyiz. Önce ayetleri görelim:

“İşte, Firavun, toplumunu böyle küçümseyip horladı da onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler. Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, biz de onlardan öç aldık; hepsini suya gömüverdik. Onları, sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.”

Bu ayetleri, tefsir kurallarını (semantik ve hermenötik incelikleri) dikkate alarak değerlendirdiğimizde, şu gerçeklerin altını çizmemiz gerekiyor:

1. Firavunların horlayıp ezmesi ile toplumun ona itaati arasında bağlantı vardır. O itaat olmasaydı bu horlayıp ezme de olmayacaktı.

2. Firavunun horlayıp ezmesine isyan yerine itaatle karşılık verilmesi Allah’ı öfkelendirmiş, bunu yapan kitleden intikam alma kararına vardırmıştır.

Firavunları yaratanların bu ruh yapıları ve kişilikleri Yunus suresi 83’te de anlatılmıştır:

“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük etmelerinden korktukları için, kavmi arasından bir nesil dışında hiç kimse Musa’ya inanmadı. Çünkü Firavun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve gerçekten sınır tanımaz azgınlardan biriydi.”

Mesele gelip gelip şurada düğümleniyor: Hz. Muhammed, özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sembolü müdür yoksa daha çok namaz kılmanın, daha görkemli sarık sarmanın sembolü mü? Kur’an, birinci şıkkı onaylıyor. Hz. Muhammed bu şıkka göre yaşadı ve onu miras bıraktı. Emevî, bu mirası yozlaştırıp ‘özgürlüklerin Peygamberi’ni ‘daha çok namaz kılmanın, daha görkemli Arap sarığı sarmanın sembolü’ haline getirdi.

Bu saptırma ve yozlaştırmaya ilk büyük isyan imamı Âzam Ebu Hanîfe’den geldi. Arap fistanı ile Arap saltanatlarını dinleştirenler İmamı Âzam’ı ‘namazsız ve isyancı bir din’ kurmakla suçladılar. İmamı Âzam, Hz. Peygamber’i özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sembolü olarak öne çıkarmanın faturasını başıyla ödedi. Ve Büyük İmam’ın ardından İslam tarihi asırlarca Emevî zihniyetiyle yürüdü. Ne yazık ki, hâlâ da o zihniyetle yürümektedir.

Ahzâb 57. ayete göre, “Allah’a ve Peygamber’e eziyet edenler lanetlenmişlerdir.”

Peygamber’e eziyeti anlamakta zorluk çekilmez ama “Allah’a eziyet nasıl olur?” diye sorulmaktadır. Zühruf 55. ayet bu sorunun cevabını getiriyor. Orada Cenabı Hak tarafından kullanılan ‘âsefûnâ’ kelimesi ‘bizi üzdüler, öfkelendirdiler’ anlamındadır. Demek ki, zulüm karşısında pasif kalarak zalimlere dolaylı destek vermek, Allah’a eziyet etmektir. Allah bundan öylesine rahatsız olmaktadır ki bunu bir intikam sebebi sayıyor.

Zalimlere itaat, A1lah’ı öfkelendiren tek kötülüktür. Hûd suresi 59. ayet bunu, ‘inatçı zorbaların emrine uymak’ şeklinde tanımlıyor.


MAUN SURESİNİN YARATTIĞI DEVRİM:
KAMU HAKLARINI TALAN EDENLERE İSYAN

Kur’an’da ‘özellikli’ olarak öne çıkarılan iki sure var: Fâtiha, Maun. Bu sureler, 7 ayetli surelerdir. Ve Kur’an, kendi esrarlı beyan tarzıyla bu yedi ayetliliği kullanarak, anılan iki sureyi artı özellikleri olan iki sure halinde öne çıkarmıştır. Bu Kur’ansal gerçeğin ayrıntılarını biz ’Maun Suresi Gerçeği’ adlı eserimizde verdik. Burada sadece Maun suresinin yarattığı üç büyük devrime özet olarak dikkat çekmekle yetineceğiz.

DİN MASKESİ ALTINDA DİNSİZLİK YAPILABİLECEĞİNİN İLANI

Mann suresi, riyakârlar ile kamu haklarına tecavüz edenlerin, dini inkâr etmiş sayılacaklarını hükme bağlamıştır. Bize göre, dinler tarihinin en büyük devrimi, budur. Cenabı Hak, Maun suresini istisnaî ve özellikli sure ilan ederken elbette ki çok büyük hikmetler amaçlamıştır.

Maun suresinin riya ve kamu hakkı talanına indirdiği en büyük darbe, ilk ayetindeki darbedir:
“Gördün mü o, dini yalan sayanı?”

Bu darbeye müstahak hale gelenlerin bundan sağ ve sağlam çıkmaları mümkün değildir. Darbenin bu müthiş vuruşundan kurtulmak veya işi hafif yara bere ile atlatmak için yoğun gayretler gösterildiğini görmekteyiz. En büyük ve kurnaz gayret, ayette geçen ‘din’ kelimesini din diye çevirmek yerine din sözcüğünün lügatlerdeki anlamlarından birini alarak Kur’an sanki onu söylüyormuş gibi anlamlandırma yönüne gitmek olmuştur.

Din kelimesini, geçtiği her yerde ‘din’ diye tercüme edenler, bu ayete gelince her nedense din sözcüğünü olduğu gibi tercümeyi bırakıp dinin bir düzineye yakın anlamından işlerine gelen biriyle tercüme yönüne gidiyorlar. Böyle yapmayıp da ayette söyleneni aynen ifade ederlerse facianın başlarına çökeceğini biliyorlar. Facia şu olacaktır: Anlaşılacaktır ki, kamu haklarına musallat olanlar, namazlı-niyazlı birileri de olsalar, Kur’an onları dinsiz-imansız ilan etmektedir. İşte, kaçmak ve kurtulmak istedikleri müthiş Kur’anî vuruş, budur. Kur’an, bu tür tanrısal vuruşlardan bahsederken şu sarsıcı ifadeyi kullanmaktadır:

“Şu bir gerçek ki, Rabbinin vuruşu/yakalayışı çok şiddetlidir.” (Bürûc, 12)

Evet, Rabbin vuruşu/yakalayışı çok sarsıcıdır ve bunun böyle olduğunun en güçlü kanıtlarından biri de Maun suresindeki vuruştur. Bu vuruş, Allah ile aldatan ve seçkin bir ibadeti bir ‘maske’ gibi kullanıp irinli yüzlerini sağlayan dinci soygun ve riya sektörlerine yapılmaktadır. Bu dehşetli vuruştan kurtulmanın asırlık hazırlıkları yapılmıştır. Örneğin surenin ilk ayetini şöyle çevirenler vardır:
“Hesap ve cezay yalanlayamı gördün mü?”

Şu çeviriyi yapanlar da vardır:
“Din (Âhiret cezasını yalanlayanı) gördün mü?”
(Süleyman Ateş çevirisi)

Süleyman Ateş, Meal’inde, yukarıda verdiğimiz tercümeyi yapıyor ama tefsirinde, aynı ayeti bir de parantez ekleyerek şöyle Türkçeleştiriyor:
“Ceza (gününü) yalanlayanı gördün mü?” (Ateş, Tefsir, 11/114)

Hangisi doğru?
Ateş, Maun 7. ayeti, tefsirinin meal kısmında bir türlü, bağımsız mealinde ise başka bir türlü çeviriyor. 7. ayet mealde şöyle:

“En ufak bir yardımı esirgerler. (Zekât veya ev hacetlerini ödünç vermezler)

Anılan ayet, Ateş’in tefsirindeki meal kısmında ise şöyle tercüme edilmiş:
“Zekât (veya koğa, çanak-çömlek gibi ev eşyasını ödünç) vermezler.”

“Eşyayı ödünç vermezler” nereden çıktı? Ayet böyle bir kelime kullanmamış. Kullanılan kelime ‘yemne’ün’ kelimesidir. ‘Menetmek’ kökünden çoğul bir fiil. Tevilsiz, tartışmasız şu demek: “Engellerler.”

“Vermezler” denmiyor, “varacağı yere varmasına engel olurlar” deniyor. İkisi çok farklı. ‘Vermezler’ demek sıradan bir mesajdır. Nihayet, iyilik yapmazlar demek olur ki, Kur’an’da yüzlerce yerde tekrarlanmıştır. Mucize devrimlerin suresinde söylenen bu değildir. “Kamu halkının varması gereken yere varmasını engellerler” dediğinizde Kur’an’da ilk kez (ve tek yerde) söylenen bir sözle karşılaşıyorsunuz ve bir devrim anlam ruhunuzu ürpertiyor. Şunu fark ediyorsunuz: Kamu mal ve haklarını bizzat yemek değil, onların gitmesi gereken yere gitmelerine bir biçimde engel olmak bile maskeli bir dinsizlik oluşturur.

İşte mucize devrim, budur. Ve Maun suresinin söylediği de budur.

Maun suresi ihlalcileri keşke sadece birilerine bir şeyler vermemekle kalsalar. Vermemek, en kötü ihtimalle bir günahtır ve Kur’an onun için kimseyi dini inkârla itham etmez, böyle bir şey için kimseye lanet okumaz. Burada söz konusu olan, vermemek değil, kamu haklarının, gitmesi gereken yerlere ve kişilere gitmesine engel olmaktır. İşte büyük bela, budur. Dinin inkârıyla eşanlamlı tutulan kötülük, budur. Ve bu muhteşem mesaj, birçok çeviri gibi, Ateş’in çevirisinde de uçup gitmiştir.

Dahası var: Yahudilikten İslam’a geçen yazar Muhammed Esed, ayeti dehşet verici bir anlam kaydırmasıyla şöyle tercüme etmektedir:

“Hast thou ever considered (the kind of man) who gives the lie to all moral law?: Hiç bütün ahlakî kuralları yalanlayan bir insan türü tasavvur edebilir misin?” (Esed, The Message of the Qur’an, 979)

Esed’in, Maun suresi 1.ayetin tercümesi olarak verdiği cümle güzel bir cümle olabilir ama bu surenin bir ayeti değildir. Hatta öyle bir cümle Kur’an’ın hiçbir yerinde yoktur.

Anlaşılan o ki, nüfus kâğıdında ‘Müslüman’ yazan, ‘namazlı-niyazlı’ insanların ‘dini inkâr eden’ insanlar olarak damgalanabileceklerini düşünmek bile çıldırtıcı gelmektedir. Hepimize çıldırtıcı gelebiliyor ama ne yapalım ki, Kur’an böyle diyor. O halde yol bellidir:

Aklımızı, Allah’ın dediğini çarpıtmak istikametinde değil, Allah’ın söylediğinin arka planını, gerçek hikmetini kavramak istikametinde kullanacağız.

İki örnek verdiğimiz bu tercümeler, suredeki mesajın dünyada işe yaramasını tamamen engellemekte, işi müşrikler-dinsizler meselesi haline getirip öbür dünyaya havale etmektedir. Bu dünyada bu dinin ve bu kitabın ardı sıra gidenlerse verilmesi gereken mesaj öte dünyaya havale edildiği için, Kur’an’ı asırlardır okumalarına rağmen bu sureden zerre kadar yararlanamamaktalar. Oysaki içinde kıvrandıkları temel belaların çözümü, bu suredeki o ‘yok edilen mesaj’ın ta kendisidir.

Oyunlardan biri de, ‘din’ sözcüğüne, bir parantez hilesiyle bir ‘gün’ sözcüğü eklemek ve anlamı şu hale getirivermekle oynanıyor:

“Gördün mü o, din (gününü) yalan sayanı?”

Onu gördük ama ondan önemlisi, anlam kaydırıcılarının Kur’an’a soktukları yalanları da gördük. Nereden çıktı ‘din günü’ tabiri? Kur’an, ‘din günü’ tabirini defalarca kullanmıştır. Resmî tertip sırasıyla ilk sure olan Fâtiha’nın 4. ayeti aynen şöyle: “Allah, din gününün sahibidir.”

‘Din günü’ tabiri 13 yerde kullanılmıştır: Fâtiha, 4; Hicr, 35; Saffât, 20; Sâd, 78; Zâriyât, 12; Vâkıa, 56; Meâric, 26; Müddessir, 46; İnfitar, 15, 17, 18; Mutaffifin, 11.

Kur’an, bunun iki katından fazla yerde de ‘din’ kelimesini tamlamasız kullanmıştır. Demek ki, tanrısal kitap bir hikmete bağlı olarak, bazı yerlerde ‘din’, bazı yerlerde ise ‘din günü’ tabirini kullanmıştır. Şimdi, Allah’ın ‘din’ dediği yerde, bir sürçi lisan mı olmuştur da birileri onu tamamlamak için ‘gün’ kelimesi ekliyor?! Yüce Tanrı isteseydi, Maun suresinde de ‘din günü’ tabirini kullanırdı ama kullanmamıştır; özellikle kullanmamıştır. Çünkü surenin vermek istediği mesaj o kullanımla verilemezdi. Kur’an’ı gönderen kudret bu sureye çok farklı bir iş yaptırıyor. Nedir o?

Maun suresi nitelikli imansızlığı deşifre ediyor.

Meallerde iyi veya kötü niyetle sergilenen tavrın amacı belli:

‘Din gününü yalanlayanlar’ dediğiniz anda okkanın altına gidecek olanlar, âhireti inkâr eden Ebu Cehiller, Âs bin Vâiller, Velid bin Muğîreler veya benzeri çağdaş inkârcılar olacak. Bir yandan ‘Allah, Allah’ sadaları çıkarıp öte yandan, Müslümanları soyup soğana çeviren sahtekârlar ‘namazlı-niyazlı adamlar’ (!) oldukları için aklanacaklar. Aklanacaklar ne demek, ‘beş vakit namazlı mübarek adamlar’ unvanı bile alacaklar. Yani ‘domuz etini’, hatta ondan da beter olan ‘kul hakkı’nı yiyecekler ama besmele çekerek yedikleri için hem günahtan kurtulacaklar hem de sevap ve saygı kazanacaklar.

‘Domuz etini besmele çekerek yiyenler’ bütün zulümlerine, bütün rezilliklerine, bütün azmışlıklarma, hatta bazen bütün namussuzluklarına rağmen, bir de ‘din hamisi’ pozlarında ona buna çalım satacaklar. Hatta onun bunun dinine-imanına kalite kontrolü yapma cüretine bile yeltenecekler. Yıllardan beri bu imansız cüreti göstermiyorlar mı? Ve tek eksiği, birkaç rekât namaz olan birçok zavallı insanın bunların kin ve iftiraları yüzünden ‘zındık, hatta dinsiz adam’ olarak damgalanması sürüp gitmiyor mu?

İşte, Kur’an, din adına tevessül ve teşebbüs edilen bu ağır vicdansızlığı, bu nitelikli imansızlığı deşifre ediyor, yere çalıyor. Kur’an, ‘imansızlığı’ veya ‘sıradan imansızlığı’ birçok ayetinde anlatıp tanıtmıştır. Bu surede deşifre edilen ve tanıtılan ise ‘nitelikli imansız1ık’tır. Yani bu surede, öteki imansızlıklardan çok daha ağır bir imansızlık tanıtılıyor.

Ayetin söylediğini aynen söyleyip ‘dini yalanlayanlar’ tabirini kullandığınızda, ortaya çıkacak tablo dehşet vericidir: Çünkü namazlı niyazlı birtakım riyakârların bu görüntülerine rağmen, dinsiz-imansız, inkârcı olabilecekleri Kur’an’ın tanıklığıyla tespit edilmiş oluyor. Daha açık bir ifadeyle, din ile dincilik, dindar ile dinci farkı ortaya konmuş oluyor.

RİYANIN EN SİNSİ ŞİRK VE EN ZARARLI DÜŞMAN OLDUĞUNU İLAN

Riyanın mahiyeti ve tahribatı, bu eserin bundan sonraki bölümünde (İkinci Bölüm) ayrı bir başlık altında incelenmiştir.
Burada, sadece Maun suresinin mesajı bağlamında kısaca ele alınacaktır.

İslam’ın bütün kutsal metinlerine göre, riya, şirktir. Müşrik olmak için Allah’a açıkça ortak koşmak şart değildir; Kur’an’m şirk alâmeti gördüğü şeyleri taşımak yeter.

“Şirk iki türlüdür: Sözle şirk, hal ile şirk. Tanrı’nın oğul ve ortağı olduğunu iddia etmek sözle şirktir. İnsanın içinde Tanrı’dan başka şeyler için yer ve yol bulunması da hal ile şirktir.” (Sultan Veled, Maarif, 53)

Kur’an dilinin büyük ustası Isfahanlı Râgıb’a göre, “Büyük şirk, Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, inkârın ve küfrün en büyüğüdür. Küçük şirk ise bazı iş ve fiilleri icra ederken Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakârlık, ikiyüzlülük bu cümledendir.”

Hz. Peygamber, ümmeti adma şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu şirk türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah'a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.” (İbn Mâce, Zühd, 21)

Gizli şirke değinen hadislerde dikkatler riyakârlık üzerine çekiliyor ve riya, gizli şirkin en yıkıcı görünümü olarak veriliyor. Bu gerçek göz önüne alınarak bakıldığında, takıyyecilik, halkı aldatma... gibi hastalıklara tutulmuş bulunan Allah ile aldatma odaklarının tümü, müşrik sıfatına müstahaktır.

Şunu asla unutmamalıyız: Din adı altında dinsizliğin en zehirlisini sahneleyenler, dine karşı olanlar değil, dinin savunucusu olduğunu iddia eden Allah ile aldatma sahtekârlarıdır. Birçok insanı dine-Allah’a düşman hale getirenler de bunlardır.

Muhaddis-fakîh İbn Hacer el-Heytemî, eserinin şirki inceleyen bölümünün giriş kısmına Maun suresinin, namazına riya bulaştıranları lanetleyen ayetini koymuştur. (Heytemî, ez-Zevacir, 1/62) Heytemî, aynı eserinin birkaç sayfa ilerisinde de Hz. Peygamber’in şu ürperten sözünü, Tayâlisî, Ahmed bin Hanbel, Taberânî, Hâkim ve Beyhakî gibi hadisçilerden naklen kaydetmiştir:

“Kıldığı namaza riya bulaştıran kişi şirke gitmiştir, tuttuğu oruca riya bulaştıran kişi şirke gitmiştir, verdiği sadakaya riya bulaştıran kişi de şirke gitmiştir.” (Heytemî, ez-Zevacir, 1/68)

Mürai Tip tanıtılıyor:
Müfessirlerin babası diye anılan Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/1209), ‘Mefâtihu’l-Gayb’ adlı anıt tefsirinde Maun suresinin riyayı deşifre eden 6. ayetini, ‘bağımsız bir şerir tipi tanıtan ayet’ olarak gösteriyor. Râzî’ye göre, bu ayet, başka birçok ayette tanıtılan münafık tipi değil, ‘mürâi’ tipi yani riyakârı tanıtıyor. Şöyle diyor Râzî:

“Münafık, dışında iman gösterip içinde inkâr saklayan tiptir. Mürâî ise kalbinde olmayan bir şeyi, samimiyeti varmış gibi göstererek halkın kendisini ‘mütedeyyin’ sanmasını sağlayan tiptir.”

Münafık tipin ‘dindarlık taslamak’veya‘din üzerinden menfaat devşirmek’ gibi bir kaygısı yoktur, o sadece ‘Müslümanlardan biri olarak gözükmek’1e yetinmektedir. Bu gözükmenin taşıdığı riski ve tehdidi de bilmektedir. Ama müraî tip öyle değildir, o, dinde iddialıdır, kendisini ‘en dindar’ göstermektedir. Dinin avukatlığına soyunabilmekte, onun bunun dinine imanina kalite kontrolü bile yapmaktadır. O halde, şunu tespit etmeliyiz:

Din ve iman alanında en tehlikeli ve en kuduz tip, ne kâfirdir ne de münahk; en tehlikeli ve en şerir tip, müraî tiptir. Yani Maun suresinin lanetlediği dinci tip.

Kur’an’ın verilerine dayanarak şu tespiti de yapmalıyız:

İçlerinde çıkarcılık saklayanlar, içlerinde inkâr saklayanlardan daha tehlikeli ve daha alçaktır.

Münafık, içinde inkâr sağlayan tiptir. İçi ile dişini bir tutmadığı için münafık da bir riyakârdır ama unutmamak lazım ki, riyakârlıkları menfaatçılığa dayananlar, Kur’an’a göre, daha tehlikelidir. Çünkü onların halkı kandırma ihtimalleri daha yüksektir.

Riyanın değişik alt başlıkları olabilir: Şirk, münafıklık, menfaatçılık. Değişmeyen şu ki, riya asla bir mert tavır değildir, iki yüzlülüh ve kahpelik türüdür. Riyakâr, bu kahpeliği bazen şirh olarak öne çıkarır, bazen nifak, bazen de çıkarcılık.

Netice olarak, Maun suresinin önümüze koyduğu tip müşrik tiptir, münafık tip değil. Nitekim bu sureyi tefsir eden bütün müfessirler riyanın şirk türlerinden biri olduğunda ittifak etmişlerdir. Türk asıllı büyük bir müfessir olan Cârullah Zemahşerî (ölm. 538/1143), 'Keşşaf adlı anıt tefsirinde, bu surede ele alınan riyayı ‘şirkin bölümlerinden biri’ olarak tanıttıktan sonra şu hadisi naklediyor:

“Riya, siyah karıncanın karanlık gecede siyah yün kaftandaki yürüyüşünden daha sessiz ve sinsice yol alır.” Zemahşerî şunu da söylüyor:
“Bu surenin dikkat çektiği hal üzere olan nice ‘İslam’ damgalı kişi vardır. Hatta bunlar içinde bu riyakâr sıfatına müstahak nice ‘ulema’ unvanı taşıyanlar vardır.” (el-Keşşâf ’an Hakaaikut-Tanzil, 4/289-290)

Mısırlı müfessir Ahmet Mustafa el-Merâğî (ölm. 1952) bu surede namazları lanetlenenleri anlatırken şunları söylüyor:

“Evet, onlar namaz kılarlar; fakat yaptıkları ameller sadece halk görsün diyedir. Mallarından başkalarına bir şey verme yükümlülüğüne asla girmezler. Bunların namazları kendilerini ‘dini yalanlayanlar’ çizgisinden kurtarmaz. Kamu hakkı talancılarmın, kendilerini ‘İslam’ damgasıyla damgalamaları veya bu damgayl taşımamaları hiçbir fark yaratmaz. Allah’ın hükmü tektir. Aşlrılmış isim ve unvanlar bu hükmü değiştirmenin gerekçesi olamaz. Taşınan o unvanlar ve isimler, Cenabı Hakk’ın muradına uygunluk arz ettiklerinde bir değer taşırlar.”

“Dini tasdik edenleri dini yalanlayanlardan ayıran nitelikler adalet, merhamet ve insanlara iyiliktir. Bu nitelikler yoksa din de yoktur.” (Ahmet Mustafa Merâğî, Tefsir, 10/250)

Bazılarının sandığı gibi, ayetin, müminlerin maske namaz kilanlarına değil, müşriklerin namazlarına sataştığlnı düşünsek bile, değişen bir şey olmaz. Çünkü müşrikler dinsiz değillerdi, Allah’ı kabul ediyor, ancak O’na ortak koşuyorlardı. Riya da bir şirk olduğuna göre, riyakâr musallî, resmiyette Müslüman da olsa müşriklik etmiş demektir. Çünkü burada önemsenen, kamu haklarlnl talan edenlerin namazlı-niyazlı kişiler olabileceği ve bunların gerçekte birer din yalanlayıcı hükmünde tutulduklarıdır. Eğer başlangıçta mümin iken bunu yapmışlarsa zaten bunu yaptıkları anda müşrik konumuna geçmektedirler. Sonuç her iki halde de aynıdır.

Müşrik İnanmışlık Tanıtılıyor:

Hem namaz kılıp hem de kamu hakkı talan eden kişi, bu yaptığıyla ‘muvahhit inanmışlık’ (Allah’l birleyen müminlik) sıfatini yitirip ‘müşrik inanmışlık’ sıfatı altına girmiştir. ‘Müşrik inanmışlık’ tabiri birilerini şaşırtabilir, birilerini de kızdırabilir ama unutmayalım ki biz bu tabiri Kur’an’ın bir ayetinden aldık. Kur’an, sarsıcı bir hakikate parmak basıyor: İnsanlığın büyük çoğunluğunun müşriklik hali içine girmeden mümin olmayı başaramayacağına dikkat çekiyor. Şöyle diyor:

“Onların çoğu, müşrikler durumuna düşmüş olma hali dışında Allah’a iman etmez.” (Yusuf, 106)

KAMU HAKLARINA TECAVÜZÜN DİNSİZLİK OLDUĞUNU İLAN

Maun suresinin en büyük devrimi, kamu haklarına tecavüz edenlerin maskeli inkârcılar olduğunun ilan ve tescil edilmesidir. Devrimler yaratan sure, dini yalan satmayı gerekçelendirirken iki şeyi öne çıkarmaktır:

1. Riyakârlık,
2. Kamu mal ve haklarının yerine ulaşmasına bir biçimde engel olmak yani gulûl suçu işlemek.

Şu bir gerçek ki, Kur’an mal ve parayı hayatın biricik veya egemen değeri sayanların dini olamayacağını açıkça söylemektedir. Bu Kur’ansa1 gerçek dikkate alındığında şunu söylemek zorunlu hale gelir: İnsanları sömürmek için Allah ile aldatan dinciliğin, adının tam tersine, dini-imanı yoktur. İslam Peygamberi tehlikeye şu sözleriyle dikkat çekmiştir:

“Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır. Benim ümmetimin bozgun sebebi de maldır.”

“Kişinin mal ve gurura düşkünlüğünün dinine getirdiği zarar, sürü içine dalmış kurtların koyunlara getireceği zarardan daha büyüktür.”

Mal putu ile din istismarını birlikte kullanabilecek konuma gelmiş kadroların ve siyasetlerin egemen olduğu bir toplum, cehennemini daha bu dünyada kendi eliyle kurmuş demektir.

Maun suresi, iki zulme savaş açıyor: Kamu malları talanı, riyakârlık. Kamu hak ve imkânlarının yerine ulaşmasına engel olmanın da biri aktif engelleme, biri de pasif engelleme olmak üzere iki türü vardır. Aktif engellemede, kamu malı çalınır-çırpılır, çarçur edilir; buna engel olacak mevzuat düzenlemeleri yapılmaz. Pasif engelleme ise yanlışlıklara seyirci kalmak suretiyle sergilenir.

Hz. Peygamber, kamu malı çalmış, kamu hakkına tasallutta bulunmuş olanların cenaze namazını kılmamıştır.

“Bir harp sonrasında Hz. Peygamber’e: ‘Filanca, filanca, falanca şehit oldu’ diye tekmil verdiler. O, bunlardan birisi için şöyle dedi: ‘Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de, kamu mallarından çaldığı bir giysidir.’ Hz. Peygamber bunun ardında Hattab oğlu Ömer’i çağırarak şu talimatı verdi: ‘Git, ey Hattab oğlu, git de insanlara şunu duyur: Cennete yalnız ve yalnız müminler gidecektir.” (Müslim, iman; İbn Hanbel, 1/30, 47; ibnü’Kayyum . Zâdü’l-Meâd, 1/515, 3/ 107-108)
Peygamberimizin Ömer’e söylediği söz, kamu malı hırsızlarının mümin niteliğini yitirdiklerine kanıttır. Nitekim Maun suresinin söylediği de budur. Ebu’l-Müfessirîn (Müfessirlerin babası) unvanıyla anılan Fahreddin Râzî (ölm. 606/1209) tefsiri Mefûtîhu’l-Gayb’da Maun suresinin taşıdığı mesajlara dikkat çekerken şunu da söylüyor:

“Cenabı Hak, bu surede, riyakârlık ile kamu haklarının yerlerine ulaşmasına engel olmak arasında ilişki kurarak iideta şöyle demek istemiştir: Namaz benim içindir, kamu hakları halk için. Mann suresinin tanıttığı suçlular, Allah için olanı halka sunmaya kalkıyorlar, halk için olanı da halkın yararlanmasından uzaklaştırıyorlar. Yani bu suçlular aynı anda hem Hakk’a hem de halka kötülük ediyorlar.” (Mefâtîhu’l- Gayb, 32/116)

İkinci Bölüm
DEVRİMLERİ BAŞARILI KILACAK DEVRİM:
ŞİRKİN DEŞİFRE EDİLMESİ


EN BÜYÜK DÜŞNANI TANINAK

Şirk, Kur’an’ın en hayatî kavramlarından biri, belki de en hayatî kavramıdır. Çünkü onu bilmeden Kur’an’ın hiçbir kavramını tanımak mümkün olmaz. Şirki tanımadan Kur’an’ın mesajını, getirdiği dini tanımak mümkün olmaz. O halde, şirk, herhangi bir eserin bir bölümü halinde anlatılacak kadar sıradan bir kavram değildir. Onu, bağımsız bir eser olarak ele almak ve sayfa kısıtlamasına gitmeden anlatmak gerekir. Bunun içindir ki biz, şirki, burada çok kısa bir özetini vereceğimız bağımsız bir eserle inceledik: 'Din Maskeli Allah Düşmanlığı: ŞİRK'


Şirke isyan etmeyen bir benlik, tevhidin dostu ve mümini olamaz. İstediği kadar ‘Allah, Allah’ diye bağırsın, istediği kadar namaz kılıp oruç tutsun. Onun içindir ki, şirkin iyiden iyiye irdelenmesi, sinip saklanmasına en küçük bir imkân bırakılmaması gerekir. Şirk, tevhidin en büyük peygamberinin ifadesiyle, ‘gece karanlığında siyah kaftanın siyah tüyleri arasında yürüyen karıncanın sessizliği içinde yol alır’. Şirki tanıma seferberliği, Kur’an ümmetinin en hayatî, en büyük ve en zorlu seferberliği olmalıdır. Eğer olmuyorsa ne Kur’an mümininden ne de Kur’an dininden ve imanından söz edebiliriz.

Kur’an’m tek düşmanı zulüm, en büyük düşmanı ise zulmün en yıkıcı görünümü olan şirktir. Gerçek bir Kur’an mümini düşmanmı ararken bir tek soruya odaklanacaktır: “Şirk, özellikle maskeli kirk nerededir?” Bu soru Kur’an mümininin en büyük düşmanım bazen bir mabedin içinde karşısına dikebilir.

Bir muvahhidin en büyük düşmanı, şirktir. Kur’an’ın düşmanlık hedefi olarak gösterdiği zulüm de şirkin bir uzantısıdır. Çünkü “şirk gerçekten çok büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) Bir inanç kitlesinin en büyük düşmanım tanımaması kadar büyük bir hüsrana olamaz. İslam dünyası işte bu hüsranın ta ortasında debelenmektedir. Çünkü İslam dünyası şirki tanımamakta, tanımak yönünde ciddi bir gayret de göstermemektedir.

İslam dünyası şirkin pençesinde kıvranmaktadır. Belini doğrultamamasının sebebi, budur. Allah, hiçbir kitleyi günahları, eksikleri yüzünden perişan etmez, perişanlık ve hüsran sadece şirkin sonucudur. Şirk, insanın emek ve üretimini ile yaramaz hale getiren tek beladır. Kur’an bu gerçeğin altını defalarca çizmesine rağmen, geleneksel yaklaşımlar buna gereken önemi vermemiş veya verememiştir. İslam dünyasının en büyük felaketinin gizli-masheli kirk olacagını Hz. Muhammed asırlar öncesinden haber vermiştir. Ve bunun, ümmeti adına kendisini korkutan bir numaralı musibet olduğunu da söylemiştir.

Hz. Peygamber’in, şirkin açabileceği tahribattan yakınan sahabîlere öğrettiği bir duadan öğreniyoruz ki, şirkin, henüz adı konmamış türleri de vardır. Hz. Peygamber, şirkten Allah’a sığınmayı önerdiği sahabîlerine şu yolda dua etmelerini söylüyor:

“Allahım! Sana, bildiğimiz şeylerin herhangi biriyle şirk koşmaktan sana sığınırız. Ye sana, bilmediğimiz şeylerle şirk koşma ihtimalinden de senin altını dileriz.” (Heytemî, ez-Zevâcir, 1/66)

Ümmetin en seçkinlerinden biri olan Hz. Ebu Bekir’e de şöyle diyor:

“Ey Ebu Bekir! Sizin içinizde şirk, karıncanın yürüyüşünden daha sinsi ve sessiz seyreder. Şunu bilin ki, bir kişinin, karşısındakine, ‘Sen ve Allah dilerse olur’ demesi de şirkin bir parçasıdır.” (Heytemî, age. 1/66)

Karıncanın yürüyüşünden daha sinsi ve sessiz olan bu ‘maskeli şirk’, yine Peygamberimiz tarafından, ‘iç dünyanın gizliliklerindeki kirk’ (şirkü’s-serâir) olarak da anılmıştır. Şirkten söz etmeye başladığımızda, işte böylesine tehlikeli ve kahpe bir düşmanı tanıtacağız demektir.

PEYGAMBERLER KİME VE NEYE KARŞI SAVAŞTI?

Peygamberlerin mücadelesi dinsizlik veya ateizme karşı değil, sahte din olan şirke karşıdır. Hz. Muhammed’in baş düşmanı olan Mekke oligarşisi, Hz. Muhammed’le ateizm veya dinsizlik adına değil, atalarının dini olan şirk adına savaştı. Musa’nın, İsa’nın savaşları da dinsizliğe karşı değil, sahte dine karşıydı. İsa’yı dinsizler, ateistler değil, Yahudi hahamlar çarmıha gerdirdi. Tarihin her döneminde ve bugün, gerçek dindarların savaşları ateizm veya dinsizliğe karşı değil sahte dine karşı olmalıdır.

Hiçbir peygamberin mesajında ateizme veya dinsizliğe karşı savaş çağrısı yoktur; çağrı zulme, azgınlığa, kodamanlara, tâğutlara, haksızlığa, talana, kısaca, şer ve şirk kodamanlarına karşı savaş çağrısıdır. Başta ibadetler olmak üzere diğer bütün dinsel unsurlar ve motifler, bu esas savaşı verecek olan güçleri donatmak, daha iyi savaşır hale getirmek içindir. Kur’an’m dini, öncelikleri bakımından, ‘ibadetler ve tespihler dini’ değil, ‘zulme karşı mücadele dini’dir.

Hz. Muhammed de geleneksel Emevî dinciliğinin empoze ettiği gibi bir din adamı, bir ruhban değil, bir özgürlükler ve haklar savaşçısıdır. O halde, geleneğin anlattığı peygamber Kur’an’ın peygamberi olmadığı gibi geleneğin anlattığı Allah da Kur’an’ın Allah’ı değildir. İkbal’in deyişiyle, “Kur’an’ın dini başkadır, mollanın dini başka.” Sonuç olarak da Kur’an’ın Allah’ı başkadır, mollanın Allah’ı başka.

ŞİRKİN MAHİYETİ

Şirk ve şirket, ortaklık demektir. Aynı kökten gelen şerîk ise ortak anlamındadır. Kur’an, bu şerîk sözcüğünün çoğulu olan şürekâ kelimesini A1lah’a ortak koşulanlar anlamında defalarca kullanmıştır.

Şirke bulaşana, müşrik denir. Müşrik, şirk dininin mensubu olanların adı ve sıfatıdır. Tıpkı 'mümin’ kelimesinin Kur’an dinine mensup olanların isim ve sıfatı olduğu gibi.

Şirk, Allah’ın yanına bir kişi veya bir şeyi koymak şeklinde adî bir ortaklık görünümünde olabileceği gibi, onlarca hatta yüzlerce elemanın söz sahibi olduğu bir anonim ortaklık görünümünde de olabilir. Şürekânın sayısı sürekli değişir; değişmeyen ortak daima Allah’tır. Hint şirkinde ilahların sayısı binlerle ifade ediliyor. Şirk ve şirkette Allah’ın yanına ortak olarak konan kişi veya kuvvetin seçkin, kutsal olması çirkin doğuşunu ne engeller ne de geciktirir. Allah’ın yetkiderinden Allah dışında birine pay çıkarılmışsa kullanılan ortağın Firavun olması ile Musa olması arasında fark yoktur. Kur’an’ın ısrarla dikkatlere açtığı tevhit sırlarından biri de budur.

Şirkte kullanılan ortaklar arenasına (veya konseyine) panteon denir. Panteonsuz ve ilahlar arası hiyerarşisiz şirk olmaz.

Panteon, Eski Yunanda ilahlar arenası veya parlamentosu anlamındaydı. Panteon, her biri bir konuda söz sahibi olan ilahların, baş ilah Zeus liderliğinde karar aldıkları bir platformdur. Bu platforma Eski Yunan paganizmi, zaman içinde bazı ‘büyük ve seçkin kişilerin ruhları’nı da söz ve oy sahibi olarak eklemiştir. Panteon, giderek bir anonim şirkete dönüşmüştür. İslam öncesi Arap Yarımadası’nda da tipik bir panteon vardı. Kur’an’m mele’ veya mütrefler dediği kodamanlar ekibi de bu panteonun söz ve oy sahipleri arasındadır.

ŞİRKİN ÖNE ÇIKARDIĞI GEREKÇELER

Şirk (yedek ilahlı din), Allah’tan başkalarını vekil etmenin yani yedek ilahlar devreye sokmanın gerekçesi olarak iki şey ileri sürmüştür:

1. Yedek ilahların (şürehâ, endâd) insanı Allah’a yaklaştırması:

Şirkin bu sayı Kur’an tarafından şöyle tanıtılmaktadır:

“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Arı duru din yalnız ve yalnız Allah’ındır! O’nun yanında birilerini daha veliler edinerek, ‘Biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz’ diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir.” (Zümer, 3)

Kur’an, Allah ile insan arasında uzaklık, mesafe, ayrılık olmadığını bildirerek ‘yaklaştırıcı ve yakınlaştırıcı’ gerekçesinin tümden sakat olduğuna dikkat çekiyor:

“Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)

Allah, insana şah damarından daha yakınsa insanın insanı Allah’a yaklaştırmasından söz etmek bile bir saçmalıktır, bir şirk bühtanıdır.

2. Yedek ilahların Allah katında şefaatçı olması:

Bu aldanış hem Zümer suresinde hem de Yunus suresinde tanıtılmakta ve cevabı verilmektedir:

‘Yoksa Allah’ın berisinden şefaatçılar mı edindiler? De ki, ‘Onlar hiçbir şeye sahip olmayan/hiçbir şeye gücü yetmeyen, aklını da işletmeyen varlıklar olsalar da mı?’ De ki, ‘Şefaat, tümden ve sadece Allah’ındır! Göklerin ve yerin mülkü/yönetimi O’nundur. Sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer, 43-44)

“Allah’ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: ‘Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır.’ De onlara: ‘Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?’ Şanı yücedir O’nun, ortak koştuklarından arınmıştır O.” (Yunus, 18)

Allah’a karşı en büyük ihanet ve kahpelik, şirktir. Bunun içindir ki şirk dışındaki sürçmelerin (küfür de dahil) affedilebileceğini söyleyen Kur’an, İslam dini dışında kalanlara da ümit ve ufuk açtığı halde söz şirke geldiğinde, tanrım birden değiştirip şirke batık olarak ölenlerin kurtulamayacağını hükme bağlamaktadır. (bk. Nisa, 48, 116)

Dinin adı İslam konmuştur. Bu ad, sadece Hz. Muhammed dönemi müminlerinin değil, tüm peygamberlerin bağlılarının ortak adıdır. İslam, teslimiyet demektir. Tevhidin formül cümlesi olan Kelimei Tevhidi uyguladığımızda İslam’ı şöyle tanımlamamız gerekiyor: “Hiçbir teslimiyet yoh, sadece Allah’a teslimiyet var.” İslam, Allah’a da teslim olanların dini değildir, sadece Allah’a teslim olanların dinidir. Bu ‘sadece’yi asla unutmamalıjnz. Çünkü tevhit bir ‘sadeceler sistemi’dir.

“İslam, Allah’a teslimiyettir” demek, işin yarısıdır. Diğer yarısını da yakalamak için şöyle demek gerekir: “İslam, Allah’tan başka hiçbir kudrete teslim olmamaktır.”
Kelimei Tevhit diye andığımız “La ilahe illellah: Hiçbir tanrı yok, sadece Allah var” cümlesiyle formüllendirilen polaritede kutuplardan herhangi birini gereğince tanımadığınızda ötekini gereğince tanımanız da mümkün olmaktan çıkar. Bu da sizi, o kutupla ilgili tüm tespit, tavır ve eylemlerinizde yanlış yapmaya mahkûm eder.

Tevhit tanınmaylnca tevhit dininin saatleri insan hayatına girmez. Tevhitten beklenen bereket, barış, nimet, esenlik, mutluluk, sürekli uzaklarda, göklerde kalır.

Bugün dünya şirkin pençesindedir. insanlığın büyük çoğunluğunun şirke bulaşmamış bir imandan yoksun olduğu ve olacağı Kur’an’ın beyanları arasındadır. (bk.Yusuf, 106) Rabbin bu beyanı, elbette ki haktır ve tecelli edecektir. Etmiştir. insanlık dünyası, şirkin onlarca türüyle yara bere içinde kıvranmaktadır.

Dünyayı şirkin sadece bir türüne, açık türüne karşı değil, bütün türlerine karşı isyana çağırıp savaşa sokan tek kutsal metin, Kur’an’dır. Onun en büyük devrimlerinden biri, şirki bütün türleriyle tanıtmak olmuştur.

Kur’an, şirkin bütün değerleri ve üretimleri işe yaramaz hale getireceğini, hem de Hz. Peygamber’e hitaben, evrensel-zaman üstü bir ilke olarak Zümer suresi 65.ayette vermiştir:

‘Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke saparsan izleyip ürettiklerin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun!” (Aynı ilkenin değişik şekilde ifadeye konuluşu için bk. En’am, 88; Tevbe, 17, 69)

ŞİRK BİR DİNDİR

Şirk, bir dinsizlik değildir, ateizm hiç değildir. Tam aksine, şirk, insanlık tarihinin en yaman ve inatçı dinidir. Tevhitle tek farkı, şirkte söz ve hüküm sahibinin birden çok olmasıdır.

Kur’an ne ateizmden söz eder ne de dinsizlikten. Esasında felsefi-kozmik anlamda ateist insan yoktur. Böyle olunca da dinsiz insan yoktur. Kur’an, sahte ilah ve sahte dinden şikâyetçidir; ateizm ve dinsizlikten değil. İnsanoğlu, kendi anladığı Tanrı’ya inanmayana ateist, kendi anladığı dine inanmayana dinsiz demektedir. Gerçekte ne ateist vardır ne de dinsiz; sahte ilahlara kul olanlarla, sahte dine teslim olanlar vardır. Yani müşrikler vardır. Bunlar, nüfus kartları bakımından şu veya bu dine mensup olabilirler, hatta şu veya bu dinin ‘militan’ derecede savunucusu bile olabilirler. Nitekim Kur’an vahyine savaş açan Mekke müşrikleri dinsiz-imansız kişiler değillerdi, şirk dininin sadık ve militan mensuplarıydı.

Kur’an’da vurgu yapılan noktalardan biri de şudur: Cahiliye şirk dininde, yedek ilahların yani şürekâ panteonunun başında Allah vardır, Eski Yunandaki gibi Zeus türü bir ilah değil... Birçoğumuzun gözden kaçırdığı bu nokta, Kur’an’ın savaştığı şirki tanıma ve tevhitle farkını kavrama bakımından en hayatî noktadır. Yani Arap cahiliyye panteonunda, bazılarının sandığı gibi, Allah’ın inkârı yoktur. Bu noktada Kur’an’ın açık ve tartışma üstü ifadesi böyledir:

“Eğer o şirke batmışlara, ‘gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim hükmüne boyun eğdirdi?’ diye sorsan, yemin olsun ki, Allah diyeceklerdir.” (Ankebût,61; Lokman,25)
Bir şeyi daha ekliyor Kur’an: Panteon mantığı, Allah’ın yanına ortaklar koyarken Allah’a giiçsiizlük, yetersizlik isnat etmez. İkincil, üçiincül. ilahlara yer vermesini şu gerekçeyle açıklar:
“Bizim bunlara ibadet ve kulluk etmemiz, bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diyedir.” (Zümer, 3)

Kısaca, panteon dininde iş ve oluşlar, özellikle sonsuz kurtuluş, asla ve asla tek imza ile olmamaktadır; panteonun diğer elemanlarından birinin veya birkaçının daha imzası gerekir. Tevhit veya Kur’an dininde ise cennet belgesi, bir tek imza taşır. Bu, Allah’m imzasıdır. Cennete girmede Allah’tan başka yetkililerin de imzasına ihtiyaç duyulan din, adı ve sloganları ne olursa olsun, Kur’an’ın dini yani tevhit olamaz.

Tevhit dininden panteon veya şirk dinine doğru sapma nasıl vücut buluyor? Kur’an burada, Allah ile insan arasına ‘yaklaştırıcılar, şefaatçılar’ koymak ile insanın rableştirilmesinden söz etmektedir. Zümer suresinin büyük devrimi, işte bu yaklaştırıcıları, şefaatçıları deşifre etmesidir.

Şirk dini, bir ibadetsizler, taatsızlar dini değildir. Emevî zorbaları, şirkin gözden kaçırılmasını sağlamak için şirki bir tür ibadetsizler-taatsızlar meşrebi gibi tanıttı. Böylece, ibadeti, namazı niyazı olan, ama hayatında o namaz dışında Kur’an’dan eser bulunmayan birçok maskeli imansız ve ahlaksız kendini Müslüman diye kabul ettirdi. Onunla da yetinmediler: Kendilerini İslam’ın savunucuları, en iyi dindarlar, Allah’ın avukatları gibi lanse ettiler.

Kur’an’m şirki deşifre eden beyanlara bize gösteriyor ki, Mekke şirk panteonunun militan kulları, namazlı niyazlı insanlardı. Hatta onlar, Kâbe’de ibadet halkının kendilerine ait olduğunu savunuyor, Hz. Muhammed’i atalar dinine kafa tuttuğu için Kâbe’ye sokmuyorlardı. Kâbe’de ibadete ehil olarak sadece kendilerini görüyorlardı. Kur’an bu hayatî gerçeğe parmak basmış, ‘Mekke miişriklerinin Beytullah’taki salâtı’ndan yani namazlarından söz etmiş, müminlerin namazlarıyla onlarmkini kıyaslamıştır:

“Onlar Mescid-i Haram’dan müminleri geri çevirip dururken, Allah onlara neden azap etmeyecekmiş? Onlar Mescid-i Haram’ın dostları/koruyucuları da değillerdir. Onun dostları/koruyucuları takva sahiplerinden başkası değildir. Ama onların çokları bunu bilmezler. Onların Beytullah’taki namazı/duası, ıslık çalmak, el çırpmak/gerçek namazı kılanlara engel olmaktan başka bir şey değildir. O halde, inkâr ediyor olduğunuz için tadın azabı.” (Enfal, 34-35)

Salât (namaz) içinde Allah’ın ismi mutlaka anıldığı halde, Kur’an, kendi müminlerinden bahsederken, ‘Rabbinin ismini anarak namaz kılıp dua eden' (A’1a, 15) ifadesini kullanmaktadlr. Neden? Cevap açıktır. Salât, Kur’an’ın indiği toplumda Hz. İbrahim’den beri bilinmekteydi. Bu yüzdendir ki Kur’an, salâtın ayrıntılarına girmez, onun tevhide bağlı özü üzerinde durur. Enfal 35. ayet bize gösteriyor ki, müşrik Araplar da Kâbe’de namaz kılarlardı. Ancak onların salâtı şekil unsurlarını içerdiği halde, şirke âlet edilmiş ve ruhundan uzaklaştırılmıştı. Kur’an, salâtın bu bilinen şekli üzerinde fazla durmadan, onun şirke bulaştlrllmış özünü temizleyen beyanlara ağırlık vermektedir. Örneğin, Tâha Suresi 14. ayette, “Salâtı benim zikrim için yerine getir!” denmektedir.

Örtülü veya açık şirke bulaşanlar, Allah’ın yalnız Kur’an’daki nitelikleriyle anılıp zikredilmesinden rahatsız olurlar.

ARACILAR-ŞEFAATÇILAR DİNİ

Şirk dininin en sinsi oyunları ‘kurtarıcılık ve aracılık’ maskesiyle sergilenir.

Zümer suresi, Kur’an’ın tevhidi anlatan temel suresidir. Şirkin en sinsi oyunları, tüm maskeleri bu surede tanıtımıştır. Özellikle, ayet 1-3, Zümer suresinin ana temasını vermektedir. Bu tema, hâlis dinin yalnız Allah’ın tekelinde olduğudur.
Dini Allah’a özgüleme tanrının en küçük anlamda zedelenmesi, şirktir.

Şirkte en az iki ortak söz konusudur. Kur’an’a göre, şirkin bu ortaklarından birisi, daima Allah’tır. Ortakları arasında Allah’ın bulunmadığı bir şirket Kur’an’m savaştığı şirk değildir. Bu demektir ki, şirk, bir dinsizlik veya ateizm değil, tam aksine, Allah’ı başköşeye oturtan ama O’nun yanına-yöresine başka ilahlar da koyan bir dindir. Şirk, insanlığın tevhitten sonra en eski ve en köklü dinidir. Ve şirk, kendisini tevhit diniyle sürekli iç içe tuttuğu için de tevhit açısından en tehlikeli ve en kahpe düşmandır.

Dinin, bir şirket malı olmaktan çıkarılıp yalnız Cenabı Hakk’a özgülenmesi gerçeği Zümer suresinin daha birkaç ayetinde dile getirilmiştir. 29. ayet şöyle diyor:

“Allah, hakkında birbiriyle didişen ortakların bulunduğu bir adamla, bir tek ere teslim olan bir adamı örnek verdi. Örnek olarak bu ikisi eşit olur mu?”

Allah’a varmak veya dinden nasiplenmek için araya başkalarını sokan anlayışa 36. ayet şu ihtarda bulunuyor:

“Allah, kuluna Kâfi değil mi, yetmiyor mu? Seni, O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa artık ona kılavuzluk edecek yoktur.”

Zümer suresi bize şunu da gösteriyor: Şirk illetine yakalananlar, ‘Allah’ın tek başına anılmasından rahatsız olmaktadır.’
45. ayet bu illeti deşifre ediyor:

“Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir, O’nun berisindeki, ilahlaştırılmış kişilerle birlikte anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”

Din meselesinin omurga noktasını veren ayetlerden biri de budur. Burada, insanoğlunun Allah’ı ortaksız anma noktasına gelmesinin kolay olmadığı, birçok insanın Allah’a iman adı altında bir tür ilahlar panteonuna inandığı, eşsiz Kur’an üslûbuyla verilmiştir.

Bu ayette verilen tevhit gerçeğini daha iyi anlamak için Mümin suresi 12. ayeti de dikkate almakta yarar vardır. Anılan ayet, azaptan kurtulmak niyazında bulunan müşriklere şu ilginç cevabın verileceğini söylüyor:

“Bu halinizin sebebi şu: Allah’a, yalnız O’na çağrıldığınızda inkâr etmiştiniz. O’na ortak koşulduğunda ise iman ediyordunuz. Artık hüküm o en yüce, o en büyük olan Allah’ın.”

Ayetin kullandığı kelimeler dikkate alınırsa buradaki inkâr, ateistlerin inkârl değil, görünüşte iman taşıyanların örtülü şirkidir. Yani ortada iman iddiası vardır, fakat bu iman, birtakım yardımcıları devreye sokmadan Allah’a iman noktasına yükseltilememiştir.

Örtülü imansızlık illetine tutulanlar Allah’ın dinini, Allah’ın kitabına teslim etmeye kalktığınızda korkunç bir rahatsızlık duymakta ve onlarca, yüzlerce kişi ve kitabl (şürekâ ve zübür), Allah’ın kitabıyla yarıştırırcasına öne çıkarmaktadırlar. Bunlar, “Kur’an da ne oluyor? Bak burada kimler ve neler var. Kur’an öyle diyor ama ulemamız, efendilerimiz, hazretlerimiz şöyle buyuruyorlar” diyerek âdeta Kur’an’m şürekâ (ortaklar) ve zübür (uydurma kutsal kitaplar) tarafından kontrol ve tashih edilmesi gerektiğini öne sürerler.

Bu kabullerini Allah’ın dinine fatura etmek için de tanrısal kitaba, Allah’ın tam tersini söylediği sıfatları yakıştırırlar.

“Kur’an mücmeldir” derler. Oysa ki Allah, Kur’an’ı ‘mufassal kitap’ olarak tanıtmaktadır. “Kur’an muğlaktır” derler; oysa ki Cenabı Hak kitabını mübeyyin, mübîn yani her şeyi açık açık gösteren kitap diye nitelendirmektedir. Şürekâ olmadan Kur’an’ın asla anlaşılamayacağını, bunun imkânsız denecek kadar zor olduğunu söylerler. Oysa ki Kur’an bunun tam aksini söylemektedir. (Kamer, 17, 22, 32, 40)

Tevhit, teslimiyet ister. Teslimiyet, eteğimizdeki tüm taşlann dökülmesini gerektirir. Eteğinizde bir tek taş kalsa tevhit burcuna yükselemezsiniz. Etekteki taşlar, vahyi çelmelemek üzere devreye soktuğumuz ‘uydurulmuş dinin pazarcıları’dır. Mümin suresi 83-85. ayetler, vermeye çalıştığımız bu Kur’ansal nükteyi bir ibret tablosu halinde ifadeye koymaktadır:

“Resulleri onlara açık seçilt beyyineler getirdiklerinde, onlar, yanlanndaki bilgiyle sevinip övündüler. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi. Hışmımızı gördüklerinde, ‘Allah’a, yalnızca O'na inandık, O’na ortak koltuğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Ne var ki, şiddetimizi gördüklerinde ettikleri iman kendilerine yarar sağlamadı.”

ŞİRKİN SERMAYESİ: PEYGAMBERLERİ VE BÜYÜK İNSANLARI PUTLAŞTIRMAK

PEYGAMBERLERİ İLAHLAŞTIRMAK

Kur’an dininde yani tevhit dininde peygamberler Allah’in elçileridir. Şirk dininde ise peygamberler Allah’in ortaklaridir. Bu ince çizgi, İslam dini içinde de zaman zaman gölgelenmekte ve insanlar ‘elçilik’ ile ‘ortaklik’ arasindaki hassas ayrımı yapmakta zorluk çekerek peygamberleri, farkında olmadan ‘Allah’in ortağı’ konumuna getirmektedirler. Bu hata, peygamberlerin getirdikleri tevhidin yani son söz sahibinin tek olduğu dinin şirke yani yedek ilahlı bir dine dönüşmesine yol açmaktadır. Kur'an, özellikle Hz. İsa’yi gündeme getirirken bu gerçeğe parmak basmaktadır.

Kur’an, peygamberlerin ‘beşer yani insan niteliklerinin altını israrla çizerek peygamberleri putlaştırma tehlikesine giden yolu tıkamak istiyor. Kur’an, hiçber peygambere ‘din kurucusu’ unvani vermez. Tüm peygamberler dini tebliğ eden elçilerdir. Bu elçilerin din bünyesinde söz haklari elbetteki diğer insanlarla kiyaslanamayacak kadar çok ve o derecede önemlidir. Bir dini, onun peygamberini dişlayarak anlamak mümkün değildir. Ancak burada hayatî nokta şudur:

Tevhit dininde son söz hakki, birden çok kuvvete verilmemiştir. Tevhidin esas anlami budur. Sadece sözle “Allah birdir” demekle tevhit gersekleşmez. Birlik ilkesinin hayatın bütün alanlarında işler kılınması lazımdır. Yoksa tevhit adı altında gizli şirk üretilir. Kur’an’in yarattığı devrimlerden biri de işte bu ‘gizli şirk pazarlamacılığı’nin maskesini düşürmesidir.

Birlik ilkesinin hayatın bütün alanlarında geçerli kılınması için Allah dışında hiçbir kuvvete (peygamber de dahil) haramlaştırma yetkisinin verilmemesi gerekiyor. Bu anlamda şâri’ (kanun koyucu) sadece Allah’tır. Bu anlamda Hz. Muhammed'in de şârî’ unvanı yoktur. Onun şârî’ unvanı, din koyma anlamında değil, devlet başkanı sıfatıyla tarihsel normlar koyma anlamındadır. O halde sünnet kavramının bu Kur’ansal-tevhidî esasa göre anlaşılması lazımdır. Sünnet, Hz. Peygamber’i ‘din kurucusu’ konumuna getirmenin aracı yapılamaz; yapılırsa bu gizli şirk olur.

Kur’an terminolojisini kullanarak konuşursak söylemek istediğimizi şöyle ifade ederiz:

“Tahrim yetkisi, yalnız ve yalnız Allah’ın elindedir.”

Tahrim, esasi serbestlik olan hayat alaninda bazı şeylerin yasak ilan edilmesini, başka bir deyimle haramlaştirilmasını ifade etmektedir. Kur’an, tahrim yetkisinin Allah’in tekelinde oldugunu, bu yetkinin insan tarafından kullanılamayacağını açıkça ifade etmektedir. (Nahl, 116; En’am, 145) Kur’an’a göre, bu yetki, peygamberler tarafından da kullanılamaz. (Tahrim, 1; En’am, 145) Çünkü sonuçta onlar da insandır, insana din koyuculugu sifatı verilmemiştir. Tahrim ise, dinin en hayati işlevidir. Bu işlevin Allah ile paylaşilmasi, şirk yani Allah’in yanıma yedek ilah eklemek demektir.

İslam kaynaklarında yer alan ve kelime anlamı ‘örf ve âdet’ olan ‘sünnet’, Hz. Peygamber’in, kendisine vahyedilen bir buyruğu yaşama şeklidir. Sonraki zamanlarda Peygamber’in sözleri de sünnet içine sokuldu ve ardından da ‘hadis’ adı altında binlerce söz uydurularak Peygamber’e isnat edildi. O halde, örf anlamında değil de din anlamında bir sünnetten söz etmek için iki şeyin varlığı kaçınılmazdır:
1. Kur’an’da yer alan bir buyruk,
2. Bu buyruğun Hz Peygamber tarafından uygulandığını gösteren kesin tarihsel belge.
Aksi halde, aynı zamanda örf ve toplumsal töre anlamındaki sünnet kelimesinin arkasına, İslam’ın geldiği dönemin veya karşılaştığı kültürlerin gelenek ve kabulleri saklanabilir. Böyle bir durumda ise, Hz. Peygamber, sahibi Allah olan bir dinin tebliğcisi olmaktan çıkarak, yaşadığı toplumun örflerini dinleştiren biri olur. Bunun anlamı ise, vahyin dinini beşerîleştirerek tahrip etmektir. Gerçekten de sünnet, sonraki zamanlarda Kur’an dinini tahripte araç olarak kullanılan bir kuruma dönüştürülmüştür.

Kısacası, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği vahye dayalı, evrensel, zamanüstü, insan yaradılışına uygun İslam yerine örfler, teviller ve uydurmalarla oluşturulan bir ‘beşer İslamı’ ortaya çıkmıştır. Biz bunu, ‘Kur’an’da Kristalleşen Vahyin İslamı’ yerine geçirilmiş bir ‘atalar İslamı’ olarak anıyoruz. Tabiî ki buradaki atalar, öncelikle Cahiliye arabizmini İslam dönemine taşıyan Emevî kodamanları olmaktadır. Gerçekten de bugünkü İslam dünyasında yaşanan din, büyük ölçüde bir Emevî dinidir.

ŞİRKİN EN ŞEYTANİ OYUNU:
ÖVEREK PUTLAŞTIRMAK

İnsanların birçoğu, peygamberlik konusunda, olması gereken sıfatları belirlemekle işin içinden çıkacaklarını sanırlar. Oysaki konunun önemli yanlarından biri de olmaması gerekenleri tespittir. Çünkü bu ikincisi gereğince yapılmadığında peygamberler ilahlaştırılır ve sonuçta dindarlık adı altında şirke meddahlık yoluna girilir. Hz. Peygamber bu Saygıyı duyan en büyük ruhtur. Ümmetini ısrarlı bir biçimde kendisini ilahlaştırmamak hususunda uyarmıştır. Ve göstermiştir ki, eski ümmetlerden birçoğu özellikle Hristiyan kitle bu yola girdiği için şirke bulaşmıştır.

Peygamberleri şirk aracı yapmada ilk belirti daima aşırı övgüdür. Bunun içindir ki, Hz. Muhammed’in ısrarla şunu istediğini görmekteyiz: Beni diğer peygamberlerle üstünlük yarışma sokmayın ve beni Hz. İsa’yı övdükleri gibi övmeyin, bana ‘Allah’ın kulu ve elçisi’ demekle yetinin.

Aşırı övgü aşamasını, peygamberi ‘din koyucu’ konumuna getirmek izler ki işte bu, nebinin Allah’a ortak yapılmasının resmiyet kazanmasıdır. Bu ikinci aşamada, din buyruklarının altında Allah’ın imzası yeterli olmaktan çıkar, cennete giriş belgesi de Allah-nebi imzalı hale gelir. Oysaki tevhidin belirgin niteliklerinden birincisi, din koyuculuk sıfatının Allah’a özgülenmesi, ikincisi de cennete giriş belgesinin altında Allah dışında hiçbir varlığın imzasının bulunmamasıdır.

Nebileri elçi olmaktan çıkarıp ortak yapan günahın failleri öncelikle tevhidin bu iki direğini çatlatırlar. Bu çatlatmada iyice başarılı oldular mı, artık peygamber Allah’ın emrinde bir elçi olmaktan çıkarılır Allah ile âdeta rekabete girişen bir alt-ilah konumuna getiıilir. Hatta, örneğin, İslam fıkıh mirasında olduğu gibi, Peygamberin sözleri Allah’ın sözlerini neshetmede (hükümden düşürmede) kullanılır. Fıkıhta buna, sünnetin Kur’an’ı neshetmesi deniyor.

Bütün bunlardan daha zalim bir günah vardır ki o da şudur: Tanrı elçilerini Tanrı’nın ortakları haline getiren gidişe karşı çıkanlar, “Peygamberlere saygısızlık eden, peygamberleri dışlayan" vs. gibi ithamlarla karalanır. Bu çift başlı sapıklığın tarih içinde kurumsal temsilcileri Ortaçağ kilise babalarıdır. Hz. İsa’nın dinini zulüm, kan ve dehşet aracı yapan engizisyon papazları, onun en samimi bağlılarını ‘İsa’ya saygısızlık’ iddiasıyla astılar, kestiler, yaktılar... Binlercesini, milyonlarcasını. Kadın, erkek, yaşlı genç demeden.

Peygamberlerin bedenlerinin kıyamete kadar diri olduğunu iddia etmek de nebileri ilahlaştırmaktır. Benzeri konularda olduğu gibi burada da hadis uydurmaya sığınılmıştır. Yüzyılımızın 'Hadis Allâmesi’ Nâsıruddin el-Elbanî (ölm. 1999), bu konuda hadis diye rivayet edilen sözlerin asılsız uydurmalar olduğunu belgelerini göstererek ispatlamıştır. (bk. Elbanî, el-Ahâdis ez-Zaîfa vel-Mevzûa, 1/360-371, 448-45, no: 201-203, 280, 282)

Tasavvuf-tarikat hurafelerinden biri olan bu anlayış Kur’an’ın beyanlarına aykırıdır. Kur’an, nebileri ‘beşer’ olarak niteleyip diğer beşer varlıklar gibi öldüklerini söylerken, diğer insanlar için kullandığı ‘meyyit’ (ölü) sözcüğünü kullanmıştır. (Zümer, 30) Bu ayetin, tevhidin omurga kavramlarını veren Zümer Suresi’nde yer alması da ayrı bir dikkat konusudur. Peygamberlerin yüceliği, onların eserlerinin ölümsüzlüğü iledir, et ve kemiklerinin ölmezliği ile değil. Et ve kemiği ölmez kabul etme tutkusu eski pagan bir tutkudur. Kur’an bunu yıkmıştır.

Hz. Muhammed’in bütün varlıklardan önce yaratıldığı yolundaki hadis patentli sözler de uydurmadır. Yüzyılın Hadis Allâmesi Elbanî bunların şecerelerini ayrıntılarıyla vermiştir. (Bk. Albanî, el-Ahâdîs ez-Zaifa/a, 1/473-474, no: 302, 303)

Nübüvvet bahsindeki şirk şaibeli bu genel yanlışların ardından Son Peygamber Hz. Muhammed ile ilgili birkaç uydurmaya daha değinmek gerekir.
1. Hz. Muhammed’in nurdan yaratıldığını söylemek: Kur’an, Hz. Muhammed'i ‘beşer’ olarak anmaktadır. Nurdan yaratılan bir varlığın insana örnek olması söz konusu edilemez. Kur’an, resullerin melekler gibi doğaüstü özellikler taşımasını isteyenleri putperestlikle, zalimlikle suçlarken tevhidin son elçisine nurdan yaratılmışlık niteliği vermez.

Muhammedî Nur anlayışıyla Hz. Muhammed’i beşer sıfatından soyup örnek alınamaz duruma getiren çevreler bununla da yetinmemiş, tüm varlık ve evrenin onun için yaratıldığını iddia etmişlerdir. Vahyin hiçbir beyanı, hiçbir nebiyi ‘Varlık ve evren senin için yaratıldı” diyerek yüceltmemiştir. Çünkü bu nitelik tanrılığın niteliklerindendir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. İbn Teymiye; Resail, 1/155 vd.)
Kur’an, Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat ve yüceltme noktasında dikkatleri hep kendine çekmiş, vurguyu Peygamber’e değil, vahye yapmıştır. Resul’ün ne fiziği ne kişiliği ne de başkaca bir bedensel üstünlüğü üzerinde durulmuştur.

İslam dünyası ise bu Kur’ansal tavır ve tarzın tam aksi bir yol tutmuş, Peygamberimizi yüceltmede Pavlus kilisesinin yöntemini öne çıkarıp vurguyu Kur’an’dan Peygamber’e çevirmiştir. Bu yol, sonu şirkle bitecek bir yoldur ki, Kur’an buna Hz. İsa konusunu anlatırken açıkça dikkat çekmiştir. Hz. Muhammed bahsinde, nebinin ölümünden sonra kalan tek mucize, Kur’an’dır.

2. Hz. Muhammed’in her davranışını din sanmak:

Hz. Muhammed, bir beşer-nebi olduğuna (melek-nebi olmadığına) göre, onun söz ve fiillerinin iki kategoriye ayrılması kaçınılmazdır:
a) Nebevî fiilleri,
b) Beşerî fiilleri.
Bu tevhit inceliği hiç dikkate alınmadan onun yaptığı, söylediği, susarak seyirci kaldığı her şey dinleştirilmiş, beşer-nebi bir melek-ilah nebiye dönüştürülmüştür.

Hz. Muhammed’in nebi yanına ilişkin Kur’an beyanları onun beter yanını da kapsayacak biçimde genişletilmekte ve Kur’an vahyine ilişkin üstünlükler Peygamber’in insan varlığına mal edilmektedir. Örneğin, “O kendi arzu ve isteğinden konuşmaz, onun size okuduğu, indirilmiş bir vahiyden başkası değildir.” (Necm, 3-4) ve “Peygamber size neyi getirdikse onu alın, size neyi yasakladıysa ona son verin” (Haşr, 7) ayetleri, Peygamberimize isnat edilen ve birçoğunun uydurma olduğunda kuşku bulunmayan sözleri vahiy ürünü haline getirmek için kanıt yapılmaktadır. Ne yazık ki bu Kur’an dışı yolun baş savunucusu İmam Şâfiî (ölm. 204/820) olmuştur. Onun, ana eseri et-Ümm’de ileri sürdüğü anlayışa göre, Hz. Peygamber’in sözleri de vahiydir. O halde Peygamber’e isnat edilen her şey, tıpkı Kur’an gibi bizi bağlar.

Şâfiî’nin bu konudaki Kur’andışılığı bu kadarla da kalmaz: Ona göre, Kur’an sünneti neshedemez ama sünnet Kur’an’ı neshedebilir. Şâfiî’nin bu Kur’an dışı anlayışı, Hanefi fıkhınm büyük ustalarından ed-Debûsî (ölm. 430/ 1038) tarafından Takvîmu’l Edille ve el-Esrar adlı eserlerde çürütülmüştür. Bizim bu noktadaki görüşümüz, Şâfiî’nin, tövbeyi gerektiren ve buram buram şirk kokan şaibeli bir tespit yaptığı merkezindedir. Allah, taksiratını affeder mi, bilemem!

Gerçek şu ki, Şâfiî ve benzerlerinin dayandığı ve yukarıda kayda geçirdiğimiz ayetlerde sözü edilen, Debûsî’nin de belirttiği gibi, Kur’an’dır. Müşrikler Hz. Muhammed’i şairlik, kâhinlik, sihirbazlıkla suçluyor, Kur’an’ı onun uydurduğunu söylüyorlardı. Ayetler bu müşrik iddiaya cevap getiriyor. Kur’an Hz. Muhammed’e beşer diyor ve farkını, kendisine vahiy gelmesi olarak gösteriyor. Gelen vahiy, ortadadır: Kur’an.

Sözün özü şudur: Hz. Peygamber, aynı zamanda bir devlet başkanı ve hakem sıfatıyla da iş yapmış, söz söylemiştir. Yani, teşrîde bulunmuştur. Bu teşrî (kanun koyma, kanun uygulama) faaliyetinin bazı ürünleri Kur’an tarafından vahye bağlanarak din içine alınmış, bazıları beşerî davranış ve yorum olarak bırakılmıştır. Önemli olan, davranış ve yorumların Kur’an tarafından vahiy adına tescil edilip edilmediğidir. Edilenler din olur, edilmeyenler örf ve yorum olarak kalır. Sahabî Câbir bin Abdullah’ın, Müslim’deki şu sözü, üzerinde olduğumuz konu bakımından son derece önemlidir. Câbir (ölm. 74/693) şöyle diyor:

“Bir yandan biz, meniyi dışarı boşaltarak gebeliği önlüyorduk, bir yandan da Kur’an vahyediliyordu. Eğer bizim dışarı boşalmamız, yasaklandığımız bir şey olsaydı, Kur’an bizi ondan yasaklardı.”

Câbir’in bu sözü, dini anlama ve sünnetin yerini belirlemede yaşamsal bir tespittir. Sahabî neslinin sünnetten ne anladığını göstermesi ve din adına yasak olanla olmayanı belirlemesi bakımından ışık tutucu bir sözdür. Ve ilkesel ifadesi şudur: Sünnet diye andığımız tavır ve tarz birçok şeyi yapar, söyler. Önemli olan, bunların Kur’an tarafından tescil edilip edilmediğidir. Tescil edilenleri dinleşir, zaman üstü olur; tescil edilmeyenleri tarihsel yorum olarak kalır.

Şu da gözden uzak tutulamaz: Sünnet adıyla ortaya getirilen kabullerin birçoğu, Peygamber’e ait davranış değildir. ‘Hadis’ adıyla ortaya getirilen sözlerin birçoğunun Peygamber’in sözü olmadığı gibi. Buharî çevirmeni Ahmed Naim (ölm. 1934), sünnet ve hadis konusundaki gelenekçiliği ile tanınmasına rağmen şunu söylemek zorunda kalmıştır:

“Sahabe ve onu izleyen kuşaktan bize aktarılan söz, fiil ve kabullerin hadis diye anıldığı da çokça rastlanan bir olgudur.” (Ahmed Naim, Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7) Ne yazık ki, bunun böyle olduğu, zaman içinde unutulmuş veya unutturulmuş, hadis adıyla önümüze getirilen her sözün Hz. Peygamber’in sözü olduğuna hükmedilmiştir.

Peygamber bir elçi ve yol göstericidir. Allah’ın lütfunu veya azabını dilediğine isabet ettiremez. Allah, hazinelerinin anahtarını peygamberlerine dahi teslim etmemiştir. O halde, herhangi bir peygamberi, Allah’ın hazinelerine tasarrufa yetkili gibi gösterecek övgülere muhatap kılmak, şirktir. Hiçbir peygamber, Allah’ın vahiyle bildirdikleri dışında, gaybı bilmez. En’am 59’a göre, gaybın anahtarları Allah’ın elinde ve gaybı bilmek, Allah’ın tekelindedir.

Hiçbir peygamber melek değildir. O halde, hiçbir pey- gamber hata ve günah işlemez varlık olarak düşünülemez. Peygamberleri böyle düşünmek, onları ilahlık mertebesine çıkarmak olacağından küfürdür. Ancak biz, peygamberlere olan saygımız yüzünden günah kelimesini onlara izafe etmeyerek, bunun yerine zelle (sürçme) deyimini kullanırız. Ama biliriz ki Kur’an, ‘günah’ (zenb) sözcüğünü peygamberlere, o arada Hz. Muhammed’e bile izafe etmiştir. Örnek olarak şu ayetlere bakılabilir: Yusuf 12; Şuara 14, Ğâfir 55; Muhammed 19; Fetih 2.

BÜYÜK İNSANIARI PUTLAŞTIRMAK YEYA EVLİYACILIK

Şirk, tarihin her döneminde iyi ve makbul insanları kullanarak meşruiyet sağlama yoluna gitmiştir. Kur’an, Kehf suresi 102. ayetinde, bu gerçeği, kendine özgü esrarlı üslubuyla önümüze koymaktadır:

“Gerçeği örten o nankörler, bazı kullarımı benim yanımdan-yöremden evliya edineceklerini mi sandılar! Biz, cehennemi bir konuk evi olarak gerçeği örten nankörler için hazırladık.”

Büyük eserler üretmiş büyük insanları yüceltmek, insandaki şirk illetini sürekli depreştirmiş ve büyük insanları ilahlaştırmanın basamağı olarak kullanılmıştır. Bütün pagan kültürlerde değişmez gerçeklerden biri de budur. İslam tarihinde bu putlaştırmanın kurumsal ve terimsel adı ‘evliyacılık’tır. Kur’an, evliyacılıktan şikâyetlerle doludur. Ve Kur’an, evliyacılığı şirkin bir uzantısı olarak tanıtmaktadır.

Kur’an’a göre, mümimlerin Allah dışında velileri de yoktur, mevlaları da. Kur’an, iki tip veliden söz etmektedir:
1. Hak dostu veliler (evliyaullah),
2. Şeytan dostu veliler (evliyau’ş-şeytan)
Birinci tür velilerden bir tek yerde söz edilmiştir: Yunus suresinin 62-64. ayetler. Bu ayetlerde Allah’ın velileri, Kur’an dininin değerlerini taşıyan müminler olarak tanıtılmaktadır. Kur’an dinine inanan her insan bu tanım içine girer. Ayrı bir sınıf, ayrı bir zümre söz konusu değildir. Ayetlerin açık tespiti şudur:
“Gözünüzü açın! Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Tasaya da düşmezler onlar. Onlar inanmış, takvaya sarılmışlardır. Dünya hayatında da âhirette de müjde vardır onlara. Allah’ın kelimelerinde değişme/değiştirme olmaz. İşte budur o büyük kurtuluş.”
Allah’ın velilerinin temel belirtisi 2 tanedir: İman, takva. Onların temel ödülleri de iki tanedir: Korku ve tasadan uzaklık, tanrısal muştu.

Allah evliyasının üç ayetle tanıtılmasına mukabil şeytan evliyası 50 civarında ayetle tanıtılmıştır. Sadece bu bile evliya kavramının nasıl bir tehlike ve tehdit taşıdığını görmeye yeter. Şeytan evliyasına değinen ayetlerin tümü, Allah’ın berisinden birilerinin veli edinilmesinin yaratacağı kötü sonuçlara dikkat çeker. Bu ayetlerin hiçbiri, ‘Allah’ı bırakıp da başka veliler edinmek’ten söz etmez. Bunun yerine, ‘Allah’ın berisinden, yanından yöresinden veliler edinmek’ tâbiri kullanılır.

Allah’ın şikâyetçi olduğu ‘veliler edinme’ yolu, Allah’ı bırakıp da sapılan bir yol değildir; tam aksine, bu evliya, Allah’ın yanına yöresine ilave edilen yarı ilah destekçilerdir. Tıpkı genel şirk kavramı gibi, burada da, Allah’ın inkârı yoktur; Allah kabul edilmektedir, ancak O’nun yanma yöresine şefaatçı, yaklaştırıcı, yakınlaştırıcı yedek ilahlar ilave edilmektedir. Buradan bakıldığında şunu görmekteyiz: Evliyacılık illetinin kurumu olan tarikatlardaki ‘yaklaştırıcı-yakınlaştırıcı-şefaatçı’ söylemiyle şirkin aynı tabirlerden oluşan söylemi yiizde yüz örtüşmektedir.

Evliya inancı veya evliya kültü, şirkin en kahırlı musibetlerinden biri olarak gösterilmektedir. Bu evliya, şeytandan ve insandan üretilmiş bir tür şirk panteonudur ki görünüşte insanı Allah’a götürmede vasıta yapılır, gerçekte ise insanı Allah’tan uzaklaştırır.

Şunu asla unutmayalım ki, bu şirk evliyası Allah’ın kulları arasından edinilmektedir. (bk. Kehf, 102) Kur’an’m bu noktaya parmak basması son derece önemlidir. Çünkü evliya kültüyle tevhidi şirke bulaştıran aldatıcılar, kendi şeytan evliyasını maskelemek için genellikle şöyle derler: “Kur’an’da kötülenen evliya, insandan değil, müşriklerin taptıkları putlardan olur; o evliyanın bizim efendilerimizle bir ilgisi yoktur.”
Bu savunmanın bizatihi kendisi bir şeytan evliyalığı sergilemektedir. Gerçek, bunun tam tersidir: Şeytan evliyası daima insanlardan olur. Maskeli şirkin savunucuları bu yedek ilahlarini ‘Allah ile aramızda yakınlaştırıcı ve şefaatçı’ diye pazarlamaktadırlar. (bk. Zümer, 3; Yunus, 18) Kur’an bunun bir şirk oyunu olduğunu söylemekte ve Kaf suresi 16. ayet ile Zümer
44. ayette bu iddianın dayanağını temelden yıkmaktadır. O ayetlere göre, Allah, insana şahdamarından daha yakındır ve şefaat tümden ve sadece Allah’ın elindedir. Böyle olunca, Allah ile kul arasında herhangi bir mesafeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz edilemez ki, yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. Şirkin ‘yaklaştırma’ iddiası, temelden tutarsız olduğu gibi, bizzat kendisi bir şirk itirafıdır. Allah’ın, kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de şirktir.
Müşriklerin sözünü ettikleri ‘ayrılık’ var sayılsa bile, Kur’an, şirkin bu varsayımdan yararlanma yollarını da kapatmıştır. Allah: “Benimle, yarattığımı baş başa bırak!” (Müddessir, 11) emrini vererek Allah ile kul arasına girmeye kalkmanın hiçbir gerekçesi olamayacağını ilan etmektedir.

Evliya şirkinin sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara da imkân verilmemiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tabiri yoktur. Hatta resmî mabet yoktur. Vaftiz ve afaroz hiç yoktur. Günah çıkarıcılara ihtiyaç yoktur; çünkü insan doğduğu anda temizliğinin ve güzelliğinin doruk noktasındadır. Allah’a kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır. Kur’an, vesayet ve vekâlet altında bir imanın söz konusu edildiği tüm sistemleri şirk ve zulüm sistemi olarak damgalamaktadır.

Toprah post, Allah dost olacahtır. Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir.

Böyle bir anlayışın şekillendirdiği dünyada aracılara, komisyonculara, hele hele kutsallaştırılmış haraç ve huruç çetelerine asla ihtiyaç yoktur. Komisyon, haraç ve huruç çetelerinin var olduğu bir din Kur’an’ın dini değildir, şirkin dinidir.

Hidayet önderliğini kişilere değil, ilkelere (Rabden indirilenlere) bağlanmıştır. Çünkü kişilerin hidayet önderliği devri, Hz. Muhammed’in bu âlemden ayrılışı ile tamamen kapatılmıştır.

“Rabbinizden size indirilene uyun, onun yanından-yöresinden edinilmiş evliyaya uymayın!” (A'raf, 1)


ŞİRKİN TENEL GöRÜNÜMLERİ

Şirkin temel görünümlerini veya şirki ele veren tezahürleri Kur’an açısından irdelediğimizde karşımıza şu tablo çıkmaktadlr:

1. ‘Yaklaştırıcılar’ Kabul Etmek:

Tevhidin omurga noktalarını tanıtan Zümer suresinin üçüncü ayeti çirkin bu niteliğini ortaya çıkarmaktadır:

“Gözünüzü açın! Arı duru din yalnız ve yalnız Allah’ındır. O’nun yanında birilerini daha veliler edinerek: ‘Biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz.’ diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah, onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir.”

Şirkin, insanı Allah’a yaklaştırıcıları gerekli gören anlayışına Kur’an iki yanıt vermiştir: Birincisi, Kaf suresi 16. ayettir ki, Allah’ı insana şah damarından daha yakın göstererek bırakın aracıyı ‘ara’nın bile olmadığmı ortaya koymuş, şirkin temel kanıtım geçersiz ve gereksiz kılmıştır.

İkinci beyyine, insanlık dünyasına inen ilk surelerde ifadeye konmuştur: 3. sure olan Müzzemmil ile 4. sure olan Müddessir’de. İlginçtir, anılan beyyine, bu surelerin ikisinde de 11. ayettir ve böyledir:
“Benimle, o nimete boğulmuş yalanlayıcıları başbaşa bırak!” (Müzzemmil, 11)

“Benimle, yarattığım kişiyi başbaşa bırak!” (Müddessir, 11)

Aynı mesaj iki ayrı espri içinde verilmiştir: İnsan ister imanlı, ister inkârcı olsun, her iki halde de Allah ile insan arasında yaklaştırıcı söz konusu edilemez.

Yaklaştırıcılar kabul edilmemesinin din hayatındaki uzantıları da gözden kaçırılmamalıdır: Din sınıfı, din kıyafeti, ibadette lider zorunluluğu, ibadet isin mabet zorunluluğu, vaftiz ve afaroz yoktur. Tüm yeryüzü temiz bir mabettir. En büyük ve en temiz mabet, yeryüzüdür.

2. Şefaatçılar Kabul Etmek:

Yunus suresi 18 ve Zümer suresi 43-44. ayetler, şirkin bu niteliğine dikkat çekmektedir. Burada da, tıpkı Zümer suresinde olduğu gibi, şirkin niteliği, şirk çocuklarının kendi ağızlarından verilmektedir. Cenabı Hak, şirkin sloganlarını, eleştiri için bile kendi dilinden veya muvahhit kullarının dilinden ifadeye koymamaktadır. Ayeti okuyalım:

“Allah’ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk-kölelik ediyorlar ve böyle diyorlar: ‘Bunlar bizim, Allah katındaki şefaatçılarımızdır.”
Kur’an’m bu şirk sloganına cevabı Zümer 44. ayette verilmiştir: “Şefaat tümden ve sadece Allah’ın elindedir.”

3. Fırkacılık, Hizipçilik:

Buna ‘dinde bölücülük’ de diyebiliriz. Kur’an bu illeti tanıtmada ‘fırka’ (hizip, grup, klik) kökünden isim ve füller kullanır.

Her şeyden önce, Allah ile peygamberler arasmda fırkacılık yasaklanmıştır. (bk. Nisa 150) Dini ikiye bölerek, “Bu Allah için, bu da peygamberin mantığıyla hareket etmek bir fırkacılıktır. Fırkacılığın zihniyet zemini şöyle atılmaktadır. “Falan ibadetin şu kadarını Allah rızası için, şu kadarını da Peygamber’in şefaati için yerine getiriyorum.” Bu sözü söyleyenler, andığımız fırkacılığı çok güzel fotoğraflamaktadır. İbadet yalnız ve yalnız Allah’ın rızası için yapılır. İslam, ibadetin yöneldiği amaç olarak sadece Allah rızasını tanır. Peygamber’in şefaati diye bir amaç ve ibadet hedefi yoktur. Bu fırkacılığı kırmak içindir ki Cin suresi 18. ayet başta olmak üzere birçok yerde, “Allah’a ibadete herhangi bir kişiyi ortak yapmayın!” emri verilmiştir. Herhangi bir kişi tabirinin içine peygamberlerin girmediğini söylemeye Kur’an izin vermez.

İkinci olarak, peygamberler arasında fırkacılık yapmak yasaklanmıştır. Kur’an’m tanıttığı ve istediği imanın özelliklerinden biri de peygamberler arasında ayrım ifade edecek tavırlara girmemektir. (bk. Bakara, 136, 285; Âli İmran, 84) Son Peygamber Hz. Muhammed, herhangi bir peygamberle kendisinin karşılaştırılmasını, hele hele kendisinin onlardan birine üstün gösterilmesini yasaklamıştır.

Üçüncü olarak, Kitap’ta fırkacılık yasaklanmıştır. Kitap tabiri hem tüm vahyi hem dört büyük peygambere inen dört büyük kitabı hem de bizzat Kur’an’ı ifade etmek için kullanılmaktadır. Ayrıca insan ve evren de ayetlerle dolu olarak tanıtıldığı için, birer kitap hükmündedir.

Kitapta fırkacılık, öncelikle vahyi taşıyan kitaplar, ikinci olarak da Kur’an-evren-insan kitapları arasında bölücülük yapmaktır. Kur’an tüm evrenin ve insanın taşıdığı ayetlerin incelenmesini isteyerek insan ve evren kitaplarının göz ardı edilmemesini istediği gibi eski peygamberlerin kitaplarının da göz ardı edilmemesini de ister. Kur’an ayrıca, kendisinin temsil ettiği din birliğinin parçalanmamasını, dinde kaynak olarak öne sürülecek alt-kutsal kitapların vücut bulmamasını da emreder. Bu alt kitaplara Kur’an ‘zübür’ diyor. Peygamberimiz bunları ‘mişna’ (Arapçası: mesnat) diye anmış ve mişnaların ortalığı sarmasınl kıyamet alametlerinden biri olarak göstermiştir.

Dini hizip kitaplarına bölmek, bizzat Kur’an’ın deyimiyle bir ‘takattu’ ifade eder. Takattu, kesip parçalara ayırmak, doğramak demektir.

Dini zübürlere bölmeyi açığa çıkaran temel ayetler Müminin suresinin 52-54. ayetleri ile Enbiya suresi 92-93. ayetleridir. Şöyle deniyor:

“İşte sizin bu ümmetiniz bir tek üoımettir. Ve ben de sizin rabbinizim, o halde benden sakının! Fakat onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen onları bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak!” (Müminin, 52-54)

Kitapta bölücülük, her fırkanın kendi başı veya lideri (efendi, şeyh, hazret, üstat vs.) tarafından yazılan kitapların dokunulmaz, eleştirilmez, değiştirilmez, sadeleştirilmez kılınması şeklinde alt putçuluklara da vücut verir. Tanrısal kitabın bile yoruma açık olduğu bir dinde birtakım insanların yazdıklarını dokunulmaz, eleştirilmez kılmaktan daha büyük bir sapıklık gösterilemez.

Bir kitabın sadeleştirilmez, eleştirilmez, düzeltilmez olduğunu iddia etmek, hiçbir tevil şeytanlığıyla aşılamayacak bir ‘peygamberlik’ iddiasıdır. Çünkü ‘dokunulmaz ve tashih edilmez kitap’ niteliği sadece peygambere vahyedilen kitaplarındır. Şeytan evliyasının kulları, efendilerinin kitaplarını açıkça vahiy ürünü göstermenin riskini göğüsleyemedikleri için, bir maske kullanmaktalar. Bu maske, efendilerinin kitaplarının tashih ve tercüme üstü olduğunu bir biçimde kabul ettirmek, yaşatmaktır. Bu yola gidenlerin, efendilerini peygamber ilan ettiklerini söylemekte en küçük bir tereddüt göstermek, onlarin günahlarına katılmak olur.

Dinde bölücülüğün şirkin bir görünümü olduğuna dikkat çekilerek bu bölücülüğe gitmeyi önlemek için şu uyarı yapılmaktadır: “Sakın şirke sapanlardan olmayan! Onlardan ki dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür.” (Rum, 31-32)

Bu ayetlerde bölücülük yasaklanırken, parçalanıp bölünmeyi ifade eden kelimeler kullanılmıştır. Aynı sözcükler, az sonra vereceğimiz ayette de kullanılmış ve Hz. Peygamber’e, dinde fırkacılık yapanlarla hiçbir ilgisinin olmadığı açıkça bildirilmiştir:

“Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 159)

Bu ayetten anlaşılır ki, dinde fırkacılık edenlerin, din ve Peygamber hakkında sloganları ne olursa olsun, gerçekte Hz. Muhammed’le aralarında bir iman bağı kalmamıştır. Bunlar ya kendi kendilerini aldatan basireti bağlanmış gafillerdir yahut da din ve peygamber sloganlarıyla saltanat ve menfaat devşiren ikiyüzlülerdir.

Tefrika sözcüğünün kullanılmasıyla dikkat çekilen bölücülüğün geçtiği birçok yerde, bu bölücülüğün, Allah’ın ayetleri geldikten sonra ve hatta bu ayetleri taşıyanlar tarafından sergilendiğinin altı çizilmektedir ki, bu da ayrı bir mucizedir. (Ali Imran, 105; Şûra, 14; Beyyine, 4)

Yolda fırkacılık da gündeme getirilmiştir. Bilindiği gibi, Kur’an ısrarlı bir biçimde insanı sıratı müstakime yani dosdoğru yola çağırmaktadır. Namazda okunan Fâtiha suresinin temel niyazlarmdan biri de “Bizi, sıratı müstakime kılavuzla!” isteğidir. Yol anlamında hem ‘sırat’ sözcüğü hem de ‘sebil’ sözcüğü kullanılmaktadır. Kur’an, işte bu iki sözcükle tefrika sözcüğünü birlikte kullandığı ayetlerinde yol olarak sadece Allah’ın yolunu izlememizi, başka yollara girerek ‘yolda fırkacılık’ yapmamamızı emrediyor:

“Benim dosdoğru yolum budur, onu izleyin! Başka yolları izlemeyin ki bu yollar sizi O’nun yolundan ayırıp fırkalara bölmesin. Sakınıp korunasınız diye O size bunu önermiştir.” (En’am, 153)

Fıkıh metodolojisinin büyük ustalarından sapılan Şâtıbî (ö1m.790/1388), Fatiha suresi son ayetteki ‘mağdûbun aleyhim: kendilerine gazap edilenler’ ile ‘dâllîn: karanlığa ve sapıklığa düşenler’ ifadesinin, tevhit yolundan sapan İslam içi ve İslam dışı tüm fırkalan kapsadığına dikkat çekmektedir. Bunlar, yine Şâtıbi’ye göre, En’am suresi 153. ayette gösterilen Allah’ın tek yolundan sapıp yine ‘öteki yollar’a koyulanlardır. Anılan ayet bize göstermektedir ki, tek olan yoldan sapıldığında parçalanma kaçınılmaz olur.
En’am 153’ün bize verdiği tevhit ölçüsü şudur: Fırkacılık veya tefrika varsa tek yoldan sapma tartışılmaz bir biçimde vardır. Şöyle de diyebiliriz: Tek yoldan sapılmışsa fırkacılık kaçınılmaz bir bela haline gelir.

Yolda fırkacılık, sıratı müstakim olan Kur’an yolunun yanında tarikat (yol), mezhep (bir anlamı da gidilen yol) adlarıyla yeni dinler oluşturmak biçiminde vücut bulmaktadır.

Ancak burada şunu ifadeyi bir insanlık borcu sayarız: Bugün her biri bağımsız bir din haline getirilen mezheplerin ve tarikatlarm ilk önderlerinin bu mezhep ve tarikatları dinleştirenlerden en azından ilke olarak ayrı tutulması gerekir. O insanlar, en azmdan büyük kısmıyla bilim ve düşünce üreten ve bu yolla hizmet vermek isteyen aydınlardı. Hiçbirinin, dinleşmiş birtakım kliklere öncülük etmek gibi bir niyeti yoktu. Bilim ve düşünce adamı olarak yorum yapıyorlardı ve bu yorumları kendilerine nispet ediyorlardı; bunları Kur’an’ın yerine koymaya çalışmıyorlardı, “Bize bunları Allah ilham etti, Peygamber bunları bize özel olarak söyledi” gibi şirk kalıntısı lakırdılar etmiyorlardı.
Sonraki zamanların hazırcı, taklitçi zümreleridir ki, bu insanları ve yorumlarım dokunulmaz kılıp yedek dinler ve yedek peygamberler ürettiler. Hatta, 'Hâtemü’l-Enbiya’ kavramına karşı ‘hâtemü’l-Evliya’ karşıt kavramı yarattılar. Bu kavrama dayanarak, “Velilik peygamberlikten, hâtemü’l-evliya da peygamberlerden üstündür” şeklinde hezeyanlar döktürdüler. Bu hezeyanların mahiyetini ve açtıkları tahribatı biz, ’İslam Dünyasında Akıl ve Kur’an Nasıl Dışlandı’ adlı eserimizde inceledik.

Fırkacılığın dehşet ve felaketinden uzak kalmanın yolu-yöntemi de gösterilmiştir: Hep birlikte ve sadece Allah’ın ipine yapqmak, fırkacılığa ve fırkalara son vermek. Bu kurtuluş reçetesini veren Âli İmran 103. ayet ‘Allah’ın ipi’ ve ‘teferruk: parçalanmak’ sözcüklerini kullanmıştır. Buyruk şudur: Allah’ın ipine sarılın, firkalara bölünmeye son verin!

Bugün, din adına, gerekçesi ve sloganı ne olursa olsun, oculuk buculuk diyerek fırkacılık yapanlar, Müslüman toplumları şirke götürmektedir. Bunların, Hz. Muhammed’le ilgilerinin olamayacağını Kur’an söylüyor. Kufan’ın söylediğinin gereğini yapmakla, acılar içinde kıvranan Müslüman kitlelere düşüyor.

4. Ecdat (Atalar) Kabullerinin Dinleştirilmesi:

Bu şirk belirişinin esası, atalardan görülen ve duymanı dokunulmaz-kutsal ve gerçeğin göstergesi ilan etmektir. Kur’an bu şirk belirtisinin altını elliyi aşkın yerde doğrudan, yüze yakın yerde de dolaylı olarak çizmektedir.

5. Fosilperestlik:

Fosilperestlik, fosile tapmak demek. Deyimi, Batı dillerine, Latince’deki ‘fossilis’ten geçen fosil kelimesiyle, Farsça’daki perestîden (tapmak) kelimesini kullanarak oluşturduk. Fosil, daha önce yaşamış bir varlığın toprak altındaki kalıntısı anlamında.

Varlığı toprak ötesine geçebilen bir canlının tüm yüceliği, fosilden daha fazla bir şey olabilmektir. Bu yüzden insan, tüm ruhçu düşünürler için, fosil olmayı aşan bir varlıktır. İnsanın bir fosilyanı vardır ama onu sadece fosil olarak düşünmek insan gerçeğine hakarettir. O halde insana saygıyı insanın fosil yanına bağlamak, çamuru ve yeraltını kutsal ilan etmek şeklinde bir ilkelliktir. Fosilperestlik, insanı, ölümsüz ilkelerin, ruhun konusu olmaktan çıkarıp et, kan ve kemik yığını durumuna getirmek ve ‘büyük insanlara saygı’yı fosile tapmaya dönüştürmek olarak tanımlanabilir.

Kur'an, insanı, fosile tapmaktan kurtarıp ilkelere bağlanma noktasına yükseltmek ister. Bunun içindir ki Kur'an, her şeyden önce, dini, kişiye bağlı bir kurum olmaktan çıkarır. Dinin kurucusu ve koruyucusu bir kişi veya kişiler değil Yaratıcı Kudret'tir, yani fosilleşmesi söz konusu edilemeyecek varlık. Bunun bir uzantısı olarak dinin adı da kişi veya kişilere nispet edilmek yerine barış ve esenlik anlamındaki bir kavrama nispet edilmiştir. Bu isim değiştirilemez, bir başka kelimeyle birleştirilemez. Kur'an, dini, onu tanıtan peygamberlerin adına nispet etmekten bile kaçınır. Kişilerin veya konsillerin kotardığı din, vahyin dini olamaz. Vahyin dinini kişi veya konsillerin adına nispet ederek anmak, Kur'an'a göre, şirktir.

İslam dünyasında fosilperestlik, yüzyıllardan beri, kitlelerin şuuraltı haline getirilmiştir. İslam dünyasında, fosil kuvvetlere başvurmadan ruhları coşturmak imkânsız denecek kadar zor oluyor. Mücadele fosil kuvvetler için veriliyor, alkışlar fosil kuvvetler için yankılanıyor. Fosil kuvvetlerin çokluğuyla öylesine övünülüyor ki mezarlar bile hesaba katılıp sayılıyor. (bk. Tekâsür suresi) Hareket ve varış noktalarını fosil kuvvetler belirliyor. Sevgiler ve yergiler fosil kuvvetlere yöneltiliyor. Saltanatlarını, kitleleri parçalamak üstüne oturtanların, evrensel ilkeler yerine fosil kuvvetlerin klik dinlerine çağırmaları, işte bu yüzdendir. Çünkü evrensel ilkelerde birleyen insanları birbirleriyle sürtüştürerek çıkar saltanatına enerji sağlamak mümkün olmaz. Kitleleri sömürmek için her ilke bir fosil kuvvetle eşitlenerek ortaya sürülecektir. delilik, türbe-fosille; ilim, ulema-fosille; politika, lider-fosille. Şirk, işte budur.

‘Fosil sömürüsünün aşılamaz rantı’ iyi bilindiği içindir ki herhangi bir koltuğa oturan, mihraba veya minbere çıkan, fosil kuvvet haline gelinceye kadar oradan inmek istememektedir. İşte bu yüzden, bütün bu alanlarda yeni ve yaşayan değerler üretmek yerine fosil ilahlara arzı ubûdiyet etmek yeğleniyor. Daha başarılı olmak, bir fosil ilahi daha fazla kutsamaya bağlanmıştır. Fosil kuvvetlere dil uzatmaksa ‘oyunbozanlık, fitne ve kutsala saygısızlık’ diye damgalanmaktadır.

6. Din Büyüklerinin Rableştirilmesi:

Din büyüklerinin rableştirilmesini, Kur’an, tevhidin şirke doğru çekilmesi olarak görmektedir. Bu konu, elinizdeki eserin Üçüncü Bölüm’ünün ikinci başlığı altında incelenmiştir. Tevbe suresi 31. ayet vahyedildiğinde 'din adamlarını ilahlaştırmanın nasıl olacağı’ Hz. Peygamber'e sorulmuş ve o, şu cevabı vermiştir:

“Din adamlarının serbest bıraktıklarını helal, karşı olduklarını haram görmek, onları rableştirmektir.” (Tirmizî, Tefsinı’l-Kur’an, 9)

Bu açıdan baktığımızda tasavvuf başta olmak üzere, İslamî bilgi ve irşat kurumlarının birçoğunun, Kur’an’ın denetiminden uzaklaşa uzaklaşa, âdeta yedek ilah üreten kurumlara dönüştüğünü söyleyebiliriz. İçtihat kapısının kapatılmasına gerekçe yapılan mezhepleşmiş fıkhın tartışılmaz fakîhi de tarikatların, ‘Allah katında şefaatçı’ olarak gördükleri efendileri de Kur’an ışığıyla baktığımızda birer yedek ilah konumundadır. çünkü hepsi tenkit üstüdür. Bu yedek ilahların birçoğunun, ‘cennete gidiş be1gesi’nin altına imza atma yetkileri vardır. Kur’an, cennete gidiş belgesinin altına Allah’tan başka birinin imza atmasını şirkin alametlerinden biri saymaktadır. Bırakın cennete girişin belgelenmesini, Kur’an, takvanın kimde olduğuna karar verme yetkisinin de sadece Allah’ın elinde olduğunu defalarca ifadeye koymuştur.

7. Türbeperestlik

Gizli şirkin görünümlerinden biri de türbeperestliktir. Türbeperestliğin varlığının kanıtı ise rableştirilen kişilerin mabetleştirilen türbeleridir. Türbeperestlik, İslam’ı şintoist bir kulvara sokmuştur. Peygamberlerin mezarlarını mabetleştirenlere lanet eden ve kendi mezarının mabetleştirilmemesini ısrarla isteyen (bk. Buhârî, cenâiz 62; Müslim, mesâcid 19) bir peygamberin ümmeti içinden yüzlerce, binlerce kişinin mezarının mabetleştirildiğini görmek, gerçekten ürperticidir.

Türbeler ziyaret edilir ama türbelere ibadet edilemez. İslam, türbeleri ziyarete, âhireti ve ölümü hatırlatıp insanı uyardıkları için izin vermiştir ama türbelerin mabetleştirilmesini, türbe ziyareti adı altında kabirlerin taabbüd (ibadet etme) konusu yapılmasını haram kılmıştır. Ne yazık ki bu haram, İslam coğrafyalarında yirmidört saat ve asırlardır çiğnenmektedir. Bu haramı böylesine yoğun biçimde işleyen bir kitlenin, kıldığı namazlar, bu şirk şaibeli günahın faturalarını ödemeye asla yetmez. Yetmediği içindir ki, İslam dünyasının yüzbinlerce camide kıldığı namazlar, Müslüman kitleleri kölelikten kurtarıp efendilik mevkiine çıkaramamakta, huzur ve mutluluk getirmemektedir. Kur’an’ın yeminle teminat altına aldığı “Müminler hurtulmuştur” (Müminûn, 1) taahhüdü, bir türlü gerçekleşmemektedir.

ŞİRKİN EN TEHLİKELİ TÜRÜ: RİYAKÂRLIK

“Bu ümmet, rahmetle muamele görmüş bir ümmettir. Bu ümmetin azabı bizzat kendi eliyle olacaktır.”
Hz. Muhammed

Başlığın altına koyduğumuz hadis, İbn Mâce’de geçmektedir. (İbn Mâce, Zühd 34) Bu ümmetin azabının kendi eliyle verilmesi, bu ümmetin riya ile mahvolacağının dolaylı bir ifadesidir. Çünkü bu ümmette ne ibadetsizlik vardır ne taatsizlik. Bu ümmet, tarihte hiçbir ümmetin hayatında görülmediği kadar mabet yapan bir ümmettir. Ama bu ümmetin mabetlerinin sayısı arttıkça derdi, kasaveti, kavgası, fesadı, mutsuzluğu, hatta ahlaksızlığı artmaktadır. Allah kimseye zulmetmeyeceğine ve bu ümmete de zulmetmediğine göre, bunun bir tek açıklaması olacaktır: Bu ümmet, içine girdiği riyakârlık yüzünden mutluluk ve huzurunu kendi eliyle hançerlemektedir. Bunun böyle olduğu ve olacağı bizim yorumumuz değildir; bizzat Hz. Muhammed’in mucize ihbarıdır. İleriki satırlarda bu ihbarın ayrıntılarını göreceğiz. En dehşet vericilerinden birini hemen kayda geçirelim:
Hz. Peygamber’in bir soru üzerine yaptığı bir riya tanıtımı vardır ki, gerçekten ürpertici, sarsıcıdır. Sahabîsi soruyor: “Yarın, kurtuluş nasıl olacaktır, ey Tanrı Elçisi?” Tanrı Elçisi cevap veriyor:

“Kurtuluşu hak etmek için, Allah’a hile yapıp oyun oynamaktan vazgeçmek gerekir.”

Sahabî, dehşet içinde tekrar soruyor: “Allah’a oyun oynamak nasıl olur, ey Tanrı Elçisi?”
Cevap: “Görünüşte Allah ve Elçisi’nin emrettiğini yapar ama içinden başka şeyler peşinde olursan Allah’a oyun oynamış olursun. Riyadan sakının, çünkü o Allah’a şirk koşmaktır.” (Heytemî, 1/68)

İslam din bilginleri, Kur’an’dan aldıkları ilham ile riyayı, ‘helâkedici kötülüklerin en büyükleri’ arasında görmektedirler. (bk. Heytemî, ez-Zevâcir, 1/79) Çünkü Hz. Peygamber’in bu konuda şöyle söylediğini bilmektedirler.

Anlaşılan o ki, riya veya riyakârlık insan hayatının en lanetli kavramı, en şerir tahrip unsurudur. Riya, insanın ürettiği bütün değerleri çürüten en kahpe düşmandır. Hz. Peygamber, ümmetini yakacak olan gizli şirkin alâmetlerinden birinin de riyakârlık olduğunu bildirmiş ve “Rüyanın en hafifi şirktir” buyurmuştur. (Tirmizî, nüzur 9; İbn Mâce, fiten 16)

Arap dilinin en büyüklügatçilerinden biriolan İbn Manzûr'un da işaret ettiği gibi, riyada fiil, niyetle uygunluk arz etmez. Bu uygunsuzluk tamamen veya kısmen olur. Kur’an, riyayı, ikiyüzlülükten ibaret olan münafıklıkla irtibatlandırır. Münafıkların belirgin alâmetlerinden biri de riyakârlıktır. (Nisa, 142) Riya, Mevlana Celaleddin’in deyimiyle, 'olduğu gibi görünmemek veya göründüğü gibi olmamak’tır.

Riyada, birinin (örneğin, Allah’ın) görmesi için sergilenmesi gereken fiil, bir başkası (örneğin, insan) görecek şekilde sergilenir. Özellikle din içi riyakârlıkta, iki başlı bir yalan saklıdır. Riyakâr, Allah için sergilediğini söylediği fiili kullar için sergileyerek bir yalan, Allah’tan beklediğini iddia ettiği karşılığı kullardan bekleyerek bir başka yalan içine girmiş durumdadır. Bu, tam bir kişilik çöküntüsü ve ruhsal iflastır. Riya, görüntüyle aldatma oyunudur. İyi niyetli bir insanın ibadetsizliği, riyaya sapmış bir insanın ibadetlerinden çok daha ümit verici, çok daha erdiricidir. Hz. Ali’nin şu sözü bu gerçeğin muhteşem bir ifadesidir:

“İnsan, Allah katında niyetiyle elde edeceği ödülü ameliyle elde edemez. Çünkü niyette riya söz konusu değildir.” (Heytemî, ez-Zevâcir, 1/69)

Riya, Mann suresinin açık beyanına göre, örtülü bir din inkârı, yanı dinsizliktir. Ve en kötü dinsizliktir. Çünkü riya, sinsi ve kahpe bir tahripçidir. İnkârln en kuduz şubesi münafıklık, münafıklığın en zehirli yanı, riyadır. Bu yüzden riya, son Peygamber tarafından gizli şirk olarak adlandırılmqtır.

Allah’a giden yola en amansız pusuyu kuran ve dini içinden yıkarak insanlığı bunalıma mahkûm eden bir numaralı illet, riyakârlıktır. Bütün erdirici ve yaratıcı atılımların belini kıran ve insanoğlunu hiçliğe esir ederek ömür sermayesini boşa harcatan kahredici bir beladır riyakârlık. Bu belaya çarpılmq birey ve toplum, kalıcı, huzur ve mutluluk getirici hiçbir değer üretemiyor. çünkü riya, güzeli ve iyiyi öldürmekle kalmaz, ümitleri de mahveder.

Kur’an’ın ve Son Peygamber’in hayatının incelenmesi, bizi şu sonuca götürüyor: Riyakârlıkla icra edilen en ideal ibadetlerden, samimiyet içinde işlenen en büyük günahlar bile yeğdir. Çünkü birinci halde, ibadetin karşılığı olmadığı gibi, ümit ve bekleyip de silinir. İkinci halde ise ümit ve bekleyip vardır. Çünkü eksiğini, günahını bilen insan, Allah önünde boyun büker ki, en emin kurtuluş yolu budur.
Rahatlıkla diyebiliriz ki, Allah’a kulluk ve sonsuz kurtuluş konusunda “Hiçbir şey yapamadım” itirafı, “Her şeyi yaptım” iddiasından çok daha üstün ve çok daha erdiricidir. Çünkü birincide riya söz konusu değildir. Bu yüzdendir ki, büyük gönül insanları, Allah karşısmda ibadetleri değil, boyun büktüren, kulluğun şuuruna erdiren eksikliği tercih etmişlerdir. İslam düşüncesinin doruk isimlerinden biri olan İranlı şair-filozof Şîrazlı Sadi (ölm. 691/1292) bu gerçeğe işaret ederken şöyle demiştir:

“Tanrım! Şikâyetçiyim o ibadetten ki beni senin önünde gurura iter. Kutsarım o günahı ki beni senin önünde boyun büktürür.”

Kur’an’ın iman ve ahlakın özü olarak tanıttığı melâmet budur.

Tamlık kapısından Allah’a gitmek, hayal ve muhaldir, insana yakqan, eksiklik ve eziklik kapısından Yaratıcı’ya sığınmaktır. Çünkü bu ikinci kapı, gizli şirk olan riyaya asla geçit vermez. Ve gizli şirkin giremediği bir gönül, sonsuz kurtulma adaydır.
Riya konusunda gösterge olarak namaz seçilmiştir.

Hem Kur’an hem de Hz. Peygamber, riya konusunu örneklendirmede namaza vurgu yapmaktadır. Neden namaz? Bilindiği gibi, namaz, Müslümanın hayatında en sık ve yoğun biçimde yer alan bir ibadettir. Kur’an’ın verilerine göre okumanın ardından ikinci ibadet olan namaz, geleneksel din anlayışında birinci sıraya oturtulmuştur. Böyle olunca vitrinlenme ihtiyacı duyan riyakâr ruhun en verimli istismar metaı, namaz olacaktır. Ve riyaya yakasını kaptırmış kitlelerin din edına durmadan mabet duvarı dikmelerinin sırrı da budur. Bu insanlar hep cami yaparlar ama o camilerin insan yaptığını göremezsiniz. Ne ilginçtir ki, Hz. Muhammed, mabet süslemeyi ümmetler için çöküş alâmeti gösteriyor. Bunun sebebi, işte şurada açıklamaya çalıştığımız olgudur.
Namazın bütün güzelliği, reklam aracı yapılmamasında yatıyor. Farzlar dışındaki tüm namazların cami dışında kılınmasının gerekli oluşu ve gece namazının üstünlüğü de bunu gösterir. Hz. Peygamber diyor ki: “Kulu Allah’a yaklaştırmada, gizli yapılan secdeden daha üstün hiçbir şey yoktur.” (İbn Mübarek, 50) Sahabîlerden Ebu Umâme mescitte secde edip ağlayan birini gördüğünde ona şu dersi vermiştir: “Eğer bunu halkın içinde değil de evinde yapmış olsaydın seni takdir ederdim.” (İbn Mübarek, 50) Diğer belirgin riya alanları, infak ve sadaka (mal ve para dağıtmak, yardım etmek), mücahitlik, kahramanlık, savaşçılık olarak gösteriliyor. (bk. 2/264, 4/38, 8/47)

Kur’an, riya konusunu örneklendirirken namazı bir sure ile ele alıyor: Mann suresi. Bu sure,'Dini yalan sayanı gördün mü?” sorusuyla başlıyor ki, riyakârların, dış davranışları ne olursa olsun, özde inkârcı olduklarına Kur’an üslitbu ile bir değildir. Maun suresinin ölümsüz mesajının ayrıntıları bu eserin birinci bölümünde incelenmişti.

Kur’an ve Peygamber’in şirk ile riya arasında irtibat kuran ifadeleri gerçekten ürperticidir. Riya, açık bir şekilde, şirkin bir görünümü olarak tanıtılmıştır ki başka bir tespite ihtiyaç bırakmaz. Hz. Peygamber, ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu şirk türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:

“Ümmetin adına en çok korktuğum şey, Allah’a kirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu kirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.” (İbn Mâce, zühd, 21)

Şirkin en kötüsü, en tehlikelisi ise, yine Peygamberimizin ifadesiyle ‘gizli şirk’tir. Gizli şirkin ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir Cenabı Peygamber:

“Gizli şirkin temel görünümü, riyakârlıktır.”

Üçüncü bölüm
MEVCUDU YIKARAK YARATILAN DEVRİMLER
DİN SINIFININ YIKILMASI

(Mucize Mesaj: Bakara 213)

"Dinin menfaati için dine hücumda ba- şarılı olmak, Tanrı'nın dine karşı ver- diği savapn en önemli zaferidir." Paul Tillich

Bakara suresi 213. ayetteki mesaj tümünde bir mesajın Kur’an dışında bir kutsal metinde verildiğine biz tanık olamadık. Bu ayetteki devrim mesajın omurgasını oluşturan ve terörist anlamına da gelen bâğî kelimesinin kökü olan bağy, Kur’an’da en hayatî mesajların verilmesinde kullanılan sözcüklerden biridir.

Bakara 213, insanlığın ilk çekişmelerinin sebebi olarak dini temsil edenlerin ‘bağy’ını göstermektedir. Ayet şöyle diyor:

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri honularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan kitabı hak olarak indirdi. O kitapta anlaşmazlığa düşenler, o kitabın bizzat muhataplarından başkası değildi. Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki bağy yüzünden çekişmeye girdiler. Sonra Allah, kendi izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırdı. Allah, dilediği kişiyi/dileyeni dosdoğru yola iletir.”

Demek olur ki, başlangıçta tek ve mutlu bir topluluk olan insanlığın daha iyiye ve kemale gitmesi için gönderilen din, onu temsil etme görevini üstlenenlerin tutulduğu ‘bağy’ denen bir illet yüzünden insanlığın perişanlığına kaynaklık eden bir zulüm ve dehşet kurumuna dönüştü.

Bu ayette omurgayı oluşturan sözcük bağy, sözcüğüdür. Nedir bağy? Kıskançlık, doymazlık, azgınlık, dengesizlik, yalancılık, kibir, zulüm, zinakârlık gibi anlamlar taşıyan bağy, din sömürüsü yapan insan tipinin tüm özelliklerini tek kelimeyle vermiştir. Bu bir söz mucizesidir. Kur’an, bu ayetteki söylemini, Ehlikitap din adamlarının yaptıklarını anlatırken yine bağy sözcüğünü kullanarak bir kez daha tekrarlıyor:

“Allah katında din İslanı’dır/barış ve esenlik için Allah’a teslim olmaktır. Kitap verilmiş olanlara gelince onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık/doymazlık/azgınlık/denge noktasından sapma/yalancılık/zulüm/ kibir/ zinakârlık yüzünden ihtilafa düştü. Kim Allah’ın ayetlerine nankörlük ederse Allah, hesabı çabucak görecektir.” (Âli İmran, 19)

Demek oluyor ki din maskeli ve gerekçeli bütün zulüm ve ahlaksızlıklar dini temsil durumundaki zümre tarafından sergilenmekte ve din, bunların kötülükleri yüzünden kavga ve kötülük kurumuna dönüşmektedir.

Din temsilcilerinin bağyi, dinde gulüv (azma, aşırılık) denen illetle de irtibatlandırılmaktadır.

Bağy, esas anlamıyla denge noktasından sapma olduğuna göre, dini temsil edenlerin sergiledikleri tüm olumsuzluklarin özünde bir sapma vardır. Bu sapma, denge noktasından sağa veya sola, iyi niyet veya kötü niyetle sergilenmiş olabilir. Değişmez gerçek şudur: Sapma, mutlaka ve muhakkak kötülükle sonuçlanır. Niyetin iyi, kısa vadeli sonucun bazı çıkarlara yaramış olması, bağydeki sapmayı meşru kılmaz.

Dindeki sapmaların tamamına yakını ‘daha çok sevap almak’, daha ‘iyi kul olmak’ vs. gibi ‘iyi niyetli’ başlangıçların vücut verdiği belalardır. Tanrı elçileri olan peygamberleri Tanrı’nın oğulları veya ortakları konumuna getirip tevhidi şirkle katranlayanlar, bu melanetlerini ‘peygamberleri övmek, onları yüceltmek’ adı altında yapmadılar mı? Hz. İsa Allah’ın oğludur diyenler, İsa’yı yüceltmekten başka neyi amaçlıyorlardı? Ama onların bu iyi niyetleri İsa’nın tevhidini şirke bulaştırmalarına engel olmadı.

Tevhit, kişilerin iyi niyetleriyle değil, vahyin ölçülerine sadakatle ayakta durur.

Din temsilcilerinin bağyı, haksızlık, azma, haset, zulüm, yalan, kibir gibi açıkça kötülük sergileyen sapmalar olabileceği gibi, dindeki farzlardan (olması gereken asgarilerden) daha iyiye, daha sevaba gitme niyetiyle sergilenen, ama dengeleri bozduğu için sonuçta yine insanın sıkıntısma sebep olan ‘görünüşte iyi’ sapmalar şeklinde de olabilmektedir.

Din hayatındaki uzun vadeli tahripler işte bu ikinci kısımdan yani ‘görünüşte iyi’ sapmalardan kaynaklanmaktadır. Çünkü bir farzı yerine getirmeyi yeterli görmeyip daha ileri gidenler zaman içinde bunların aynen o farz gibi dinleşmesine engel olamamaktadırlar. En azmdan, o farzla yetinenlerin ‘ikinci sınıf dindar’ ilan edilmesine engel olamamaktadırlar. Bir gün geliyor, toplumda en zehirli bölücülük türü olan “En iyi dindar benim” bölücülüğü başlıyor.

Dengeyi bozmanın nerede duracağı belli değildir. Bir örnek verelim: Kişinin istediğinde evinde tek başına kılabileceği dört-beş dakikalık bir ‘nafile namaz’ olan teravih namazı, Peygamberimizin “Camilere sokmayın, evinizde kılın!” buyruğuna rağmen, hem camiye sokulmuş hem de bir ila iki saatlik bir zaman alan ve Peygamber’in hayatında bir benzeri olmayan ‘örfi bir merasim’e dönüşmüştür.

Müslümanların din hayatında bunun onlarca örneği vardır. Birkaç örnek daha verelim:
1. Abdestte ayakların meshini isteyen Kur’an’ın bu emri 'Her seferinde yıkasa daha iyi olur' diye başlayan bir uygulamayla ortadan kaldırılmış ve ayakları her seferinde yıkamak abdestin farzlarından biri haline getirilmiştir.

2. Zorunlu hallerde (su yokluğu veya sağlık gerekçesi ile) abdest veya guslün (boy abdestinin) yerine geçecek olan teyemmüm, Allah için hasta olsan ne olur, su biraz soğukta ne olur” teranesiyle kullanılmaz hale getirilmiştir. İslam coğrafyalarının soğuk bölgelerinde, bu mantığı işlettiği için buz gibi sularla boy abdesti alıp zatüreye, giderek vereme ya- kalanan nice insan biliriz.

3. İki rekâtlık cuma namazı, “Farzdan sonra birkaç rekât daha kılınsa daha iyi olur, garanti olur” lakırdısıyla birkaç katına çıkarılmış, örneğin Türkiye’de 16 rekât olmuştur.

4. Sahur vaktini belirlemede, ‘ihtiyat payı’ adıyla birkaç da- kika erkene alınan ‘sahur bitişi’, zamanla bu ihtiyat payları büyütüle büyütüle yarı gecelere çekilmiş ve halk, “Daha se- vap olur” teranesiyle normalinden bir, bir buçuk saat daha fazla oruçlu kalmaya zorlanmıştır.

5. Yolculuk halinde oruç tutmama ruhsatı, “Tutsan daha iyi olmaz mı, arslan gibi adamsın, tut ki daha çok sevap alasın” baskılarıyla âdeta dinden s'*•=lmıştır. Oruç tutamayacak durumda olan birçok insan, bu bağy sevapçılığı yüzünden kendini zorlayarak oruç tutmakta, midesini delmekte, has- talığını azdırmakta veya hasta olmaktadır.

Kısacası, bağyın, o ‘iyi niyetli’ denen sapmaları bile insanla- ra çok ağır faturalar ödetmekte, dini bir rahmet ve kolaylık kurumu olmaktan çıkarıp bir zahmet ve işkence kurumuna dönüştürmektedir. Bu sapmalar bir süre sonra dinleyip ku- rallaştığı için normalini yapmaya kalkanlar ikinci sınıf din- dar gibi görülmekte, sapmayı eleştirenler ise ‘dinde reform yapan zındıklar’ şeklinde itham ve iftiraya maruz bırakılmaktadır.

Bağyın ‘çirkin’ sapmalarına gelince, onların hangi zulüm ve kahır facialarına yol açtığını anlamak için ‘dinler tarihi- nin kutsala fatura edilen cinayet, ihanet ve fesatları’na bak- mak gerekir. Bir örnek olarak, James A. Haught’un “Kutsal Dehşet” adıyla Türkçeleştirilen ‘Holy Horrors’ adlı kitabmı okuyabiliriz. İs1am’1a ilgili bölümlerinde haksız saptamalar olmakla birlikte, din temsilcilerinin bağy kaynaklı zulüm ve dehşetlerini tanımada önemli bir el kitabıdır.

Özetlersek, Bakara suresi 213 göstermektedir ki, din kaynaklı şiddet ve yozlaşmaların öncüleri ve sebepleri, ‘daha iyi din- dar, daha çok sevap’ gibi söylemlerle dini zorlaştıran ve kit- leyi nefrete, isyana, sonunda da dehşete ve şiddete iten din temsilcileridir. İşte bunun içindir ki Kur’an, tarih boyunca Allah’a vekâleten konuşan ve Allah’ın kullarını perişan eden din adamı tipinin tüm dokunulmazlıklarmı kaldırmış, din adamları sınıfının tüm üstünlük ve egemenliğini yok etmiş- tir. Bu üstünlük ve egemenliği yeniden kurmaya kalkanlar, Kur’an’ın getirdiği dinin mümini olmayı reddetmek yani kâfir olmak zorundadırlar. Başka hiçbir yol bu imkânı onlara ver- mez.


ALLAH İLE KUL ARASINA GİRENLER ŞİRK PUTUDUR

Kur’an, tebliğcisi olan Hz. Muhammed’e ve onun aracılığıyla tüm insanlara şunu söylüyor:

“Benimle, yarattığım kişiyi baş başa bırah!” (Müddessir, 11; Müzzemmil, 11)

Buyruğun, Müzzemmil suresindeki şekli böyledir: “Benimle, o nimete boğulmuş yalancıları baş başa bırah!”
Kur’an’ın tanıttığı Allah, insana şah damarından daha yakındır. (Kaf, 16) Bunun akla gelen ilk iki anlamı şudur:

1.Hiç kimse bir başkasını Allah’a yaklaştırmahtan söz ede- mez. Çünkü insana Allah’tan daha yakın hisbir varlık yoktur. “Ben sizi Allah’a yaklaştırıyorum” sözü, eğer dil sürçmesi değilse küfürdür.

Tebliğ ve irşat adamı, insanı Allah’a yaklaştıran değil, Allah’ın insana en yakın varlık olduğunu duyuran ve belle- ten adamdır.

1. Hiç kimsenin Allah ile hul arasında jandarmalık, bekçilik, vekillik yapma hak ve yetkisi yohtur. Bu zorunluluğu ifade eden birçok emir, Hz. Peygamber’e bile yöneltilmiştir.

Kur’an, din hayatının omurga noktalarından biri olan bu inceliği daha ilk buyruklarında gündeme getirerek insanlığı dikkatli olmaya çağırmıştır. Çünkü bu emrin çiğnenmesi, dini saltanat aracı yapan bir sınıf doğurarak engizisyona kapı açar. Engizisyon, Allah ile kul arasına girmeyi mesleh edinen ve bunu ‘din’ diye pazarlayan zihniyetlerin ürünüdür ve insan- lığa, tarihin en kanlı zulümlerini musallat etmiştir.

Engizisyon, şirkin yani Allah’a ortaklar üretmenin saltanat aracı yapılmasının sonucudur. Bu zehirli saltanat süreci, önce küçük komisyonculuklarla başlar: Birisi için dua etmek, ölü- lere sevap için mezarda okumak, günah işleyenler isin af dile- mek, ölülere rahmet aracılığı yapmak, Allah’a yaklaştırma iş- lemleri üstlenmek. Bu pis kokuların arkasından engizisyonun kanlı suratının çıkacağını bilmek gerekir. Çünkü bu unutkan- lık ve umursamazlık insanlığa çok pahalıya mal olmuştur.

DİN ADAMI DENİNCE

Batı insanı, din adamı ve mabet (kilise) denince, ister istemez engizisyonu da hatırlar.

Engizisyon, ortaçağdaki kilise hegemonyasının amansız ve acımasız din mahkemelerine verilen ad. Ruhbaniyeti, din sınıfını (Fr. clerge, İng. clergy) kabul eden bir sistemde, engi- zisyon kaçınılmazdır. İnsanoğlu, kendine üstünlük ve farklılık sağlayan kavram ve kurumların, değil silinmesine, aşınmasına bile izin vermez. Bu silinme ve aşınma kaçınılmaz olmuşsa o zaman hileye, aldatmacaya başvurur; o da yetmezse şiddete gider. Engizisyon, bu serüvenin şiddet aşamasını temsil et- mektedir. Tanrı adına hayatı cehenneme çeviren kahredici bir şiddettir bu.

Engizisyon bahsinde, bir gerçeğin altını insan haysiyetine ya- ratır biçimde çizmeliyiz: Adı engizisyon olmamakla birlikte, yapısı ve mahiyeti bakımından engizisyonun en zalimi olan bir despotizmi insanlığın ensesine bindiren ilk yönetim, İslam dün- yasının ‘Peygamber evladı katili’ yönetimi olan Arap-Emevî yönetimidir. Haçlı engizisyon ondan çok sonradır. (Emevî en- gizisyonunun ayrıntıları ve bu engizisyonun en büyük kahrına uğrayan dahi düşünür İmamı Âzam’ın hayatı ve mücadelesi için bizim )momı Âzom adlı eserimize bakılmalıdır.)

Kur’an, o eşsiz tutarlılığı ve bütünlüğü içinde, engizisyona giden yolları tıkamıştır. Her şeyden önce, din sınıfı ve ruh- baniyet kabul etmez. Ruhbaniyet, Tanrı adına bir uydurma- dır. (Hadîd, 27) Din sınıfı olmayınca, din kisvesi de yohtur. Vahyin muhatabı olan Hz. Muhammed hitap ettiği insanların herhangi birisi gibi giyinmiştir. İslam’m istediği, setri avrete (belirlenen yerlerin örtülmesine) riayettir. Bunun şeklini, rengini, desenini, kalmlık ve inceliğini, iklim ve zaman be- lirler. Nijeıya’daki Müslüman ile Sibiıya’daki Müslümanın, setr-i avreti yerine getirirken uyacakları şekil ve tip, elbette farklı olacaktır. Bu gerçek, Seyyid Kutup gibi gelenekçilik kulvarında yer aldığı kabul edilen bir düşünür tarafından bile çok net biçimde kabul ve itiraf edilmiştir. Tarafımızdan Türkçeleştirilen sarsıcı eseri ’Islam-Kapitalizm Ça0şmosı’nda şu satırları yazıyor:

“İslamî kıyafet-İslamî olmayan kıyafet diye bir şey yohtur. İslam insanlara belli giysiler tayin etmemiştir. Giyinip, iklim ve tarihsel geleneklerle ilgilidir. Hz. Peygamber ne cübbe giymiştir ne kattan. Kavuk da örtmemiştir. O, çağının ve toplumunun giydiği neyse onu giymiştir. Müslümanlar da öyle yapmalıdır. İranlı İran giysisini, Mısırlı Mısır giysisini giye- cektir. Birtakım insanlar neden elbiseleriyle ötekilere üstün olacakmış!? İslam’da ne din adamları vardır ne de aracılık- larıyla ibadet edilen ruhbanlar.”

“Din hizmetlerine gelince, mesela imamlık için devlet hazi- nesinden maaş 6denemez. İmamın ders okutmak, temizlik, bekçilik gibi imamlığa ek bir görevi varsa o ayrı. Bir kere, namaz kıldırmak belli bir kişiye tahsis edilemez. Namaz için toplananların en ehil olanı kimse imamlık ona verilir. Cuma namazı hariç herkes ibadetini tek başına yapabilir.” (Seyyid Kutup, İslam-Kapitalizm Çalışması, 101-102)

Engizisyona giden yolların tıkanması, burada da noktalan- maz. Kur’an, resmî mabet kavramına da yer vermemektedir. Yaratılanın Yaratan’a secde ettiği her yer mabet, mescittir. Ve Kur’an’ın tebliğcisi Hz. Peygamber “Bütün yeryüzü bana mabet yapılmıştır.” diyerek bu ilkeyi ölümsüzleştirmektedir. Kur’an’a göre bütün meşru filler (salih ameller) ibadettir. Hz. Peygamber’irı ifadesiyle “Kişinin, dostunun yüzüne tebessü- mü bile ibadettir.”

İbadet için özel yere ihtiyaç olmadığı gibi, bir lidere de ihti- yaç yoktur. Resmi imam, geleneğin bir kabulüdür, dinin emri değil. İbadet için toplananlardan biri imamlığı üstlenir veya herkes ibadetini tek başına yapar.

Üzerinde olduğumuz konuda en hayatî ve belirleyici ilke şu- dur: Kur’an, manevi hizmet veya irşat olayını ücretsiz-karşı- lıksız bir faaliyet olarak görür. Bu faaliyet, belli bir sınıfm te- kelinde değildir. Her mümin, bilgi ve imkânları ölçüsünde bu hizmete katılır ve katılmalıdır. Ücret isteyenler manevi önder olamazlar, onlardan doğruya ve güzele kılavuzluk beklene- mez. (Yasîn, 21) Kur’an, manevi önderlikten karşılık bekle- meyi “Allah’ın ayetlerini basit bir ücret mukabili satmak” (Bakara, 41) diye nitelendirir. Bunu yapanlar, “İnsanlara doğruyu ve güzeli buyurup kendi benliklerinizi unutur mu- sunuz?" (Bakara, 44) şeklinde azarlanır. Bu azarlananların şu veya bu dine mensup ‘din adamları’ olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.

Şunu da unutmayalım: Allah ile aldatmanın dincilik simsar- ları, insanları ‘irşat mukabili’ sömürürken bunu şu şeytanî maskelerle örterler: “İslam’a hizmet için alıyoruz, hediye ola- rak alıyoruz, hediyeleşmek de sünnettir.” Hiç kimse bunlara sormamıştır: “Bu ne biçim hediyeleşmek ki asırlardır soydu- ğunuz ve sırtından servet imparatorlukları oluşturduğunuz kitleler ödemekle bitiremiyor?!”

İslam Peygamberi, bir kıyafet ve sınıf sömürüsü ile Allah’ın dinine musallat olanlardan şöyle bahsediyor:

“Mahşer günü Allah’ın en şiddetli azabına uğrayacak olan- lar, giysileri peygamber giysisi, fiilleri ise saldırgan ve zalim (cebâbire) davranışı olan kişilerdir.”

İslam tarihinin yozlaşma öncesi devrine buna yaratıcı fikir- lerin oluşum devresi de diyebilirsiniz- baktığımızda, dinden saltanat ve nimet devşiren bir sınıfın olmadığını görürüz. Ge- leneğin ‘din büyüğü, Allah adamı veya din bilgisi’ (din adamı tabiri zaten yoktur) diye andığı o devir insanları hizmet, bilgi, fedakârlık, feragat ve insan sevgisi ile yücelen tiplerdir; bir sı- nıfa mensup olmakla değil. İslam din ilimlerinin öncüleri sa- yılan İslam büyüklerine baktığımızda hemen hepsinin, tarihe, geçirmek için sestikleri bir el sanatı veya meslekten kaynak- lanan lakapla geçmiş olduklarını görürüz. Camcı, dokumacı, çömlekçi, iplikçi, hamamcı, fırıncı vs. gibi.

Geçimini din üzerinden elde etme zilletine düşmeyenlerin önderi sayabileceğimiz İmamı Âzam, bütün hayatını, ilim ve düşüncedeki öncülüğü yanında ipek tüccarı olarak geçirmiş- tir. O insanların bıraktığı ilim ve düşünce mirası, insanı hayran bırakacak bir güzellik ve büyüklüktedir. Onlarin seçkinlikleri, oluşturdukları bir ‘din sınıfı’na değil, ilim ve düşüncedeki üstünlüklerine dayalı idi. Çünkü Kur’an, toplumda üstünlük sebebi olarak sadece ilme yollama yapmaktadır. Takva bile sadece Allah ile insan arasında üstünlük ölçüsüdür; insanla insan arasında değil.

Kur’an, insanlar arasında üstünlük ölçüsü olarak ‘ehliyet ve liyakat’i esas almıştır. İlim, ehliyet ve liyakat değerlerinin ba- şında gelir. Dindarlık, ehliyet ve liyakat ifade etmez. Çünkü dindarlığa riya bulaşabilir. Riyanın devreye girdiği alanlar, ehliyet ve liyakat alanları değildir. Ehil olan iş yapmalı ve ehil olan ödüllendirilmelidir. Takvayı, insanların insanlar tara- findan ödüllendirmesi için gerekçe sayan geleneği Kur’an yıkmıştır. Takvayı sadece ve sadece Allah ödüllendirecektir. İslam tarihinde, yaratıcı devre bitip miras yeme süreci baş- layınca, kıyafet ve dini sömürmek üzere bir ‘kutsal sınıf, din sınıfı’ oluşturma ihtiyacı, daha doğrusu illeti ortaya çıktı.
Yaratıcılığı olanlar kutsallaştırılmaya ihtiyaç duymazlar. Çün- kü onlar ürettikleri eserler ve değerlerle zaten önde gider, takdir görürler. Kutsallık maskesine ihtiyaç duyanlar, riyayı saltanat aracı, halkın sırtından geçinmeyi de hayat tarzı ya- panlardır.
Din sınıfı ‘namertlik sınıf1arı’nın önde gelenidir.

Bu yapay sınıf, yeni fikirler üretmek ve yaratıcı hamleler or- taya koymak yerine politikayla, vakıflarla, saltanatla koklaşa- rak İs1am’ın ruhuna ters bir gelişmeye vücut verdi. Yozlaşma ve bilgisizlik arttıkça, bu kemirici illet de büyüdü. Ve günü- müze geldik.

Üstünlük ölçüsü olan hizmet ve ilimden uzak kalmış insan- lar, yapay üstünlük yolları aramaya başlamış ve kendilerine sunulan şu namert slogana sığınmışlardır: “İlim ve araştırma önemli değil, dava adamı olmak esastır.” Bu sloganın ruhlara akıttığı zehir, kendisini “Oku” emri üzerine oturtan bir kita- bın bağlılarından bazılarını neredeyse, okumaya ve düşünmeye düşman hale getirdi. Böylece onlar, çağlar öncesinin gay- retlerine dayanan ürünleri, olduğu gibi tekrar etmeyi, hatta putlaştırmayı Allah’ın emri gibi sunmaya başladılar. Bunun aksini yapmak, çalışmayı, çile çekmeyi gerektiriyordu. Böyle bir çileyi üstlenmeye ne kendilerinin niyeti vardı ne de onları kullananların. Akıl ve bilim değerlerinin öne geçmesini salta- natları için tehlikeli gören odaklar, yetenekli ve bilgili adam yerine klik ve siyaset cambazlığı güçlü ‘cingöz’ ve ‘çığırtkan’ yetiştirmeye ağırlık verdiler.

DİN SINIFI ŞİRK ÜRETEN BİR SINIFTIR

Din sınıfı, (din bilginleri değil), katıksız şirk üreten bir sınıf- tır ve tarih boyunca böyle gelmiştir, böyle gitmektedir. Bu- nun içindir ki, Kur’an’ın böyle bir sınıfa sıcak bakması aklın apaçıklık ilkelerine aykırı olurdu. O yüzdendir ki İslam ne din sınıfına izin verir ne de din adamlığı diye bir mesleğe. Bu tabirler İslam’ın kutsal metinleri içinde kelime olarak bile geçmemektedir. Din sınıfı veya din adamları denen zümre- nin şirk üreticisi olduğunu Kur’an ve Peygamber’den öğre- niyoruz.

Örtülü şirkin dini istila etmesinde en çok işleyen yol, din temsilcisi say lan kişilerin (haham, rahip, sahabî, imam, şeyh, mürşit, üstad, efendi, ahunt, seyyid vs.) rabler haline getirilmesidir. Kur’an, tam bu noktada, tevhidi şirk bataklı- ğına çeken Ehlikitap kitleleri örnek göstererek insanlığı dik- katli olmaya çağırıyor:

“Hahamlarını ve rahiplerini Allah’ın yanına-yöresine konan rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendile- rine, biricik Tanrı olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. Allah yoktur O’ndan başka. Onların koştukları ortaklardan beridir 0.” (Tevbe, 31)

Geleneksel idarei maslahatçı zihniyetler bu ayette korkunç
bir anlam kaydırması yaparak şöyle bir meal yaratmaktalar:

“Allah’ı bırakıp da.....rabler edindiler...”

Böyle bir çeviri tam bir saptırma ve tahriftir.

Kur’an asla böyle söylemiyor. Kur’anda çokça geçen ve şir- kin tanıtımını yapan ayetlerde (ve az önce verdiğimiz ayette) omurga kavram olan ‘min dûnillah’ tamlamasının, geleneksel meallerde kullanıldığı gibi ‘Allah’ı bırakmak’ diye bir anlamı asla yoktur. Tam tersine, Kur’an bu tabiri kullanarak, şirk çocuklarının Allah’ı inkar gibi bir tutumlarmın olmadığı ger- çeğine (ki bu gerçek Kur’an tarafından açıkça da ifade edil- miştir) vurgu yapmaktadır. Müşriklerin yaptığı, Allah’ı inkâr ve ret değil, Allah’ın yanma-yöresine birtakım yedek ilahlar koymaktır. Zaten, ‘dûn’ edatı, yanında-yöresinde demektir. Kaamus mütercimi Âsıoı’ın güzel Türkçesi ile, ‘berisinden’ demektir.

Müşrikler Allah’ı asla bırakmadılar, O’nu asla inkâr etme- diler. Yaptıkları, Allah’ı tepeye oturtup O’nun altına yedek ilahlardan bir panteon yerleştirmekti. Ve işin bam teli de bu- radadır. Şirkin zulüm ve yıkımı buradan kaynaklanmaktadır. Din adına istismar ve aldatmaların omurgasında da bu vardır. Bu böyle olduğu içindir ki, Kur’an’ın din anlayışı adına şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

Açık ve katıksız bir ateizm veya dinsizlik, şirke bulaşmış sahte bir dinden daha iyidir, daha az tehlikelidir. Çünkü:

1. Böyle bir ateizmin din adına kimseyi aldatmak gibi bir na- mertliği de yoktur şansı da,

2. Böyle bir ateizm, gerçek dine dönüş ümidini yok etmemek- tedir.

Nihayet Kur’an, din ve dindarlık adına söz söyleyen tüm kit- leleri, örtülü bir şirkin pençesine düşmemeleri için saf ve ber- rak tevhide çağırıyor. Çağrmın temel hedeflerinden biri de ‘insanm insanı rab edinmesinin önlenmesi’dir. İnsanlığa on beş asır önce iletilen şu birlik çağrısına bakın:

“Ey Yahudiler ve Hristiyanlar! Bizim ve sizin aranızda aynı olan bir gerçeğe gelin: Yalnız Allah’a tapalım, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım, birbirimizi Allah’ın berisinden rabler edinmeyelim.” (Âli imran, 64)

Bütün tefsir ve hadis kaynaklarının ortak beyanına göre, bu ayetin inişi üzerine, Peygamberimize, “insanları Rabler edin- mek nasıl olur?” diye sormuşlardı. Cevap, üzerinde olduğu- muz konu bakımından tam bir mucizedir. Şöyle buyuruyor Cenabı Peygamber:

“İnsanları rab edinmek, din adamlarının sözlerini Allah’ın sözleri gibi kabul etmekle vücut bulur.”

Bu ayetin indiği sıralarda Müslüman olmuş Hristiyanlardan biri, Hz. Peygamber’in az önceki yorumu üzerine ona ince bir itirazda bulunarak şöyle diyor: “Biz o din adamlarını nasıl rab edinmiş oluruz?! Biz onlara ibadet etmiyorduk.”

Hz. Peygamber’in cevabı, şirk bahsinin en hayatî noktaların- dan birini aydınlatıyor. Şöyle buyuruyor Yüce Peygamber:

“Onlar size birtakım şeyleri helal, birtakım şeyleri de haram ediyordu, siz de buna uyuyordunuz, değil mi?”

Soruyu soran, “Evet, öyle yapıyorduk” deyince Hz.Peygamber son noktayı koyuyor:
“İşte, onların o yaptığı ve sizin o kabulünüz şirkin ta kendisidir ve benim anlatmak istediğim de odur.”


RABLER HEGEM0NYASINlN YIKILMASI
“Fırkalara bölünüp parçalanmq rabler mi hayırlıdır, yoksa biricik ve Kahhâr olan Allah mı?”
Yusuf suresi, 39

Başlığın altına koyduğumuz ayet (Yusuf, 39) ve Peygamberi- mizin ona getirdiği yorum, din adamlarının örtülü bir şekilde rableştirilmesini deşifre etmektedir. Din temsilcilerinin rab- leştirilmesi boşuna değildir. Bu rableştirmeyi saf ve samimi duygularla ama gafilce yapanların arkasında bu rableştirme- den siyaset ve saltanat çıkart sağlayan dinci simsarcılar vardır. Bu, tarih boyunca böyle gelmiştir, bugün de böyle gitmekte- dir.
Kur’an dilinin sözcükleriyle ifade ettiğimiz bu müşrik hege- monyayı, bir tür ‘yedek ilahlar hegemonyası’ olarak düşün- mek zorundayız. Yani burada Allah’ın yetkilerini kullanma- ya kalkanların kitleler üzerinde kurdukları hegemonya söz konusudur. Bu hegemonyanın esası, halkların iman, bilgi veya akıl saatini kullanarak ilahlaşmış kişilerin tasallutudur. Bu kişiler krallar olabileceği gibi, din adamları da olabilir. Şöyle veya böyle, söz konusu olan, Allah ile aldatmak üzere Allah’ın vekili gibi iş görmeye kalkanların veya o mevkie yük- seltilenlerin hegemonyasıdır.

“Fırkalar yaratmak üzere rableştirilmiş kişiler” deyimi Kur’an’ındır. (Yusuf, 39) Kur’an, bu ayette, şirkin iki görünü- münü bir kelam mucizesiyle iki sözcükle vermiştir: İnsanları rableştirme, din adına fırkalar, klikler oluşturma. Bu ayet, insanları rableştirmenin, klik ve hizip oluşturmakla yürütüle- ceğini, insan rableştirmeyle fırkacılığın birbirini tamamlayan bir yapı olduğunu mucize bir biçimde ortaya koyuyor.
Gelelim terimsel ayrıntılara:

Rab, Esmaül Hüsna’dan yani Allah’ın isim-sıfatlarından bi- ridir. Bir varlığı, belirlediği hedefe aşama aşama götürmek için koruyup gözeten, besleyip doyuran, yönlendiren kudret demektir. Kur’an, birçok ayetinde Allah’ı ‘Âlemlerin Rabbi’ diye tanıtarak, varlık ve oluşun Tanrı tarafından şuurlu ve ıs- rarlı bir biçimde gözetlenip denetlendiğine dikkat çeker.

Kur’an, örtülü şirkin, gerçek Rab yanına birtakım sahte rab- lerin eklenmesiyle vücut bulduğunu gösteriyor. Bu noktada, rab kelimesinin çoğulu olan erbâb kullanılmaktadır. Erbâb, gerçek Rabb’e karşı veya onun yanma yöresine konmuş sah- te ilahlar kadrosu demektir. Bu kadro, bütün pagan sistem- lerde güçlü bir ‘ilahlar panteonu’ oluşturur. Eski Yunan’da bu panteonun başında Zeus vardı. Arap Yarımadası’nda, Kureyş şirk kodamanları, Mekke şirk panteonun başına, yine Kur’an’m bildirdiğine göre, ‘Allah’ı oturtmuşlardı. Onlar, Muhammed’in anlatıp öğrettiği Allah’tan asla rahat- sız olmuyorlardı; hatta onun yüceliğini, kudretini, eşsizliği- ni kabul ve itiraf ediyorlardı. Tek dertleri, Allah’ın berisin- den yedek ilah edindikleri ‘aracılar, Allah’a yaklaştırıcılar’, (Zümer, 3), ‘Allah katında şefaatçılar’ (Yunus, 18) belledik- leri alt-ilahların (şürekâ veya endâdın) reddedilmemesiydi. Peygamber’den istedikleri sadece buydu.
Peygamber’in asla vermediği de sadece buydu. Kur’an tevhi- di, işte bu ‘sadece’ mihverinde oluşmaktadır.

Erbâb yani sahte rabler, egemen bir panteon oluşturur. Şirk, esasında böyle bir panteonun kotardığı dinin adıdır. Şirk, Emevî kodamanlarıyla onların dümen suyunda bir ‘İslam’ da- yatan bugünkü dincilerin tanıttıkları gibi dinsizlik-Allahsızlık falan değildir. Şirk, bir dindir ama tek ilahın değil de bir ilah- lar panteonun egemen olduğu dindir. Rabler veya tanrılaştı- rılmış, dokunulmaz-eleştirilmez kılınmış kişiler işte bu ilahlar panteonun üyeleridir.

Kur’an'dan öğreniyoruz ki, Allah’a ortak koşmak ya şürekâ (ortaklar) ya endâd (karşı ilahlar) ya da erbâb (rabler) he- gemonyası kurmakla oluyor. Bu hegemonyanın belirgin nite- liği, Allah’a ortaklık tavrı içine girilmesidir. Bunun açık veya örtülü, kısmen veya tamamen, iyi veya kötü niyetle yapılmış olması hiçbir fark yaratmaz.

Dinin şemsiyesine sığmarak rabler hegemonyası kurup kutsa- la hürmet adı altında örtülü şirke gidilmesi, Kur’an’ın dikkat çektiği en büyük tehlikedir. Ve Kur’an bize gösteriyor ki, bu günahın failleri daima din temsilcileri olmuştur. İlahî kitap, yüzlerce ayetinde, doğrudan veya dolaylı, bu din temsilcile- rinden, üzerine basa basa yakınmaktadır. Kur’an bilmektedir ki, peygamberler mirası, rabler hegemonyasıyla içinden çürü- tülmüş ve faturası Allah’a kesilen din, bazı devir ve zeminler- de şeytana ve karanlığa hizmet eden bir tahrip kurumu haline getirilebilmiştir.

RABLER HEGEMONYASINDA KADEMELER

Rabler hegemonyasmın ilk adımı, melekleri; ikinci adımı da peygamberleri rabler haline getirmekle atılıyor. Kur’an’ı din- leyelim:

“Allah size, meleklerle peygamberleri rabler edinmenizi em- retmiyor. O size, Müslüman adını almanızdan sonra küfiir mü emrediyor!?” (Âli İmran, 80)

Demek oluyor ki, rabler hegemonyası dine karşı olanlar tarafından değil, dinin içindeki unsurlar tarafından oluştu- buluyor. Bunun içindir ki biz, rabler hegemonyasının orta- ya çıkardığı şirki, ‘kutsala şirk aracı yapmak’ veya ‘hürmet putperestliği’ diye anıyoruz. Vahyin beyanlarına dayan- mayan bir hürmet gösterisi, örtülü şirkin habercisi olarak görülmelidir.

İslam dünyası, Hz. Muhammed’den hemen sonra başlayan ve günümüzde doruk noktalarına doğru tırmanan bir rabler he- gemonyasmın sıkıntıları içinde olmuştur. Çeşitli boyutlardaki görünümünü ve seyrini Kur’an’daki lslam kitablmızda genişçe ele aldığımız bu hegemonyanın burada sadece temel beliriş- lerine değineceğiz.
Anılan hegemonya, bütün hayatını putçuluğa karşı mücadele vermekle geçiren Hz. Muhammed’in, Beniisrail ve Hristiyan mitolojisinden aktarılan hurafelerle ‘övülme’si süreciyle baş- ladı. O, kendisinin bir gün bir biçimde şirk aracı yapılacağını elbette ki biliyordu. Şu uyarıları sebepsiz değildir:

“Beni, Hristiyanların Hz. İsa’yı övdükleri gibi aşırı biçimde övmeyin; bana, ‘Allah’ın kulu ve elçisi’ deyin.” (Buharî, en- biya 48)
“Benim için kıyama durmayın; kıyam yalnız Allah için olur.”
(Ibn Sa’d, Tabakaat, 1/387; Tirmizî, Şemâif, 159)
Bu sözlerin sahibi olan Peygamber, hürmet putperestliğinin uydurmalarıyla çehre değişikliğine uğratılıp örnek alınabi- lecek bir ‘beşer nebi’ olmaktan çıkarılıp göklere, bulutların ötesine gönderilmiştir. Tlpkı Hz. İsa’ya yapddığı gibi. Tüm bunlar, Allah’ın elçisinin Allah’ın bir tür ortağı konumuna getirilmesi ve tebliğ ettiği kitabın buyruklarıyla çelişen bir yığın uydurma sözün sahibi gibi gösterilmesi pahasma yapıl- dı. Bu günahın faturasını elbette ki insanlık ödeyecekti. Ve Kur’an’la arasına sokulan duvarlara başını vura vura öde- mektedir.

PEYGAMBERLİĞİ ÖZETLEYEN İKİ SÖZCÜK
Kur’an, peygamberlerin sorumluluklarını da onurlarını da iki kelimede toplamıştır: Abd, resul. Abd, ibranice’deki aboda kelimesinden türeyen bir sözcük olup iş yapan, değer üreten demektir. Bu sözcüğün ‘ku1’ diye çevrilmesi de Kur’an’ın ver- mek istediğini tam karşılamıyor. Resul ise Tanrı elçisi de- mek.

Kur’an, Peygamberler için nebi sıfatını da kullanır ki o da Allah’tan haber getiren demektir. Farsça’dan dilimize geçen Peygamber (bir başka telaffuzla peyamber) de nebi ile aynı anlamdadır.

Kur’an’la birlikte şunu soracağız: Hak elçilerine, bizzat ha- bercisi oldukları Allah tarafından verilmiş ku1 ve elçi unvan- ları, hangi mantık ve gerekçeyle yetersiz bulunuyor? Kim ki- min malını bölüştürüyor? Bütün hayatlarını, tanrısal mesajı tebliğe adamış peygamberlere unvan vermede dinin sahibi olan Allah yetersiz veya isabetsiz mi kalıyor? Kur’an, insan- lığın ayağını iyiden iyiye kaydıran ‘peygamber putlaştırma’ hastalığına tutulanları, bu hastalık yüzünden şirke bulaşmış toplumları hatırlatarak uyarırken şu mucize sözü üflüyor ku- lağımıza:
“Ne İsa Allah’a kul olmaktan çekinir ne de Allah’a yakınlaş- tırılmış melekler.” (Nisa, 172)

Dikkat edilirse, örnek olarak, Allah’ın oğlu diye övülen, fa- kat bu övülmeyle şirk arasına dönüştürülen bir peygamber, Hz. İsa seçilmiştir. Gösterilmiştir ki, Allah’ın layık gördüğü unvanı az bulanların yüceltmeleri, ne övülene hayır getirir ne de övenlere. Kur’an bize öğretmiştir ki bir peygamber için en büyük ve en şerefli unvan, Allah’ın elçisi olmaktır. O ilahî elçilik aracılığıyladır ki Allah, Zebûr’u, Tevrat’ı, İnci1’i ve Kur’an’ı indirmiştir. O elçilik görevini beğenmeyerek, “Uzeyir Allah’ın oğludur, İsa da Allah’ın oğludur” diyenler resullere en büyük saygısızlığı yaptılar ve peygamberleri yü- celtiyoruz derken küfre battılar. Hükmü, elçileri gönderen kudretten dinleyelim:

“Yahudiler, ‘Uzeyir, Allah’ın oğludur dediler, Hristiyanlar da ‘Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarının ürettiği bir sözdür. Bu sözler, onlardan önce küfre batanla- rin sözlerine benziyor. Allah onları kahretsin, nasıl da ters yöne döndürülüyorlar!” (Tevbe, 30)

Peygamberleri şirk aracı haline getirmeyi hürmet niyetiyle yapmış olmak hiç kimseye mazeret olmayacaktır. Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu ilan edenler kötü niyetli mi idiler? Hayır. Ama şirke bulaştılar. Demek oluyor ki, iyi niyet ne tevhidi yozlaş- tırmanın gerekçesi yapılabilir ne de dine hüküm eklemenin.


Sahabîfer Kademesi:
Rabler hegemonyasında devreye sokulan ikinci unsur, sahabîler olmuştur. Bugün, sahabîye hürmet adı altında İslam’ın buyruğu gibi ortaya sürülen kabullerin tamamı, Kur’an’a aykırıdır. Yarı paganist bir tabular manzarası arz eden bu kabuller, Müslüman kulakların beynini ve ruhunu prangalayarak Kur’an’a hatta Allah’a ulaşmamızı engellemek- tedir. Sahabeye hürmet adı altında ileri sürülen niteliklerin birçoğunu Kur’an, peygamberlere bile vermemektedir. Mısırlı düşünür Ahmet Emin (ölm. 1954) gerçeği çok açık söylüyor:

“Sahabîler, rabler haline getirilmiştir.”

Olay şudur:

Hz. Muhammed’e yalan isnat etmenin en geçerli yolu onun ar- kadaşlarını kullanmaktı. Bu yol çok verimli bir biçimde kulla- nıldı. Önce, sahabîye hürmet adı altında bu insanlar dokunul- maz, tenkit edilmez ilan edildi, ardından da Peygamberimize mal edilecek yalanlar, bir sahabînin adına iğnelenerek kitle- nin önüne çıkarıldı. Söylenenlerden sahabîlerin haberi bile yoktur. (Sahabîlerin rableştirilmesiyle ilgili ayrıntlar için bi- zim /rfom Nacıl Yozlbştınldı adlı eserimizin Sahabîler bölümü- ne bakılabilir.)

Din Büyükleri Kademesi:

Rabler hegemonyasına eklenen üçüncü, fakat en ağırlıklı un- sur, ilahlaştırılan din büyükleri oldu. Din büyüklerini ilah- laştırmada bir numaralı sömürü ocağı olarak tasavvuf kul- lanıldı.

İslam tarihine hayranlık verici bir miras bırakan tasavvuf kurumunun bugün en büyük kamburu, bu ilahlaştırma illeti- dir. Bu gönül ocağını, Kur’an çizgisinde yol alır bir konuma getirmek için ona musallat olan insan ilahlaştırma marazı- nın Kur’an laboratuvarında tedavi edilmesi kaçınılmazdır. İslam’ın yüzyılımızdaki en büyük vicdanı sayılan Muhammed İkbal bu marazı, ‘şeyhperestlik’ (şeyhe tapıcılık) veya‘pîrizm’ (şeyh dinciliği) olarak anıyor.

Mezhep imamları (daha geniş bir ifadeyle ulema) da rabler hegemonyasında önemli bir konuma getirilmiştir. Gönül erleri sûfiler dokunulmaz-tenkit edilmez ilan edilerek nasıl putlaştırılmışsa mezhep imamlan da aynen öyle, zaman üstü ilan edilerek ilahlaştırılmıştır. Bugün birçok insan için bir ko- nuda “Kur’an diyor ki...” sözüyle “Mezhep imamımız diyor ki” sözü arasında fazla bir fark yoktur. Hatta bazı kesimler- de “Kur’an diyor ki” sözü insanları rahatsız etmekte ve “Ben Kur’an’ı falan bilmem, benim mezhep imamım diyor ki” veya “Efendimiz diyor ki...” şeklinde çıkışlarla karşılaşılabümek- tedir. Bu tavır, Kur’an açısından bakıldığında, katıksız şirktir. Çünkü İslam, Kur’an dışmda tenkit üstü kitap, Peygamber dışında tenkit üstü kişi tanımaz.
Rabler hegemonyasında, Kur’an’ın tâğut diye andığı zalim ve baskıcı liderlerin, hanedan despotizmlerinin, krallıkların yerleri de önemlidir. Esasen, hiçbir rabler hegemonyası tâğut desteği olmadan yaşayamaz. Emevîler'in kurduğu rabler he- gemonyasına, Emevî tâğutizmi destek veriyordu.

Tâğutîler hemen her ülkede boy gösterir. Süslü kılıflara sa- rılmış mushafları öpüp alınlarma koyarken çektirdikleri resimleri afiş haline getirerek masum ve saf kitlelere, din ko- ruyucusu olduklarını propaganda ederler. Aslında dinin en büyük sıkıntısı bu mushaf tacirleridir. Bu ticarî dehalarını; ruhunu katlettikleri Kur’an’ın parşömenlerini mızrak uçla- rına takarak: “İşte biz bu kitabı hakem yapmak istiyoruz.” diyen Emevî dünyaperestlerinden devralmış gibidirler. Şöyle veya böyle, bunların Kur'an bahsinde sloganı daima şudur: “Hükümleri ayak altına, kâğıtları baş üstüne.”
Özetleyelim:

Kur’an dininin inanç sistemi, ilahî kitap esas alınarak yeniden belirlenmelidir. Allah bir olduğu gibi din de birdir. Ve din bir olduğu gibi onun kaynağı da birdir. O kaynak, Kur’an’dır. Bu tespit, tevhidin kaçınılmaz sonucudur. Oysaki rabler he- gemonyasının halka sunduğu ‘din’de hüküm ve söz sahibi, birkaç başll bir şirkettir: Allah, Peygamber, sahabîler, mez- hep imamları, tarikat şeyhleri, efendiler, üstadlar, halifeler, sultanlar. Böyle bir anonim şirket, din konusunda hükmü Allah dışında hiçbir kuvvete vermeyen Kur’an’m dini ola- maz. Burada, oynanmış büyük oyunlar vardır. Allah’ın dinine müdahale edilmiştir. Bu müdahalelerin kalıntılarını Kur’an denetiminde temizleme gayretinde olanları ‘reformcu görüş- leriyle tanınanlar” vs. gibi laflarla etkisiz kılmaya çalışanlar, rabler hegemonyasının, Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmış onursuz ve imansız uşaklarıdır. Bunlar, Kur’an’dan rahatsız olmaktadırlar. Bunun ne anlama geldiğini kendileri düşün- sün.
Rabler hegemonyası uğruna muvahhit aydınları rahatsız edenler, Kur’an’m sorduğu şu soruya cevap bulmak zorun- dadırlar:

“Fırkalara bölünüp parçalanmış rabler mi hayırlıdır, yoksa biricik ve Kahhâr olan Allah mı?” (Yusuf, 39)

RABLER HEGEMONYASININ OLUŞTURDUĞU HİYERARŞİ

Rabler hegemonyasının tutsakları bu hegemonyayı savun- mak için antik pagan zihniyetinin kalıplarına tamamen uygun şu hiyerarşik yapıdan söz ederler: Allah, peygamber, sahabî, veli. Ve derler ki, peygamberi Allah mertebesine çıkarma- mak şartıyla istediğiniz kadar översiniz, sahabîyi peygamber mertebesine çıkarmamak üzere istediğiniz kadar översiniz, veliyi sahabî mertebesine çıkarmamak şartıyla istediğiniz ka- dar översiniz.

Bu, söylem, ilk başta tevhit ölçülerine uygun gibi görünür. Ne var ki bunu onayladığınız takdirde, bu hiyerarşiden eser kalmaz. Bir bakarsmız veli dedikleri tekke şefi, Kur’an’m peygamberlere vermediği sıfatlarla anılır olmuş, peygamber Allah’ın ortağı konumuna getirilmiştir, sahabîyi övmek adı altında peygamber evladım katledenler peygamberden üstün sıfatlarla anılır olmuştur. Telin koptuğu nokta hiyerarşinin kabul edildiği noktadır. Tevhitte hiyerarşi olmaz. Hiyerarşi bir şirk ve şürekâ nizamıdır.

Kur’an’da hiyerarşi deyimi de yoktur, hiyerarşi kavramı da. Tevhit dininde muvazaa ve konsil (din adına bağlayıcı karar- lar alan ruhsal ekip) mantığı olmadığı için, hiyerarşi kavra- mının da yeri yoktur. Hiyerarşi, panteonu (ilahlar konseyi) olan şirk dinlerinde geçerlidir. Şirk panteonlarında baştaki en büyük ilahtan itibaren, işler ve oluşlar belli ilahlar arasm- da paylaştırılmıştır. Bu paylaşım ve görev dağılımı bir hiyerar- şiye göre düzenlenir. Eski Yunan panteonunda hiyerarşinin tepesinde Zeus vardır. Eski Hint sisteminde de benzeri bir hiyerarşi dikkat çeker. İs1am’ın yeryüzüne indiği mekân olan Mekke’de de şirk oligarşisi kendine özgü bir hiyerarşi benim- semişti. Ne ilginçtir ki Mekke şirk anlayışında hiyerarşinin tepesine ‘Allah’ oturtulmuştur.

Mekke müşrikleri Allah’ı inkâr etmiyorlardı. Onun, varlıkla- rin yaratıcısı en büyük ilah olduğunu kabul ve itiraf ederlerdi:

“Eğer onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorarsan ye- min olsun, ‘Allah’ derler.” (Lukman, 25)

Mekke şirk kodamanlarının Hz. Peygamber’in temsil ettiği İslam’ın tevhit anlayışıyla çekişmeleri, ‘min dûnillah: Allah’ın berisinden’ yedek ilahların devre dışı tutulması, ilahlar arası hiyerarşinin kabul edilmemesi yüzündendi. Ne yazık ki son- raki zamanlarda bu hiyerarşi anlayışı, bazı kılık değiştirme- lerle İs1am’ın içine sokuldu.

Geleneksel Kur’an dışı din anlayışı, tüm meseleleri bu hiye- rarşik düzen içinde anlar, tüm değerlendirmeleri buna göre yapar. İlginçtir ki bu hiyerarşi, zaman içinde, teorik olarak ko- runmakla birlikte pratik hayatta bozulmuştur. Örneğin, Allah ile Peygamber ilişkisinde zaman zaman Peygamberimizin söz ve fiilleri (sünnet) Allah’ın sözlerini (Kur’an’ı) neshedici (hü- kümden düşürücü) bir rol oynayabilmektedir. Geleneksel anlayışın birçok din kitabında ‘sünnetin Kur’an’ı neshi’ şek- linde başlıklara rastlanır. Dahası da var:

Bazı fakîhler, mezhep imamlarının benimsedikleri görüşlere, verdikleri fetvalara uymayan hadisleri, hatta ayetleri mensuh (hükümden düşmüş) gösterebilmişlerdir. Bu, öyle sapık sa- yılan mezheplerin kanaati değildir. En büyük ‘hah mezhep’ sayılan Hanefi1ik’in İmamı Âzam’dan sonraki devresinde de bu anlayış egemendir. Hanefılik’in büyük imamlarından sa- yılan Ubeydullah el-Kerhî (ölm. 340/951), Hanefilik’in temel kitaplarından biri olan er-Risâle’sinde, mezhebinin şu ünlü ilkesini tekrarlar: “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya tevil edilir yahut da mensuh sayılır. Her hadis de böyledir: Ya tevil edilir yahut da mensuh sayılır.” (Kerhı, er-Risâle, 84)
Allah’ı ve O’nun elçisini bile, mezhep kabullerine uydur- makta sakınca görmeyen bu anlayış, örneğin, günümüzde bir Kur’an ayetiyle ilgili herhangi bir yorumun hatta bilimsel ke- sinlik kazanmış tespitlerin sahabî-tâbiûn-ulema yorumlarına uymaması halinde onu din dışı ilan edebilmektedir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak, ünlü Suut şeyhulislamı Bin Bâz, dün- yanın dönmediğini, dünya dönüyor diyenlerin kâfir oldukları- nı, çünkü dünyanın dönmediğine ilişkin eski ulemanın icmaı (fikir birliği) olduğunu ilan eden bir eser yazmış ve bu eser Medine İslam Üniversitesi yayınları arasında defalarca basıl- mıştır. (Bu konuda geniş bilgi için)sim Nasıl Yozlaftırıldı adlı eserimizin, İcma maddesine bakılabilir.)

Kısacası, tevhit, mutlak yetki, mutlak özgürlük sahibi Yaratı- cı’nın düzen ve kural koyduğu bir dindir. Onda hiyerarşi, mu- vazaa, müzakere, konsil olmaz. Tevhidin son ve zaman üstü kitabı ‘dinin Allah’a, sadece Allah’a özgülenmesi’ gerektiğini birçok ayetinde ısrarla belirtmiştir. Tevhit, muvazaa ve hiye- rarşi dini değil, Allah’a teslimiyet dinidir. Bu teslimiyetin, çe- şitli oyunlarla parçalanması tevhidi işlemez hale sokar.

Hiyerarşinin yıkıcı bir şekli de Kur’an’ın derecelenmeyi so- kulmasıyla yaratılmıştır. Geleneksel Sünnî söylem bunu şöyle ifade eder: “Allah’ın kitabından sonra en makbul ve kutsal kitap Buharî’nin kitabıdır." Şiîlerde aynı söylem, onların Buharîsi sayılan ve 329/941’de ölen el-Küleynî’nin et-AiîJ adlı eseri için söylenmektedir.

Bu söylemlerin ikisi de açık bir küfürdür, şirktir. Tövbeyi ge- rektirir. Kur’an hiçbir kitapla, hiçbir kayııakla derecelenmeye sokulamaz. Kur’an, mişna yarışma sokulamaz.

ŞERVE ŞİRK KODANANLARININ LANETLENNESİ
(Ahzâb 67 Mucizesi)

EFENDİLERLE AĞALARIN MAHYETıİĞi KİTLE

Mahvolan kitle Müslüman camiadır. Asırlardır mahvolmuş durumdadır. Mahvoluşun sebebi ise o kitlenin ‘efendi’ ve ‘ulu’ diye başında tuttuğu putlaştırılmış despotlardır.

Efendiler ve kodamanlar tabirini, gelenekten veya siyasetten almış değiliz. Tabir de ona yüklenen anlam da doğrudan doğ- ruya Kur’an’dan alınmıştır.

Efendiler ve kodamanlar tabiri Ahzâb Suresi 67. ayette ve tam bizim kullandığımız anlam ve bağlamda kullanılmıştır. Bu kullanım, Kur’an’m en büyük mucize ihbarlarından biri- dir ki, İslam ümmetinin felaket sebeplerinin en önde gelenini tanıtmaktadır. Şimdi bu mucizeler mucizesi ayeti, bünyesinde yer aldığı anlam kümesinin bütünü içinde görelim:

“İnsanlar sana kıyametin saatinden soruyorlar. De ki, ‘ona ilişkin bilgi Allah katındadır.’ Ne bilirsin, belki de o saat ya- kındır! Hiç kuşkusuz, Allah, inkârcı nankörleri lanetlemiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır. Uzun süre kalacak- lardır onun içinde. Ne bir dost bulacaklardır ne de bir yar- dımcı. Gün olur, yüzleri ateşin içinde evrilip çevrilir de şöyle derler. ‘Lanet olsun bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke resule itaat etseydik!’ Ve derler ki, ‘Rabbimiz! Biz, efendile- rimize/mallara ve kitlelere egemen güçlere/ karanlık adına egemenlik kuranlara/yılan, akrep, kurt, arslan gibi korku salanlara/kalp karanlığını temsil edenlere ve ekip başlarımı- za/kodaman1arımıza/putlaştırdığımız kişilere itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar! Rabbimiz, onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanet ile lanetle!” (Ahzâb, 63-68)

Verdiğimiz beyyinelerde kullanılan omurga kelimeler ‘sâdet’ ve ‘kübera’ kelimeleridir. İkisi de çoğul kullanılmıştır. Tâbiûn müfessirlerinden Katâde bin Dâme (ölm. 118/736), ayetteki ‘efendiler ve büyükler’ tabirinden maksadın ‘şer ve şirkte re- islik edenler’ olduğunu söylemektedir. Rivayet tefsirinin ba- bası sayılan Taberî (ölm. 310/922) de ‘sâdet’i ‘sapıklıkta ön- cüler’, ‘kübera’yı da ‘şirkte öncüler’ olarak anlamlandırmış, sonuç olarak da şunu söylemiştir: “Bunlar şer ve şirkte reis olanlardır.”

Son dönem müfessirlerinden Iraklı Mahmut el-Âlûsî (ölm. 1854), ayette geçen ‘efendiler ve büyükler’ ifadesiyle ulema- nın kastedildiğini söylemektedir: “Bunlar, bir biçimde küfrü telkin edip onu halka süslü püslü gösterirler. (Âlûsî, fiıı6ıı’f- Meânî, cüz, 22)

Ayette tanıtılanların bir kısmı şerde yani haksızlık, zulüm ve kötülükte reistir, bir kısmı da manevî hayatı perişan etmede reistir. Kur’an’m tezi şudur: Bu şer ve şirk öncüleri, kendile- rine itaat edenler buldukça palazlanır, yücelir, ilahlaşırlar. Bu süreçten ikikötülük putu doğar:
1. Maddî-sosyal hayata egemen olan despot, Firavun,
2. Manevî-ruhsal hayata egemen olan Allah ile aldatıcı iblis-
ler.

Kur’an, Zühruf suresinde getirdiği devrimle, bu tipleri üre- tenlerin bunlara itaat edenlerin ta kendileri olduğunu bildir- miştir. Dikkat edilmelidir ki, Zühruf suresinde de Ahzâb su- resinde de ‘put yaratma’nın sebebi olarak kullanılan kelime aynıdır: İtaat. Yani maddî ve manevî despotlara itaat. İtaat kelimesi iki ayette de fiil kullanımdır ve geçmiş zaman kipiseçilmiştir. Bu da gösterir ki, ayette dikkat çekilen bela ‘ta-
savvur edilmiş bela’ değil, ‘tahakkuk etmiş bela’dır.

Zühruf devrimi, eserimizin Birinci Bölüm’ünde anlatılmıştı. Şimdi gelelim, Ahzâb 67’ye:

Ayette kullanılan omurga kelimelerden birincisi olan ‘sâdet’, efendi, mallara ve kitlelere egemen olan güçlü kişi, karanlık adına egemenlik kuran, vahşi ve zehirli hayvanlar gibi kor- ku salan, kalp katılığını temsil eden kişi demek. İkinci kelime olan 'kübera' ise ekip başı, kodaman, putlaştırılmış kişi de- mek. Kur’an, bu kelimenin tekilini, iki yerde, put anlammda kullanmıştır. (Enbiya, 58, 63) Aynı kökten ve aynı anlamda olan 'Ekâbir’ sözcüğü ise ‘toplumun mücrimleri’ yani ağır suçluları olarak nitelendirilmiştir. (En’am, 123)

Unutmayalım ki bütün putlar, putlaştırılmış kişilerin birer dönüşümüdür. Mekke oligarşisinin taptığı putlar da başlan- gıçta saygın insanlardı. Onları yücelte yücelte tapılacak ilah- lar haline getirdiler. Eski Yunan’ın tanrılar panteonundaki ilahlar da başlangıçta birer ünlü ve saygın kişi idiler. Bu ki- şilerin her ölenini Yunan paganizmi ‘ona saygı’ adı altında panteona koydu ve zaman içinde her birine ilah payesi ver- di. Bu Yunan geleneği, İslam tarihinde tarikatlar tarafından tarikat şefleriyle onların türbelerine uygulanan ilahlaştırma yönteminin prototipidir.

Elbette ki İslam tarihinde iş bu kadar açık ve pervasız yapı- lamamıştır; çünkü Kur’an tevhidi ve Hz. Peygamber’in icra- atı buna açıkça karşıdır. Bu bilindiği içindir ki, putlaştırma tezgâhı önce peygamberi putlaştırarak ondan gelecek engel- lemeyi ustalıkla saf dışı etmiş, ardından da keyfine uygun kim varsa onları birer alt-ilaha dönüştürüp tarikatlar panteonuna eklemiştir. Tarikat şecereleri, eski Yunan’ın ilahlar panteo- nunun İslam cilasıyla ortaya sürülen versiyonları olarak gö- rülebilir.

Klasik tefsirler, Ahzâb suresinin mucizeler mucizesi 67. ayeti üzerinde hiç durmamıştır. Bazılarında bu ayetin sadece metni verilmekleyetinilmiştir.Hattabazılarında(meselaHanefiliğin müfessir fakîhi el-Cassas’ın Ahkâmu’l-Kur’an’ında) ayetin metni bile kayda geçirilmemiştir. ‘Müfessirlerin Babası’ un- vanını taşıyan Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/1209), ünlü tefsiri ’Mefâtîhü’l-Gayb’da bu ayetteki yaratıcı mucizeye tek keli- meyle değinmez. Diğer ayetlerde verdiği ve bazen sayfalarca sürdürdüğü o kılı kırk yaran açıklamalarının tek cümlesini bu ayetin tefsirinde göremezsiniz.

Tefsirde çağımızın Râzisi gibi gördüğümüz Elmalılı Hamdi (ölm. 1942) üstadın da aynı yolu izlediğini, bu ayetle ilgili tek cümle söylemediğini görmekteyiz. Çünkü üstat Elmalılı, bu ayetle ilgili tek cümlelik bir tefsir yapsa, onunla bile bir yer- lere ve birilerine çarpacağını pekâla bilmektedir. Ve böylesi durumlarda “Söz gümüşse sükiit altındır” fehvasınca hare- ket etmektedir. Tefsirinin birçok yerinde böyle yapmıştır.

DİN KİSVESİNİN YIRTILMASI
Kur’an, din sınıfına yıkışının bir uzantısı olarak din kisvesini de yırtmıştır. Çünkü bunların biri ötekini davet eder, besler. Ya hiçbiri olmayacaktır ya da ikisi birden olacaktır. Nitekim din sınıfının olmaması gerektiği yolundaki açık talebe karşı çıkamayan gelenek, bu sınıfı resmî olarak oluşturamamıştır ama Arap örflerinden yürüyerek yarattığı yapay din kisvesini kullanarak yine yapay bir din sınıfı yaratmaya muvaffak ol- muştur.

Bnşa Oturtulan Putlar:
Giysiyi, özellikle başa giyilen şeyleri putlaştırmanın tarihi çok eskidir. Başa giyilenin putlaştırılması tutkusundan büyük acı çeken kitlelerden biri de Türkler’dir. Burada, önce sarık, son- ra fes, sonra da türban üzerinde durmak gerekir. Biz burada, konumuz gereği sarık üzerinde duracağız.

Sarık bir İslam alameti midir? Yani sarığı insanlık dünyası- na veya Müslümanların hayatına İslam mı getirip sokmuştur yoksa sarık bir yörenin, bir coğrafyanın zorunlu kaldığı ve din- le asla ilgisi bulunmayan bir giyecek midir?

“Sarık, Arap’ın alametidir” diyor Hz. Ali. Ne yazık ki, sarığı İslam’ı Araplaştırmanın bir aracı olarak asırlarca kullanan- lar, bu Arap’ın alametini İs1am’ın alameti yaparak evrensel İs1am’ı yerel ve yöresel bir Arap ideolojisine dönüştürdüler. Sarık-fes (daha sonra fes, şapka ve türban) tartışma ve dalaş- masanın arka planında işte bu Araplaştırma gayretinin yarattlğı fetişist tutku yatmaktadır.

Sarık, İs1am’dan asırlarca önce Arap’ın başına giydiği başlık- tı. Arap Yarımadası’nm iklim koşulları ve çevre şartlarının zorunlu kıldığı bir giysiydi. Onu İslam getirmediği gibi, önce- ki dinlerden biri de getirmemişti. Getiremezdi. Din evrensel- zaman üstü ilkeleri getirir; yöresel ve yerel gelenekleri değil. Özellikle Kur’an, yöresel ve yerel geleneklerin dinleştirilme- sini ‘şirk: putperestlik’ olarak göstermektedir. Ve İslam, din sınıfı ve din kisvesi kabul etmemektedir.

Sarık, tıpkı diğer Arap gelenek ve kabulleri gibi, islam’ı Arap ideolojisine dönüştürmenin bir aracı olarak bir biçimde kul- lanıldı. Bu kullanımı dinleştirmek için, benzeri konularda ol- duğu gibi, hadis uydurma yoluna gidildi. ‘Yüzy lımızın Hadis Alltimesi’ olarak adlandırılan anıt bilgin Ntisıruddin el-Elbani (ölm. 1999) bu konuda uydurulan hadis patentli sözleri eşsiz bir vukufla deşifre etmiş, bunun, hadis literatüründeki belge- lerini de ayrıntılarıyla önümüze koymuştur. Vardığı sonuçlar, öyle birkaç yıllık çallşmayla varılacak türden değildir. Elbanî bu işe ömrünün tam elli yılını vermiştir. Kur’an mümini kuşak- lar ona ebediyen minnetdar kalacaklardır.

Elbani’nin sarık konusunda içyüzünü ortaya koyduğu beş uy- durma şunlardır:

1. “Sarıkla kalman bir namaz sarıksız kılınan yirmi beş na- maza bedeldir. Sarıkla kılınan bir Cuma sarıksız kılınan yedi cumaya bedeldir. Melekler, cumanın kılınışına sarıklı olarak tanıklık ederler ve güneş batıncaya kadar, sarıkla cuma kılanlara salât ederler.” (Uydurma için bk. Elbanî, ef- Ahadîsü’z-Zaîfa ve’l-Mevzûa, 1/249, no:127)


Elbanî’nin bu uydurmayla ilgili açıklamalarını kısmen özetle- yerek verelim:

“Bu söz uydurmadır. Hadis bilgini Hafız İbn Hacer, ‘Lisânü’l-Mîzan’ adlı eserinde bu uydurmayla ilgili şöyle demektedir: ‘Uydurma bir hadistir. Bu âfetin nereden kaynaklandığını tespit edemedim. Süyütî (ölm. 911/1505) bu sözü ‘Uydurma Hadislere Zeyl’ adlı eserinde zikretmiştir. Ne yazık ki Süyûtî bu sözü daha sonra ‘el-Câmiu’s-Sağîr’inde uydurma değilmiş gibi kayda almıştır. Mevzu hadisler konusunda yazan Ali el- Kaarî (ölm. 1014/1605) de onu ‘Uydurma Hadisler’ adlı ese- rinde zikretmektedir. Ve şunu eklemektedir: ‘Batıl bir söz- dür.’ Bu söz öylesine bir batıldır ki, onun uydurmalığı konu- sunda uzun uzun konuşmaya gerek bile duymam. Bu sözün orada burada hadis diye geçmiş olması seni aldatmasın. Bize düşen, kişileri hakka göre değerlendirmektir, hakkı kişilere göre değerlendirmek değil.”

2. Sarıkla kılınan iki rekât namaz sarıksız kılınan yetmiş rekâttan daha üstündür.” (Elbanî, aynı yer, no: 128, 12/446- 448, no: 5699)

Elbanî’nin bu sözle ilgili açıklaması:

“Uydurmadır. Süyûtî bunu, ‘el-Câmiu’s-Sağîr’inde zikret- miştir. Hakka uygun olan, onu ‘Uydurma Hadisler’e ayırdığı eserinde zikretmesiydi. Bundan önceki hadisin uydurma ol- duğunu kayda geçirdikten sonra bunu geçirmemesi şaşırtıcı- dır. Çünkü bu söz, uydurulmuş olma niteliklerine ötekinden çok daha uygundur. Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin Nuaym’a sordu: ‘Ebu Hureyre’nin sarıkla namazın üstünlü- ğüne ilişkin rivayeti hakkında ne dersin?’ Muhammed bin Nuaym şu cevabı verdi: ‘Ebu Hureyre tam bir yalancıdır; rivayet ettiği o söz de batıldır.”

Elbanî, bu sözün bir versiyonunu eserinin 12. cildinde de- ğerlendirirken rivayet eden şahıs hakkında şu kaydı düşüyor: “Risalelerini incelediğimde anladım ki, bu adam kinci, haset- çi, aşırı iftiracı bir sûfidir.” (Elbanî, age. 12/447)

3. Sarıkia kılınan bir namaz, öteki namazlara onbin sevap farkla üstün gelir.” (Elbanî, age. 1/253-255)

Allâme üstadın bu uydurma ile ilgili açıklamasının özeti de
şu:

“Uydurmadır. Süyûtî de bunu ‘Mevzu Hadisler’ ile ilgili ese- rinde zikretmiştir. İbn Irak da ‘Tenzîhu’ş-Şerîa’ adlı eserinde Süyûtî’yi izlemiştir. Hafız es-Sehâvî de, hocası İbn Hacer’i iz- leyerek bu sözün uydurma olduğuna hükmetmiştir. Menûfi ise bu sözün ‘batıl bir söz’ olduğunu kayda geçirmiştir. Ali el-Kaarî de Mevzûat’ında aynı şeyi yapmıştır. Bu ve bundan önceki iki hadisin batıl birer uydurma olduğunda hiçbir kuş- ku yoktur. Dini gönderen kudret, işleri sıratı müstakim öl- çüleriyle değerlendirmektedir. O’nun, sanklı birinin nama- zını sarıksız onlarca insanın namazından üstün bulması akla aykırıdır. Sarık, nihayet ‘âdet’ anlamında bir sünnet, yanibir müstahap (örfün hoş gördüğü şey) olabilir. Hikmet ve ilmi sınırsız olan Cenabı Hakk’ın sarıklı diye, bir adamın nama- zını koca bir topluluğun namazından üstün nasıl kılar?! İbn Hacer, bu sözün uydurmalığına hükmederken aynen bizim gerekçelerimizi kaydetmiştir. Bu uydurma sözün itişiy1edir ki, birileri camiye girerken başına bir mendil sarmakla sevabın en büyüğünü alacağı vehmine kapılmış, işin iç dünyayı temiz- lemeye yönelik yanma hiç a1dırq etmemiştir.” (Elbanî, age. 1/253-254)
4. “Allah ve melekleri cuma günleri sarıklı kişilere salât
ederler.”

“Uydurmadır. İbnül-Cevzî de ‘Uydurma Hadisler’ ile ilgili eserinde aynı kanaati sergilemiştir. İbn Adî, bu sözün mün- ker (reddedilmesi gerekli) olduğunu üç yoldan tespit etmiş- tir.” (Elbanî, age. 1/295, no: 159)

5. Allah’ın, Cuma günleri cami kapılarında görevlendirilmiş birtakım melekleri vardır ki bunlar beyaz sarıklı kişiler için Allah’tan af dilerler.” (Uydurma ve şeceresi için bk. Elbanî, age. 1/570-571, no: 395; ayrıca bk. 2/119, no: 669)
Sarığın bir din alameti olarak kullanımı, Arap olmayan toplumlarda giderek, bir fetişist tutku ve alışkanlık yarattı. Öyle ki, Osmanlı döneminde sarık, askerin başından gittiğinde onun yerine gelen fes de sarık gibi kutsallaştırıldı. Çünkü şirk, şuuraltına yerleşmişti. O, gerekçesi ne olursa olsun, bir biçimde bir yerlerden bir yol bulup satha çıkacaktı. Bu marazî sızıntı, marazlı bilinçaltının bir tür kaderi gibidir. Türk toplu- mu; Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, Cumhuriyet devri boyunca ve (türban aracılığıyla) bugün bu kaderin yan- sımalarını bütün dehşetiyle yaşamaktadır.
Şapka getirildiğinde onu dinsizlik alameti ilan edip fesi iste- yenler, fesin ‘Müslümanların alameti’ olduğunu söylüyorlar- dı. Oysaki fes, Yunanlılardan alınmıştı ve İkinci Mahmut ta- rafından alındığında fesi küfür alameti, Mahmud’u da ‘kâfir’ ilan etmişlerdi. Şimdi o fes, İs1am’ın ve Müslümanlığm bir simgesi olarak kutsallaştırılıyordu.

Arab’ın sarık putu yerine şimdi Yunan’ın fes putu geçmiş- ti. Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı ve Atatürk dev- rimleri konusunda önemli eserlerden birine imza atmış olan Fransız yazar Paul Gentizon bu ibret verici putperest tavrı çok ilginç satırlarla ifadeye koymuştur:

“İkinci Mahmut, dinsel görevyapanlar dışında bütün Türklere kavuk/sarık giymeyi yasaklıyordu. Ama bu yenileme işi çetin önyargılarla karşılaştı. O devrin tutucu Müslümanları için ka- vuk-sarık, peygamberlerin baş giysisinin simgesi olarak ayrı bir değer taşımaktaydı. Bu nedenle onun kaldırılması fana- tikleri son derece öfkelendirdi.”

“Hocalar, halkı direnmeye teşvik ettiler. Arnavutlukta, Bosna’da, Bağdat’ta isyanlar başladı. Hatta İstanbul’da bile ayaklanmalar oldu. O kadar ileri gidildi ki, caddelerde görü- len Sultan, halk tarafından taşlandı. Anlatdanlara göre, bir gün, İkinci Mahmut, İstanbul’u Galata’ya bağlayan köprüyü atla geçerken halk tarafından çok saygı gören ve Saçlı Şeyh diye bilinen bir derviş hemen atının dizginini yakalamış ve ona, ‘Gâvur padişah! Alçaklığa karnm hâlâ doymadı mı? Bu günahının hesabını Allah senden soracak. Müslümanlığı yıkı- yorsun. Peygamberin lanetini hepimizin üzerine çekiyorsun!’ diye saldırdı. Sultan, ‘Bu deli galiba’ dedi. Ama derviş öfke içinde ona şöyle cevap verdi: ‘Deli ha! Hayır, ben deli falan değilim. Deli olan, senin gibi gâvur padişah ile alçak yardım- cılarındır. Allah benim dilimle size sesleniyor. Ona uymaktan ve gerçeği söylemekten başka bir şey yapmıyorum. O, beni şe- hitlik mertebesine ermekle ödüllendirecektir.’ Dervişin dileği yerine geldi: Götürüldü ve boynu vuruldu.”
“Başlangıçta kötü görülen fes, bir süre sonra gerçek bir pres- tij aracı oldu. Moda ona yavaş yavaş benimsenen bir görü- nüş vermekteydi. İlkel biçimde, kafaya sıkıca geçirilen külah, Mahmut reformuyla kalktı; basık, yuvarlak ve mavi ipekten kocaman bir püskülü olan kenarsız bir başlık haline dö- nüştü. Bunların püskülleri elbisenin yakasına kadar düşer- di. Abdülhamit zamanmda biraz daha yükseği moda oldu. Tersine çevrilmiş bir çanak gibi kesik bir koni biçimine dö- nüştü. Sonra Jön Türkler döneminde tamamen silindirik bir biçim aldı. Zamanla püskülün boyu ve boyutu küçüldü. Ama kırmızı rengi hiçbir zaman değişmedi.”

“İşin asıl garibi, başlangıçta Avrupa’dan, yani mümin olma- yanlardan sosyal devrim programından esinlenerek alınmış olduğu için gerçek müminlerce hor görülen bu baş giysisi, ya- vaş yavaş sağlanan alışkanlıkJa tam tersine bir anlam kazandı. Adeta, öncelerin dinsel ve millî-ananevî esprisini simgeleyen sarığın yerini aldı. 1830’da halkın çoğunluğunca nefret edilen bir eşya, İmparatorluğun son zamanmda tutucu Müslümanlar için aksine bir bağlılık, bir bayrak anlamı kazandı. Abdülhamit devrinde Türk, fesi dinsel bağlılığın bir amblemi gibi görme- ye başlamıştı. Bundan ayrılmak âdeta Kur’an inancına saldırı sayılırdı. Tıpkı sarık zamanında olduğu gibi, din ile fes arasın- da bağlantı kurulmuştu. Nihayet, 1830’larda fese karşı orta- ya çıkan dinsel tutuculuk bu kez de şapkaya karşı duyulmaya bağlandı. Atalarının sarık-kavuk için fesin karşısına çıktıkları gibi, bu kez de tüm Müslüman Türkler fes lehine, şapkaya karşı ayaklandılar.” (Gentizon, 88-93)

RESMÎ MABEDİN YIKILNASI
“Benim niyazım iki rekât namaza sığ-
Muhammed İkbal

İslam din sımfı kabul etmez demiştik. Din sınıfı yoksa resmî mabet de olmayacaktır. Din sınıfı, din kisvesi, resmî mabet, dincilik hegemonyası sacayağının üç ayağıdır. Bu ayakların üçü birden kırılmalıdır. Aksi halde sağlam kalan bir veya iki ayak üstüne diklenmeyi başaran dincilik hegemonyası kısa bir süre sonra engizisyonunu kurar. Böyle olduğu içindir ki, Kur’an, dinci hegemonya sacayağının üç ayağını da kırmıştır.

CAMİ ALLAH’IN EYİ MİDİR?

Mabetsiz din olmaz. Ve ibadetsiz dindarlık olmaz. Ama Kur’an penceresinden baktığınızda bunun kadar önemli bir gerçek daha var: Resmî mabedi olan bir din Allah’ın dini ol- maz. Ve tüm hayatı bir büyük ibadete dönüştüremeyenler de Allah’ın gerçek kulu olamaz.

Mabet başkadır, resmî mabet başkadır. Ne demek resmî ma- bet? O bir yafta ve tescil işi değil, bir işlev meselesidir. Bir dinde resmî mabet varsa o dinin mensupları ibadetlerini yal- nız o mabette yapabilirler. Mabetlerin varlığı resmî mabedin varlığına kanıt değildir. Resmî mabedin varlığına kanıt, din- darın Allah ile diyalogunu belirli duvarlar arasında gerçekle- şeceğinin açık veya örtülü bir biçimde kabul ettirilmesidir. Bu kabule göre, ibadet (en azından iyi ve mükemmel ibadet) ma- bet adı verilmiş belirli binalarda yapılır. O binaların dışında yapılan ibadetler ya hiç ibadet sayılmaz yahut da tam ibadet sayılmaz. Bu kabulün oluştuğunun en büyük göstergesi ise bu belirli duvarlara (cami, kilise, havra vs.) ‘Allah’ın evi’ unva- nının verilmesidir. “Allah’ın evi mi olur, behey gafil?” diye sorduğunuzda birilerinin rahatsız olması ise resmî mabedin kurumlaştığının ikinci kanıtıdır.

İslam’ın büyük vicdanlarından Bistamlı Bayezid (ölm. 261/875), “Kâbe’yi ziyarete neden gitmiyorsun?” sorusuna muhatap olduğunda elini kalbinin üstüne koyarak şu muhte- şem cevabı vermiştir:

“Tanrı, o sizin dediğiniz eve, yapıldığı günden beri hiç girme- di; ama bendeki şu evden, yapıldığı günden beri hiç çıkmadı. Siz esas bu evi kutsal tutun!”

Kur’an, “Allah, insana şahdamarından daha yakındır” (Kaf, 16) diyor. Öyleyse, Allah’ın ta içinde yer aldığı kalp evinin harap edildiği bir dünyada adına ‘Allah’ın evi’ denmiş duvar- ların imar ve ihyasıyla nereye gidilebilir?

Allah ile aldatan zihniyet ve ekipler “mabetsiz din olmaz” gerçeğini, “resmî mabedi olan bir din Allah’ın dini olmaz” gerçeğini örtmek için sürekli istismar ederler. Çünkü Allah ile aldatma oyununun sonuç vermesi için, aldatılmak iste- nenlerin organize bir biçimde belirli mekânlarda toplanıp telkin ve denetim altına alınmaları gerekir. Emevî kodaman- ları bunu iyi bildikleri için, cuma namazını belgeli camilerde kalmanın gerekliliğini, cumanın şartlarından biri olarak fıkıh bünyesine koydular. Onlar ayrıca Peygamberimiz tarafindan namazdan sonra okunan cuma hutbesini de namazm önüne alarak sahabe neslini kendilerini dinlemeye mecbur bıraktı- lar. Çünkü cumayı kılmak için bu hutbeyi dinlemek kaçınıl- maz oluyordu.

Ve büyük çoğunluğu Emevî despotizminin bilinçli veya bi-
linçsiz ajanı olan imamların okuduğu o hutbelerde, sadece beyinler yıkanmıyor, Hz. Peygamber’in evladına da lanet oku- nuyordu. Yaklaşık seksen yıl bu zulüm devam ettirildi. Yine bir Emevi olan halife Ömer bin Abdülaziz (ölm. 101/719) bu zulmü yıkıp minberden okunan laneti kaldırdığında ise İslam ümmetine ibret olması gereken şu itham ve yaygara kopanl- dı:

“Ömer bin Abdülaziz sünnete aykırı işler yapıyor.”

Günümüzdeki ‘Allah ile aldatma odakları’nın, birçok insanı ‘sünnet karşıtı’ diye eleştirirken dayandıklan zihniyet ve tarih zemini, işte bu lanet ve fesat zeminidir.

Kur’an, bütün yeryüzünü mabet kabul etmiştir:

“Doğu da batı da Allah’ındıw, yüzünüzü nereye dönerseniz Allah oradadır.” (Bakara, 115)

Hz. Peygamber bu Kur’ansa1 ilkeye dayanarak insanlığa şunu duyuruyor:

“Bütün yeryüzü benim ümmetim için mescit ve temiz lulın-

Bu demektir ki, Kur’an mesajını gelişiyle tüm yeryüzü bir büyük mabede dönüştürülmüştür. Bir mabet ki, tavanı gök kubbe, seccadesi tüm dağlar, ovalar, çöller ve denizler. Bu büyük mabette toprak post, Allah dosttur. Bu büyük mabette aracısız, lidersiz, haraçsız ve huruçsuz ibadet edilir.

Tüm yeryüzü mabetse tüm meşru miller de ibadettir. Havra, kilise ve cami duvarı seyretmeyi ibadet sayanların denizi ve çiçekleri seyretmeyi nasıl değerlendirdiklerini merak etme- liyiz. Ben onların çiçeklerden, kuş seslerinden söz ettiklerini hiç duymadım. Çiçek, cennetin sembolüdür. Onların dünya- sında çiçek olsaydı dünyayı cehenneme çevirmez, kendileri dışındakileri cehennem kütüğü gibi görmezlerdi.

Renklerin güzelliğini kan ve gözyaşında arayanların çiçekler- le barışık olmasını bekleyemezsiniz. Çiçeklerle ve çocuklar- la barışık olmak; seccadelerini dağların, ovaların, denizlerin oluşturduğu büyük mabedin müminlerinden beklenebilir.

Allah ile aldatanlar, belirli duvarların arasını mabet yaptık- ları için ibadeti de belirli davranışlardan ibaret görmüşlerdir. Oysaki ilmihal kitaplarının ibadet dedikleri, ibadetlerin sa- dece küçük bir bölümüdür. Eskiler onlara ibadât-i mersûme (görüntüleriyle ibadet olan ibadetler) demişlerdir. Bir de ibadât-i hakîkiyye (özü ve içeriğiyle ibadet olan ibadetler) vardır ki onun içine tüm meşru fiiller girer. Bu anlamda haya- tın tümü ibadettir. Elverir ki o hayat, insana yaratır temizlik ve güzellikte yaşansın.

Allah’ın istediği açıktır: O, Mâbud’u (Tanrısı) Yaratıcı Kudret olan büyük evren mabedinin öne çıkarılmasını istiyor. Bunun içindir ki, Kur’an, Allah ile aldatanlarm aksine, sade- ce din kitaplarını değil, evreni ve insanı da okunması gereken ayetlerle dolu kitaplar olarak görüyor.

Büyük mabedin büyük ibadetleri, evren ve insan kitabı oku- narak yapılacaktır. Minber köşesinde tarikat zübürü mırılda- nan sözde dervişin nefes tüketmesi ibadet oluyor da yerin üç kat altında oksijen tüpüyle nefes alarak kalp ameliyatı yapan doktorun ter dökmesi ibadet olmuyor mu?!

Tüm fiileri ibadete dönüştürmek... Büyük mabedin mümin- lerinin işi budur. Güç iştir bu, güçlü iştir. Birkaç metrelik duvarlı alana sığabilen benlikler büyük mabette ibadet ede- miyorlar. Büyük mabedin engin ufkunu fark eden yaratıcı benlikse küçük mabede sığmıyor. O benliklerden biri olan ölümsüz İkbal, bu gerçeği ifade ederken şöyle diyor:

“Benim niyazım iki rekât namaza sığmaz.”

Doğrudur. Büyük ruhun niyazı bütün bir ömrü bir tek namaza dönüştürmek ister.

Girdiğimiz milenyumda, insanlığın en büyük erişinin, tüm yeryüzünün mabet, tüm meşru fiillerin ibadet olduğunu kav- rayıp hayata geçirmek olacağına inanıyorum. Bu, Allah ile al- datanların din dediklerinin bitmesi ve Allah’ın din dediğinin hayata geçmesi demektir. Bunun bir büyük ve mutlu anlamı daha vardır:

Yeni milenyumda insanlık Yaratıcı’sıy1a kucaklaşmak için Allah ile aldatan haraç ve huruç odaklarına komisyon vermek zorunda kalmamalıdır ve umuyoruz kalmayacaktır. Aracılar, yaklaştırıcılar, şefaat bezirgânları ortadan çekilecek ve insan, kendisine ‘şahdamarından daha yakın olan’ ile kopmaz bir beraberliğin bilincine ulaşacaktır.

Cennet, öncelikle, büyük mabedin âbidleri (ibadet edenleri) için vaat edilecek, Allah ile aldatanların duvar mabetlerde kurdukları cennet-cehennem tezgâhları yerle bir olacaktır.

İbadet için Allah’ın dost, secde için tabiatın post olduğu bir dünya cennetten başka nedir ki!

“MESCİTLER ALLAH İÇİNDİR”

Ara başlığımız, Kur'an'ın Cin suresi 18. ayetinden alınmıştır. Ayetin tamamı böyledir:

“Mescitler Allah içindir. O halde, oralarda, Allah’ın yanında
bir başkasına çağırıp yakarmayın.”

Aynı surenin 20. ayetinde ise Peygamberimize şu emir veril- mektedir:

“De ki, ‘Ben ancak rabbime ibadet ederim ve hiçbir kimseyi
rabbime ortak yapmam.”

İslam mabedini şirk kalıntılarından temizlemeyi ilkeye bağ- layan temel ayetler bunlardır. Peygamberimizin ve gerçek sahabîlerin mabetlerinde bu Kur’ansal ilkelere titizlikle uyul- muştu. Sonraki zamanlarda bu ilkelerin yavaş yavaş örselen- diğini görmekteyiz. Bugün ise Müslüman mabetler (camiler, mescitler) yukarıda verdiğimiz ayetlere tamamen ters bir tu- tumla, şirke bulaştırılmış ve Allah’ın yanında bir yığın ‘kutsal- laştırılmış isim ve eşya’, Allah’ın âdeta yardımcıları, vekilleri gibi mabedin bağrına sokulmuştur. “Peygamber’in sakalına saygı” adı altında müminlere ‘kıla tapma talimi’ yaptırılmak- tadır. Cami ve mescitleri Kur’an’m ruhuna uygun ibadet yer- leri olmaktan büyük ölçüde uzaklaştıran, en azından bunu tartışılır hale getiren bu İslam dışı tutum, Allah ile aldatma tezgâhının saltanat dincisi ekipleri tarafından giderek daha da kuvvetlendirilmektedir.

İBADETTE LİDERLİK IIİN DIŞIDIR

Resmi mabet yoksa ibadetleri yerine getirmek için seçilmiş veya atanmış bir kişiye (imam, papaz, haham vs.) de gerek yoktur. Resmi mabet ve dln kıyafeti olmasm ama ibadetlerde bir lider bulunsun demek, resmi mabedi örtülü biçimde kur- mak demektir. Nitekim n:smi mabedi olmayan bir dinin hem de laik sisteme geçmiş ü lesi olan Türkiye’de böyle dendiği için beşbuçuk katrilyonluk bir Diyanet İşleri Başkanlığı büt- çesiyle beslenen doksan bin kişilik kendine özgü bir din sınıfı yaratılmıştır.
DİNDARLIĞI ÜSTÜNLÜK öLÇÜSÜ SAYAN GöRÜŞÜN YIKILMASI
Allah ile aldatanların araç yaptıkları kavramlardan biri de takva kavramıdır. Takva kavramının istismarının mimarı ve kurumsallaştırıcısı ise Emevî saltanatıdır. Mısırlı düşünür Nasr Hâmid Ebu Zeyd’in de eserinde {el-Itticâhu’l-AMi fıl- Tefcir, 1-46) maharetle tespit ettiği gibi, Emevîler bir yandan Hz. Peygamber’in torunlarını katledip Ehlibeyt ocağını yerle bir ederken öte yandan, kitlenin takvaya saygısını şeytanî bir maharetle kendi saltanatlarının savunmasında kullanmayı başardılar. İmamı Âzam’ın da mensup bulunduğu Mürcie felsefesi, ameli, imanın bir parçası olmaktan çıkarırken ne yaptığını gayet iyi bildiği gibi, Mürcie’yi baş düşmanlarından biri ilan eden Emevî de ne yaptığını çok iyi biliyordu. Mür- cie, ibadeti imanın bir parçası saymayan görüşüyle, tamamına yakını sefih ve sarhoş olan Emevî halifelerine destek vermiş gibi görünse de, büyük kitle nezdinde ‘takvaya-dindarlığı’ kul- lanma imkânını onlarin elinden alıyordu. Emevî bu imkânın yitirilmesiyle doğan zararın, sefih halifelerin savunulabil- mesinden doğan yarara nispetle büyük olduğunu gördü ve Mürcie’ye cephe aldı.

Baştan başa zulüm ve sömürü üzerine oturan Emevî despo- tizmi, yarattığı ve yaşattığı dinsel tasavvurları, gücünü tahkim için ustalıkla kullanmıştır. Takvanın insanlar arası ilişkilerde bir ölçü olamayacağını söyleyen Kur’an’m bu hayatî buyru- ğundan habersiz hale getirilmiş topluma şunu söylüyordu Emevî yönetimi:

“Bu âlemde ne varsa Allah’ın kudret ve iradesine boyun eğmiştir. İnsanî iradenin bu tanrısal güce sınır koyması söz ko- nusu edilemez.”

Emevîler bu yumuşak ve duygusal noktayı yakaladıktan sonra buna karşı çıkış ifade eden fıkhî, felsefi bütün görüşleri din dışı ilan etmek üzere güdümlerindeki ulemayı meydana sür- düler. Bu ulemanın, en saygın isimleri bile etkisiz kılmadaki şeytanî eylemlerinin nasıl yürütüldüğünü ve nasıl etkili oldu- ğunu anlamak için sadece İmamı Âzam’ın hayat ve mücade- lesini izlemek bile yeter. iş o hale getirilmişti ki, Emevînin icraatını tenkit, Allah’ın irade ve kudretini tenkit gibi algı- lanıyordu. Emevî yandaki ulema diyordu ki, “Kaderin bizim tarafımızdan belirlenmiş anlammı inkâr, ümmet içine son- radan sokulmuş bir zındık fikirdir.” Emevîlere karşı olanlar ise kader kavramının Emevî zulümlerini meşrulaştırmak için yozlaştırıldığını ve esas zındıklığın bu olduğunu söylüyorlardı. Bu fikri temsil edenlerin başında, öyle bazı Emevî meddah- larının iddia ettiği gibi, Mâbed el-Cüheni (ölm. 83/702) veya Gaylân ed-Dımaşki (ölm. 120/738) değil, tabiûn neslinin her alanda ilim ve hikmet önderi sayılan Hasan el-Basri (ölm. 110/728) vardı. Hasan el-Basrî, Emevîlerin kader kavramını kendilerini savunmak üzere tefsire tabi tutmalarını değerlen- dirirken aynen şunu söylüyordu:

“Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar.”

Emevîler, bu fikrin öncülerinden biri olan Mâbed el- Cühenî’yi katlettikleri halde Hasan’a neden dokunmadı- lar? Bilinmektedir ki, “Hasan, kaderle ilgili fikrini sağdaki Mâbed’in felsefesi üzerine oturtmakta tereddüt etmemiştir.”
(Nasr Hâmid Ebu Zeyd, el-Îtticâhu’l-Aklî, 30) Cevap şudur: Dokunmadılar değil, dokunamadılar. “Mâbed el-Cühenî’yi öldüren Abdülmelik bin Mervân, Hasan’ı da onun yanına gönderrneden rahat edemiyordu ama Hasan, şahsiyet ve za- hitliğiyle kamu nezdinde öylesine büyük bir itibara sahipti ki halife, düşündüğünü gerçekleştirmeye cesaret edemedi.” (Nasr Hâmid Ebu Zeyd, age. 31)

Emevîlerin, şuraya kadar anlattıklarımızla oynadıkları oyu- nun anlamını Mısırlı Ebu Zeyd çözüyor: “Emevîlerin bütün zulümleri, ‘kaderi inkâr etmeme’ adı altında ilahî iradeye fa- tura ediliyordu.” (Ebu Zeyd, age. 20)

Takva kavramının Allah ile aldatma aracı yapılmasını sağla- mak üzere tezgâhlanan oyunu iyi tanımamız gerekiyor. Gö- relim: Kur’an’m açık beyanına göre, ‘takva’ (dindarlık veya daha dindar olmak), kişileri Allah katında öne çıkarır. (bk. Hucurât, 13) Bu demektir ki ibadet ile elde edildiği varsayı- lan takvanın, insanlar arası ilişkilerde bir üstünlük ve öncelik ölçüsü yapılması, Kur’an’a aykırıdır. Kur’an ilkeyi son derece açık koymuştur:
“Allah katında en değerliniz, takvada en ileri olanınızdır.”
(Hucurât, 13)

Kur’an, bu anlayışını, Zühruf suresi 35. ayetle bir kez daha teyit ve tekrar etmiştir:
“Rabbinin katındaki âhiret, takva sahipleri içindir.”

Takva, Rabbin katında ölçü olduğu içindir ki, takvanın karşılı- ğı da ‘Rabbin katındaki’dir, kamu mallanndan talan edilen pa- ralar veya ABD’de CIA’nın hazırladığı çiftlik değildir. Basının, “Türbanla kapat eşinin başını, kap dinci hükûmetten işini” slo- ganıyla ifade ettiği talanın içine girme aracı hiç değildir.

Takva konusundaki bu belirleyici ayetler, tarih boyunca din üzerinden itibar ve üstünlük sağlamak isteyen çevrelerin bas- kı ve yönlendirmesiyle, Kur’an’daki anlamının ve amacının tam tersine çekilmiş ve şöyle bir Kur’an dışı ilke oluşturul- muştur: “En üstün insan, takvada en ileri olan insandır.” Oysaki Kur’an, bunun tam tersini söylüyor; daha doğrusu ta- rihin bu zulüm kaynağı anlayışını kökünden çıkıyor.

Takva, insanlar arası ilişkilerde, kamusal alanda bir üstünlük
ölçüsü değildir. O halde, kamusal alan, dindarlığın sergileneceği bir alan olmamalıdır. Kur’an, eğer konuyu böyle düşün- meseydi, ilkeyi getiren ayet şöyle derdi: “En asil ve en üstü- nünüz takvada en ileri olanınızdır.” Öyle dememiştir. ‘Allah katında’ kaydını koyarak insan hakları ve dünyevî alanı ayrı tutmuş, takvanın insan hakları alanında bir değer ölçüsü ya- pılmasını engellemiştir. Aksini yapsaydı, Allah ile aldatılma- ya bizzat kendisi yol açmış olurdu. Tam bu noktada, İslam düşüncesinin anıt isimlerinden biri ve Hanbelî mezhebinin kurucusu olan Ahmet bin Hanbel (ölm. 241/855) bize muh- teşem bir Kur’an dersi vermektedir. Ahmed bin Hanbel’e sordular:
“İki adamımız var: Biri takva sahibi ama zayıf, öteki günahkâr ama güçlü. Hangisiyle gazaya çıkalım?”
İmam şöyle dedi:
“Gücü fazla olanla yola çıkın! Takvası fazla olanın takvası kendine, zayıftığı Müslümanlara mal olur. Gücü fazla, tak- vası az olanın ise günahı kendine, gücü Müslümanlara mal olur!”

Kur’an vahyi, Ahmed bin Hanbel’in sözlerinde özetlenen bu anlayışını hayata iyice sokmak için din sınıfı, din kisvesi, hatta din adamı anlayışını yıkıyor. Bunların hiçbirisi yoktur, bunla- rın hiçbirinin ifade ettiği olumlu bir anlam yoktur. İnsanlar arası ilişkilerde üstünlük ölçüsü veya ölçüleri nedir? Kur’an bunun cevabını çok açık şekilde vermiştir. İnsanlar arası iliş- kilerde üstünlük ölçüsü olarak şu üç değer esas alınmıştır:
1. Liyakat,
2. Adalet,
3. Gayret.
İşte temel buyruklar:
“Şu bir gerçek ki, Allah size, emanetleri, onlara ehil olanla- ra vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel öğüt veriyor.” (Nisa, 58)
“Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yok- tur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra, karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir.” (Necm, 39-41)
'Herbenlik kendi kazandığının bir karşılığıdır.” (Müddessir, 38)
Ahmed bin Hanbe1’in yukarıda naklettiğimiz tavrı, çağdaş müfessir Seyyid Kutup (ölm. 1966) tarafından İslam adına söyleme dönüştürülmüştür. Islam-Kapitalizm Çatışması adıyla Türkçeye çevirdiğimiz eserinde şunu yazıyor:
“İslam’a göre, bir işte görev almaya en layık kişi o işi en iyi bilendir. İşteki ihtisas yerine kişinin fıhıh bilgisi öne alma- maz. Hatta islam, insanlar arasında biricik üstünlük ölçüsü saydığı takvayı bile böyle durumlardiı Ölçü kabul etmez. Sa- habenin, İslam ruhunu en iyi kavrayanı olarak bilinen Hz. Ebu Bekir, Peygamberimizin, ‘ümmetin emini’ diye andığı Ebu Ubeyde’ye, halife sıfatıyla şöyle bir emir göndermiştir:
“Halid bin Velîd’i Şam’daki savaşta çarpışması için kuman- dan seçtim. Ona muhalefet etme. Sözlerini dinle, emirlerini yerine getir. Ben onu sana emir tayin etmekle birlikte takva- da senin ondan üstün olduğunu biliyorum. Fakat onda harbi yönetecek öyle bir kabiliyet vardır ki sen bundan yoksun- sun.” (Seyyid Kutup, Iclam-Kapitalizm Çntışmnsı, 103)
Takva alanı, ehliyet ve gayretin aksine, riyakârlık ve istismara en müsait alandır. Ehliyet, liyakat ve gayret ise riyakârlıkla kotarılamaz. Onlar ya gerçekten vardır veya yoktur.
Bir adam abdestsiz namaz kılıp insanlara takva gösterisi ya- pabilir. Hatta hiç inanmadığı halde namaz kılabilir, hacca gi- debilir. Bugün birçoklarının gittiği ve bu ziyaretlerini boy boy gazete ilanlarıyla reklam ettikleri gibi. Ama aynı adam, ehli- yeti olmadan şoförlük, doktorluk, mühendislik yapamaz. Be- lirli saatlerde iş yerine gitmeden maaş alamaz. Çek ve senedini Jdbmeden borcundan kurtulamaz. Sahtekârlık yaparsa üç şlln sonra yakayı ele verir, faturasını çok ağır biçimde öder. Oysaki takva adıyla sergilenen riyakârlık ve sahtekârlığın ce- zalandırılmasını şöyle koyun, fark edilmesi bile yıllar hatta asırlar gerektirmektedir. Bu bekleyip sürecinde nesiller, top- lumlar, medeniyetler yürüyüp yıkılmaktadır.

İbadetler, insanlar arası ilişkilerde bir biçimde üstünlük ve dokunulmazlık ölçüsü yapılırsa ibadet adına her türlü hak ih- lali ve insan tacizi başını alıp gider. Bu gidiş, önce din istisma- rini, daha sonra din adına baskı ve şiddeti, bir adım ilerde de din adına terörü, kısacası engizisyonu getirir. İslam, tüm bu olumsuzlukların doğmasını önlemek üzere çok radikal ted- birler almıştır. Bunların belli başlıları şöyle sıralanabilir:
1. “Allah ile aldatılmayın!” emrinin verilmesi,

2. Din kıyafeti, din sınıfı, din adamı, resmi mabet, ibadette lider gibi kabul ve uygulamaların dinin bünyesinden çıkarıl- ması,

3. Dinde bastı, zorlama ve manipülasyonun (ikrahın) yasak- lanması,

4. Allah adına yönetme devrinin kapatılıp yönetimin halktan alınacak vekâlet (bîat) ve halkla danışma usulü (şûra) ile yürütülmesinin ilkeleştirilmesi,

5. Hakların ancak sahipleri tarafından bağışlanabileceğinin ilkeleştirilınesi, böylece herhangi bir insanın hakkınız Allah tarafından bir başka insana bağışlanmasının mümkün ol- maktan çıkarılması.

Tüm bunlar, dinin-imanm-dindarlığm ve ibadetin insan hak- ları ihlaline araç ve bahane yapılmasını önlemenin tedbirle- ridir.
AKLIN EGEMENLİĞİNİ İLAN
Kur’an, aklın kullanımına en küçük bir sınır koymamıştır. Allah’a varışın akıldan çok aşk yoluyla olacağı mealindeki sûfi söylem de ‘Aklın Kur’an ve sünnetle sınırlı olduğunu’ id- dia eden genel teolojik söylem de Kur’an’a tamamen aykırı- dır. Kur’an, aklın kullanımını sınırlamaktan ima yoluyla bile söz etmemiştir. Tam tersini söylemiş, ‘aklını işletmeyenler üzerine pislik atılacağını’ hükme bağlamıştır. (Yunus, 100)

Geleneksel söylemin aklı prangalaması önce fıkıh alanında gerçekleşti. İlk iki asırda fıkıh, aynı zamanda bugünkü ilmi kelamı da ifade ettiğinden, ilk pranganın da fıkıh ve ilmi kela- ma aynı anda vurulduğunu belirtmek zorundayız. İlginç olan şu ki, bu prangaya ilk karşı çıkışta fıkıh bünyesinde gerçekleş- miştir. İlmi kelam ve fıkıhta aklı bloke etmeye karşı çıkışın ilk mücadelesini veren İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) oldu ve bu mücadelesinin faturasını hayatıyla ödedi. Ama onun açtığı çığır, 11. yüzyıla kadar sürüp giden bir onurlu mü- cadelenin motoru olarak sürekli devrede oldu. Ta Gazali’nin talihsiz zuhuruna kadar.

Aklı tasavvuf alanında prangalamak, fıkha nispetle daha sonraki bir zamanda vücut buldu. Akla pranga vurmanın ta- savvufun nitelikleri arasına girmesi, İslam tarihinde aklı blo- ke etmenin öncülüğünü yapmış olan Gaza1î’nin, el-Munkızü mine’d-Dalâl (Dalâletten Kurtaran) adlı ünlü ve talihsiz eseriyle gerçekleşti. Gaza1î’nin kurtulduğundan söz ettiği ‘dalâlet’, ne yazık ki aklın rehberliğidir.
Günümüz siyasal İslam’ı, aklı mahkûm ederken, özellikle la- lkllğl lthım ederken 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin, lt£flr, zallnt ve faslk oldukları’ mealindeki Kur’an ayetlerine (Mâldo, 44, 45, 47) yollama yapmaktadır. Yollama yapılan söz doğrudur ama o yollama ile murat edilen doğru değildir. Allah'ın indirdiğine atıf yapanlar bazı gerçekleri görememek- te veya görmezlikten gelmekteler.

DİN DE AKLIN DENETİMİNE VERİLMİŞTİR

Allah’ın ilh indirdiği, akıldır. O halde, Allah’ın indirdiği ile hükmetme gayesi taşıyanların öncelikle teslim olacakları de- ğer, akıldır. Kur’an, işletilen aklı veya aklın işletilmesini (ta- akkul) istemektedir. Aklını işletmeyenler üzerine pislik iner. (Yunus, 100)

‘Allah’ın indirdiği’ başlığının altına ilk yazılacak olan akıl- dır. Çünkü o, peygamberlerin tebliğinden önce, o tebliğe mu- hatap olmamış olanlar da dahil, tüm insanlarda bulunan tanrısal bir cevherdir. Akıl, vahiyden daha önce, daha genel- dir. Bu öylesine şaşmaz bir gerçektir ki, İslam bilginlerinin akılcı olmayanları bile, akıl ile vahyin çatışması (daha doğru- su çatışmış gibi görünmesi) durumunda aklın esas alınacağını söylemişlerdir. Bu söylem onlara, Kur’an’m öğrettiği tartış- masız, tevilsiz bilgilerden biridir. İslam düşünce tarihinde ak- lın işletilmesinin ve onayının dinin kabul edilebilirliğinin de ölçüsü olduğunu ilk dile getiren düşünür olarak gördüğümüz Mûtezile imamı Kadı Abdülcebbar (ölm. 415/1024) şaheseri el•Mûğni’de şu tespiti yapıyor:

“Akıl ve ilimle ispatı yapılamayan şey itikat konusu da ola- maz. Böyle bir şeyin inkârı gerekir. Bunun içindir ki, Kur’an’m kalpte olan bir mânâdan ibaret olduğunu, aklî-zarûrî delil- le ispatını istemenin söz konusu edilemeyeceğini söylemek Kur’an’ın reddedilmesini istemekle aynı anlama gelir.” (Kadı Abdülcebbar, el-3fuğnî, Halku’1-Kur’an, 14-15)

Dahi kadımız, aynı eserinde ‘Mükellef, Yükümlü Tutulduğu Şeyin Mahiyetini Dinsel Nakillere İhtiyaç Duymadan Aklıyla da Bilebilir’ diye bir fasıl açmıştır. O fasılda söylediklerinden bir özet nakledelim:

“Nakillerin sıhhatini tespitte ihtiyaç duyulan aklın, hendi tespitlerinin sıhhatini belirlemede nakillere muhtaç oldu- ğunu söylemeh doğru değildir. Nakilden maksadın Kur’an ve sünnet olduğu bellidir. İşte bu ikisinin güvenilir olup olmadığını ancak ilimle tespit ederiz. Çünkü Allah hikmet sahibidir, çirkinlik ve abesle meşgul olmaz. Allah’ı bilmeye ulaşmanın yolu da aklm sağladığı delillerdir. Bu nohtada nakillere ihtiyaç duyulmaz.”

“Eğer aksini söylerseh yani aklın yerine nakli hoyarsak pey- gamberin her söylediğini bir başka peygamberle kanıtlamak gerekir. Ve bu durum bir teselsül ile ilh peygambere kadar gider. Peki, o ilh peygamberin söylediğini ne ile doğrulaya- cağız? Akılla. Yani, her hal ve şartta nakillerin doğruluğunu belirleyecek olan akıldır.”

“O halde, aklını işleten bir varlığın akıl yoluyla bilinecek şeylerde nakle ihtiyacı olmaz. Mesela zulmün hötülüğünü bilmek için nakle ihtiyaç yoktur.” (age. 151-153)

Abdülcebbar’ın açtığı yoldan yürüyenlerin en önemlilerinden ve Kur’an dilinin ölümsüz ustalarından biri olan Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108), anıt eserlerinden biri olan ‘ez-Zerîo ile 3fekârimi’ş-Şeriâ’da ‘Peygamberlerin ve Aklm İnsanları Gerçeğe ve Tanrı’ya İleten İki Kılavuz Oluşu’ başlığı altında
şu muhteşem satırları yazmıştır:

“İzzet ve celal sahibi Allah’ın insanlara iki resulü vardır:
1. İçten dna olan (bâtın) resul, 2. Dıştan içe olan (zâhir) resul.

Bunların birincisi akıl, ikincisi peygamberdir. Hiçbir insan, bâtın resulden gereğince yararlanmayı öne almadan zâhir resule yol bulamaz. Bâtın resul (akıl), zâhir resulün çağrısının sağlık ve geçerliliğini bilmede esastır. Eğer bâtın resul Oİ£tliızSa zâhir resulÜll SöEünün kanıtlığı ve bağlayıcılığı ol- maz. Bu böyle olduğu içindir ki Allah, kendisinin birliğinde ve peygamberlerinin doğruluğunda kuşkuya düşenleri akla gönderir. Başka bir deyişle, onları peygamberlerinin söyle- diklerinin doğruluk ve tutarlılığı konusunda akla başvurma- ya çağırır. Akıl komutandır, din asker. Akıl olmasa din ge- çerli ve kalıcı olamaz. Elbette ki din olmayınca da akıl şaşkın halde kalır. Bu ikisinin birleşip kucaklaşması ise nur üzeri- ne nurdur. Nur suresindeki ‘nur üstüne nur’(24/35) ifadesi işte bunu göstermektedir.” (Râgıb, ez-Zerîfi, 207)

Büyük Râgıb’ın, bu satırların ardından attığı başlık ise şudur: ’AMa Dayalı Îtimlerle Donanmamış Olamam Peygamberlilaen Kaynaklanan Îlimleri Anlamaya Yetersiz Olacaktın’ Râgıb’m bu başlık altında yazdığı satırlardan birkaçını da verelim:

“Akla dayalı bilgi ve tespitlerde (elma’kuulât) cehalet göz- ler üzerinde perde, kalp üzerinde örtü, kulaklarda işitmeye engel bir ağırlıktır. Ve Kur’ansal gerçekleri anlamak, işte bu perde, örtü ve ağırlıklardan arınmış olanların nasibidir. Aynen bunun gibi, akla dayalı bilgiler ve tespitler gözlere ve kulaklara vücut veren hayat gibidir. Kur’an ise görme ve işit- me güçleriyle algılanan bir varlıktır. Ölünün görüp işitmesi imkân dışı olduğu gibi, akla dayalı bilgilerden yoksun olanın dinsel gerçekleri kavraması da imkân dışıdır. Allah’ın, ‘Sen, ölülere duyuramazsın, sağırlara da çağrıyı ulaştıramazsın.’ (30/52) ayetiyle gösterdiği gerçek, işte budur.” (ez-Zerîfi, 209)

Akıl, neden ‘komutan’ durumundadır?

Abdülcebbar ve Râgıb’ın bu yaklaşımı, yine onlar çapında bü- yük bir fakîh olan İzzuddin bir Abdüsselam (ölm. 660/1262) tarafından da esas alınmış ve geliştirilerek tekrarlanmıştır. İzzuddin aynen şöyle diyor:

“Dünyada esas olan yararlarm (maslahatlar) ve bozgunların (mefsedetler) belirleyici olanları akılla bilinir. Bu belirleyici-ler, dinlerde de esas olan belirleyicilerdir. Akıllı bir varlık için bu belirleyicilerin dinin bildiriminden önce keşfedilmesi inkâr edilemez.” (İzzuddin bin Abdüsselam, föv‹iidIi’1-Ahkâm, 6)

İzzuddin, dünya ile ilgili meselelere, fıkıhtaki ifadesiyle muâmelâta (beşerî alanla ilgili işlere) ‘mâkulü’l-mând’ (an- lamı akılla bilinecek şeyler) demekte, akılla bilinmesi müm- kün olmayan, ancak Tanrı’nın vahyi ile bilinebilecek alana da ‘taabbudî’ (iman ve ibadetle ilgili) alan demektedir. Muameldt alanı ta’lî1î (illetleri, sebepleri irdelemeye dayalı) bir alandır. Yani bu alanda akı1‘neden ve niçin?’ diye soru sorup ona göre yöntemler bulur, kurallar koyar. Taabbudî alan ise bunun gibi değildir; orada neden ve niçin mekanizması işletilemez. Çünkü bu soruların cevabını akıl bulamaz. Orada dinin vahye dayalı verilerini içtihatsız kabul edip uygulamaya koymak ge- rekir. (İzzuddin, age. 19)
Abdülcebbar, Râgıb ve İzzuddin bin Abdüsse1am’ın Kur’andan hareketle yaptıkları bu tespitleri, din meselesine uygularsak şunu görürüz:

Akıldan uzaklaştırılan iman (sonuç olarak da din) sübjektif- leşir, kişiselleşir, nefsanîleşir. Böyle olunca da gerçeğe ve ge- nele sırt dönerek, kişinin egosuyla eşitlenir. Bu noktaya gel- diğinizde iman, yapıcı-yaratıcı bir mutluluk kaynağı olmaktan çıkar, yıkıcı bir tahrip gücüne dönüşür.

Kur’an’m, imam sürekli bir biçimde akıl ve bilimle kucak- laştırması, insanı bu olumsuz sonuçtan korumaya yönelik en hayatî tedbirdir. Bu Kur’ansa1 tedbirin işlerlik kazanmasında laiklik birinci derece önem arz edecektir. Çünkü laiklik, ta- bulaştırılmış eski kuralların egemenliği yerine çağa, zamana ve ihtiyaçlara göre hukuk ve kural oluşturmanın bir numaralı sistemi ve normatif güvencesidir.

‘ALLAh’lN hÂKİMİYETİ’NİN SADECE DİN hÂKİNİYETİ OLMßDIúINlN İLANI

HÂKİMİYET KAYRAMININ KUR’ANSAL ÇEHRESİ

Türkçe’de kullandiğimiz hâkimiyet (egemenlik) kelimesinin verdiği anlami Arapça’da hüküm (el-hükm), mülk, emr ve siyadet kelimeleri vermektedir. Kur’an’da bunlarin ilk üçü kullanilmaktadir.

Batt dillerinde egemenlik karşiliği kullanilan kelime ufak yazim ve telaffuz farkiyla aynidir: İngilizce’de sovere- ignty, Fransizca’da souverainete, Almanca’da souveranitat. Bunlarin tümü, eski Roma’da, egemenlik ve yargi yetkisi an- lamini veren suprema potestas veya imperium tabirlerinin karşiliğidir.

Hâkimiyet kelimesinin kökü olan ‘hüküm’den türeyen söz- cükler Kur’an’da isim ve fiíl olarak 90 civarinda yerde kullanil- miştir. Bunlarin büyük bir kismi, hüküm vermede Allah’i öne çikarmaktadir. Anna hemen söyleyelim ki Kur’an, “Allah’in gösterdiğini ve indirdiğini” dikkate almak şartiyla ínsana da hüküm verme yetkisi yani hâkimiyet hakki tanimaktadir. O halde, insanin hiçbir hâkimiyet yetkisinin olmadiğini söyle- mek Kur’an’a açikça aykiridir; Allah ile aldatmayi amaçlayan bir yalandir.

Mutlak hâkim ve Mâlik Allah’tir. (En’am, 57, 62; Yusuf, 40, 67; Kasas, 70, 88; Fâtir, 13; Zümer, 6) Yani söz, karar ve ta- sarruf O’nundur. O halde O, bu mutlak hâkimiyetinin kendisine verdiği yetkiyle yarattıklarından birine, örneğin insana hâkimiyet hakkı verebilir.

Önemli soru şudur: Mutlak hakim olan Allah, insana kulluk imkanları içinde kullanacağı bir hâkimiyet yetkisi vermiş mi- dir, vermemiş midir? Kur’an’m açık beyanlarına göre, insana bu hûkimiyet verilmiştir. Hüküm yetkisi öncelikle peygam- berlere verilmiştir. (2/ 213; 4/65; 5/42,44; 24/48,51; 21/78,79; 38/22, 26) Ancak, insana verilen hüküm/hâkimiyet yetkisi sa- dece nebiler için söz konusu değildir. Kur’an, nebiler dışın- da insanların da bu yetkiye sahip kılındığını göstermektedir. İnsanın hüküm yetkisi kullanmasından söz eden ayetler üç kavramın altını çizmektedir. Bu kavramlar bunlardır:
1. Adalet,
2. Allah’ın indirdiği,
3. Allah’ın gösterdiği. (4/58, 105; 5/44, 45, 47)

Însanin hâkimiyet yetkisinin oldugu tartqmasizdir. Ancak bu hâkimiyet Allah’in indirdigi, gösterdigi ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere olacaktir. Tartiçmalarin çiktigi anda da yeni- den Allah’a başvurulacaktir:

“Bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah’a bıra-
kılır.” (Şûra, 10)

Bu ayet ayrıca insanın kullanacağı egemenliğin sınırlı, Allah’ınkînin sınırsız olduğunu da göstermektedir. Yani, mut- lak ve ontolojik hâkimiyet (ultimate sovereignty) Allah’ındır. Bunu, insanın kullanımına bırakılan siyasal hâkimiyet (exer- cise of power) ile karıştırıp “Hâkimiyet Allah’ındır” diye ba- ğırmak, aslında Allah’a saygının değil, saygısızlığın ifadesidir. Çünkü bu söz, Allah’ın insana verdiği bir göreve itiraz anlamı taşır.

Kur’an’m, Allah’ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insa- nın hiçbir egemenlik hakkının olmadığını göstermek için de- ğil, mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını dizginlemek ve insana haddini bildirmek içindir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şunu gayet açık bilmekteyiz:

Modern zamanları bir kenara koyarsak, tarih boyunca, ege- menliğin (sultanın) tek sahibi sayılan kral-sultan, aynı za- manda yarı ilah-gölge ilah bir varlık olarak görülmüştür. Kur’an, bu inceliğe dikkat çekerken eski Mısır Firavunlarını, Hz. İbrahim’in karşı çıktığı Nemrut’u örnek vermektedir. Bunların birincisi, yönettiği Mısır halkına: “Ben sizin en yiice rabbinizim” (Nâziât suresi, 24) diyordu. Nemrut ise, Allah’ın gücünden söz açan İbrahim’e, “Ben de diriltir, ben de öldü- rürüm” (Bakara, 258) diye cevap veriyordu. Ne ilginçtir ki Kur’an, bu iki yarı ilah kralın, sergiledikleri saçmalığı ellerin- de bulunan mülk ve saltanatın verdiği azgınlıkla yaptıklarını söylemektedir. Kur’an’ı rahatsız eden, mülk ve saltanatın işte bu şekilde kötüye kullanılmasıdır.

Kur’an bu örneklerle gösteriyor ki hak ve halk aleyhine sürüp giden egemenl‘ıkleıin tarih boyunca temsilcisi olmuş ‘kral’ sadece yönetim yetkisi değil, ilahlık yetkisi de kullanmıştır. Kırılması gereken işte bu ikincisidir. Emr (egemenlik, yargı ve komuta yetkisi) Firavuna bile verilmiştir; Kur’an buna iti- raz etmiyor. İtiraz edilen ve kötülenen, bu yetkinin kötüye kulanımıdır. İnsanoğlu, tanrılık alanma girmekte çok cüretli, çok küstah davranmıştır. Tanrısal vahiy, insanı kendi sınırları içinde yücelmeye çağırıyor.

Yaratıcı’nın mülk ve hâkimiyetinin iki temel belirişi vardır:

1. Tekvinî (ontolojik-hozmik) belirti,
2. Teşriî (yasa koyma-yönetme-yargılamaya ilişkin) belirti.

Kur’an’dan baktığımızda, tekvinî yetkide insana asla ve asla pay vermeyen Tanrı, teşriî alanda insanı nasipli kılmıştır.

Kur’an açısından hâkimiyet kavramı ile ilgili sözün özünü, ünlü fıkıh metodolojisti Karafi (ölm. 684/1285) söylemiştir kanaatindeyiz. Şöyle diyor:

“AlIah’ın hükmü, O’nun zatıyla kaim olan kelamı demek- tir. Kitap (Kur’an) ve sünnetin lafızları O’nun hiikmünün kendisi değil, delilleridir. O halde, Allah’ın, hükmediciye ak- tarılmış hiikmü de olur. Herhangi bir hâkime devredilmiş hüküm de Allah’ın hükmüdür.” (Karafi, el-İhkâm, 58)

Şunu da ekleyelim: Hz. İsa’nın: “Tanrı’nm hakkını Tanrı’ya, Kayser’in hakkını Kayser’e verin” sözü, mistik bir teslimiyet ifade etmiyor. Tam tersine, Hz. İsa o sözüyle kralın, egemenli- ği saptırarak, hakkı olmayan uluhiyet alanına girdiğini, onun o alandan çıkarılması gerektiğini söylemektedir. Kral, sadece si- yasal egemenlik kullansın, ulûhiyet alanına giren egemenliğe el atmaya kalkmasın. Yüce İsa, siyasal egemenliğin, bir görev olmaktan çıkarılıp ebedi bir hakka dönüştürülerek zulüm ve sömürü aracı yapılmasına da karşı çıkıyor. Bunun içindir ki Hz. İsa, “Kralın hakkını krala verin!” gibi, görünüşte mistik bir teslimiyet ifade eden sözüne rağmen, belki de o sözü söy- lediği için ölüme mahkûm ediliyor. Anlaşılan o ki, İsa’nın sö- zündeki gerçek anlamı, İsa’yı izlediklerini söyleyen ruhban sı- nıfından çok, krallar ve onlara bağlı egemen sınıf kavramıştır.

Yönetim ve yargıda kendisine sınırlı bir hakimiyet verildiğini gördüğümüz insana bu hâkimiyetin bir tek alanda verilme- diğini de Kur’an’dan öğreniyoruz. Bu alan, din kurma, din kotarma ve dinde hüküm koyma alanıdır. Din kurma ve din- de hüküm yetkisi, ulûhiyetin devretme, uzlaşma ve bölünme kabul etmeyen yetkisidir. Allah bu yetkinin kullanımında ka- tılım kabul etmez. Bu öylesine tartışılmaz bu gerçektir ki, dini tebliğ eden peygamberlere bile dinde sadece ‘Tanrrya elçilik’ görevi verilmiş, bu görevi ‘Tanrı’ya ortaklık’ biçiminde anla- maya kalkmamaları için çok titiz uyarılar yapılmıştır.

Allah’ın hâkimiyetini politik egemenliklerinin dayanağı gibi kullananlara dikkatle bakılırsa görülür ki bunlar, mezhep ve tarikat kabullerini dinin tartışılmaz esasları haline getirerek Allah’ın hâkimiyet alanına pervasızca girmiş ve o alanı talan etmişlerdir.


KİŞİLERİN EGEUENLİĞİNDEN İLKELERİN EGENENLİĞİNE GEÇİŞ
“Muhammed bir resulden başkası değil- dir. Ondan önce de resuller gelip geçmiş- tir. O ölse yahut öldürülseydi ökçeleri- niz üzerine gerisin geri mi dönecektiniz! İki ökçesi üzerine gerisin geri dönen, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez.”
Âli İmran suresi, 144

AYNI ANDA İKİ DEYRİM YARATAN AYET

Kur’an’ın kişiler egemenliğinden ilkeler egemenliğine geçişin
devrimini yapan ayeti, başlığın altına koyduğumuz Â)i İmran
144. ayettir:

1. Yahyin bir kişide değil, bir kitapta mihverleştirilmesi:

Kilise, bu tevhit gerçeğini tersine çevirerek, tanrısal vahyi isa’nın kişiliğinde kristalleştirmiştir. Kur’an ise vahyin bir ki- şide, Muhammed’de kristalleşmesini istememekte, bunu bir kitapla yapmaktadır. İslam tarihinde bu tevhit gerçeği, resmi mabet olmadığı için kilise gibi bir kurum tarafından yıkıla- madı ama uydurma hadisler yoluyla yıkıldı. Vahyi, ‘okunan vahiy-okunmayan vahiy’ diye ayırıp ardmdan da “Okunan vahiy Kur’an’dır, okunmayan vahiy de hadisler” söylemini dinleştiren zihniyet, işte bu şirke kayışın baş temsilcisidir.

Böyle bir vahiy anlayışına Kur’an asla izin vermez. Böyle bir anlayış, Kur’an’ı sessiz sadasız ve bizzat onu tebliği eden Peygamber’i kullanarak devre dışı etmektir. Kur’an dışında, din adına bağlayıcı metin anlamında vahiy olmaz; “Olur” de- mek, niyet ne kadar samimi olursa olsun, örtülü bir şirke kapı aralamaktır. Madislerin gerçekten Peygamber’e ait olanları bile sadece vahye getirilmiş peygamber yorumlarıdır ve o ni- telikleriyle saygıya layıktır. Ama hiçbirisi asla vahiy değildir. Çünkü Hz. Muhammed beşerdir, Kur’an, beşerden vahiy sa- dır olacağını asla kabul etmez.

2. Kişiler egemenliğinden ilkeler egemenliğini geçiş:

Hz. Muhammed, dinler tarihi geleneğinin kıstaslanyla bak- tığımızda peygamberler zincirinin son halkası ve bu itibarla peygamberlerin en yücesi olduğu halde Kur’an, ona sadece bir ‘beter-peygamber’ olarak atıf yapmakta, onu, Allah elçili- ğinin ötesinde bir kutsallıkla yüceltmemektedir. Daha doğru- su, Hz. Muhammed’i bir ‘melek-peygamber’ olarak algılama- ya gidecek yolu tıkamaktadır. Kur’an, Hz. Muhammed’in ki- şiliğini değil, temsil ettiği ilkeleri yücelterek, en büyük insan da olsa, kişilerin değil, ilkelerin öne çıkarılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu, hukuk ve medeniyet tarihinin tespi- tinden onbeş asır önce ilan edilmiş ve yürürlüğe konmuş bir büyük devrimdir. Bu büyük devrimin şanına yakışır bir büyük anekdotu da kaydedelim:

İlk halife Hz. Ebu Bekir, dostu Peygamber’in ölüm haberini aldığında Medine dışında bulunuyordu. Haber üzerine kente döndüğünde ortalığın daha ilk dakikalarda birbirine karıştı- ğmı gördü. Başta Hz. Ömer olmak üzere, Peygamberlerinin vefatını haber alan halk çok derinden sarsılmış, bir duygusal- lık içinde, “Peygamber ölmemiştir, o ölmez” demeye başla- mıştı. Hatta o büyük kişilik Ömer bile acısının etkisiyle ken- dini kaybederek kılıcını çekmiş ve “Peygamber öldü diyenin kafasını uçururum” diye bağırmaya başlamıştı.

Vakar ve temkin örneği Ebu Bekir, kalabalığa yaklaştı, onları aralayarak Yüce Peygamber’in naaşınm yattığı yere girdi. Yüztlntl açıp baktı, eğilip öptü ve şöyle dedi. “Sağlığında güzel olduğun gibi ölümünde de güzelsin.” Ve dışarı çıkıp insanlık tarihinin de tevhit tarihinin de en ölümsüz söylemlerinden biri olan şu muhteşem sözleri gök kubbeye armağan etti:

“Ey halk! Muhammed’e tapan bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a tapan ise bilmelidir ki Allah ezelî ve ebedî dindir.”

Ve Ebu Bekir, başlığın altına koyduğumuz Âli imran 144. ayeti okuyarak halktan şunu rica etti: “Artık herkes kendine düşeni yapmak üzere dağılın!”

Ve herkes ‘kendine düşeni yapmak üzere’sessizce dağıldı. Ve tabii ki, arkasından kimi ilkelerin egemenliğine teslim olarak tevhidin gereğini yaptı, kimi kişileri putlaştırarak şirkin ege- menliğine kapı araladı, kimi de nefsinin ve çıkarlarının arka- sına düşüp fesat ve fitneye öncülük etti.

Hz. Ebu Bekir, o büyük tevhit terbiyesine yaratır bir yakla- şımla, Peygamber’in öldüğü evin önünde toplananlara şunu da söyledi:
“Muhammed’e tapan bilsin ki Muhammed ölmüştür; Allah’a
tapan ise bilmelidir ki Allah ezelî ve ebedî diridir”

Ebu Bekir, bu sözüyle, Hz. Muhammed’i bir biçimde ilahlaş- tırmanın şirk olduğunu da dikkatlere sunmuş oluyordu.

Kur’an, egemen gücü, insan olmaktan çıkarmıştır. Kur’an’m ruhu bu bakımdan da antiklasiktir. Egemen güç, Allah’ın indirdiği-gösterdiğidir. Yani ilkeler. Bunu modern zamanın hukuk diline çevirirsek, egemen güç, hukuhun ilkeleridir. Modern hukuk anlayışının ittifak noktalarından biri olan bu tespit, Kur’an’da yüzyıllarca önce verilmiştir. Ne var ki, onun hayata geçmesi için insanın çok uzun bir yol yürümesi gerek- mekteydi. Yol yürünmüş, çamura-dikene takıla takıla yürün- müş ve bugüne gelinmiştir. Bugün için sulta, artık kişinin veya kişilerin değildir, olmamalıdır. Hükumet edenler, sultanın sahibi değil, emanet taşıyan görevlileridir. “Sultanın sahibi, tüzel kişilik olan devlettir” deseniz bile, son tahlilde bu da yine hukukun egemenliği anlamına gelmektedir.

Siyasal İslamcıların ha bire tekrarladıkları “Yöneticiye, zalim de olsa itaat gerekir, çünkü o, tanrısal iradeyi temsil ediyor.” yolundaki geleneksel dinci anlayış, Hristiyanlığa, Pavlus tara- fından sokulmuştur. (Romalılara Mektup, 13/1-7) Emevîler tarafından İslam’a aktarılarak saltanatı desteklemek için kul- lanılan bu Pavlus kaynaklı tez, sonraki zamanlarda Emevî avukatı ulema tarafından bir inanç ilkesi olarak İslam’ın içine şu şekilde yerleştirildi: “Devlet başkanı, ahlaksızlıklar (fısk) ve zulümler (cevr) de sergilese azledilemez.”

Kur’an, Nisa 75, hukuk ve adalet dışı yönetim sergileyenlere karşı savaş istiyor. Ama saltanat destekçisi fakîhler, bırakın Nisa 75’i işletmeyi, saltanatçı söylemlere dayanak yaratmak için hadisler bile uydurmuştur. Bu uydurmaların en ünlüleri bunlardır:

“Sultan (kral), yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.” (Bu din ve akıl dışı hezeyanın uydurmalığı hakkında bk. Elbânî, el- Alıâdis ez-Zaîfa, 1/687;2/69-70; 4/159-162. Bu konuda diğer uydurmaların eleştirisi için bk. Cafer el-Bâkırî, el-Bid’a, 218-
220) Uydurmanın bir ifadesi de şudur: “Sultana sövmeyin, çünkü sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.” (Elbânî, age. 5/ 289)

Tarım ve sanayi toplumunun kişi-egemen hayat anlayışı Kur’an’a uymaz. Kur’an’ın önerdiği hayat tarzı olan İslam’ın anlamı, son tahlilde ilkelere teslimiyettir. İslam, Allah dışında hiçbir kişiye teslim olmamak, sadece Allah’a teslim olmaktır.

Allah, bizim için iyiye ve güzele götüren yaratıcı ilkelerin bütünüdür. Allah’a teslimiyetin amelî anlamı, ilkelere tes- limiyettir. Çünkü Allah soyut bir varlıktır ve kendini ilkeler halinde hayata müdahil kılmaktadır.

Günümüzün hukuk devleti kavramı da sonuçta, kişiler yerine ilkelere öncelik demektir.

Ne yazık ki, Müslüman Doğu toplumları, o arada Türk toplu- mu, Kur’an’m bu dünyasına çok uzakta durmakta ve ilkeleri değil, kişileri izlemeyi din sanmaya devam etmektedir. Bunun en yıkıcı sonucu, evrenselliğe, evrensel değerlere yükseleme- mek, ruhsal ve maddesel dünyada kişi güdümüne bağımlılığı devam ettirmektir. Müslüman toplumlardaki kişiye bağlı ve bağımlı zihniyet yapısl, yani putperestlik, olaylann neden’ine ve niçin’ine inme zihniyetine imkân vermemektedir.

Kişiye bağımlılık veya kişi egemenliğinin en büyük yıkımı, yaratlcılığın baş düşmanı olan taklitçiliği yerleşik tutmasıdır. Taklitçilik, kişiye bağımlılığın bir ürünüdür. Ve bu haliyle Müslüman Doğu toplumunun temel hastalıklarından biridir. Taklitçilik, demokrasinin de en büyük düşmanıdır. Çünkü demokrasinin özü olan örgütlü katılım, kişi egemenliğine uyarlanmış taklitçi toplumda gelişemiyor.

ALLAH’IN İNDİRDİŞİ’NİN BEŞ ADRESTEN OLUŞTUGUNUN İLANI
“Kadermiş! Öyle mi? Hâşâ! Bu söz değil doğru.
Belanı istedin, Allah da verdi. Doğrusu bu!”
Mehmet Akif Ersoy


Başlığın altına koyduğumuz beyt, Türk İstiklal Marşı’nın şairi ve Kur’an vicdanının büyük temsilcilerinden biri olan Mehmet Akif Ersoy’un SoJoftnt’ından alınmıştır. (Safahat, Fatih Kürsüsü’nden, ikinci şiir)
Kur’an’daki kader kavramını tevhit mihverinden çıkarıp şirk mihverine oturtan dinci yobazlığı tarihin en ağır eleştirileriy- le yere çalan Akif, kader meselesindeki yobaz oyununu işte böyle tanıtıyor. Bütün rezillikleri, sefillikleri ‘kader’ diye- rek Cenabı Hakk’a yükleme hayasızlığına tevessül edenlere Akifin sözü son derece açık ve tam bir iman ciddiyetiyle söy- lenmiştir:

“Sebep kader falan değil, ey kitleler! Siz belanızı istediniz, Allah da size onu verdi, yani belanızı verdi. Şimdi hiç kıvra- nıp durmayın!”

İslam milletlerinin kaderini karartan kavram kaydırmaların- dan birine de bir başka Müslüman vicdan açıklık getiriyor: Yirminci yüzyılın büyük Müslüman düşünürlerinden biri olan Musa Cârullah (ölm.1949) ‘Allah’ın hâkimiyeti’ söylemiyle ilgili en muhteşem tespitlerden birini yapmıştır:

“Allah Rabbul Âlemîn ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zsllm-kûfirdlr’ demişse Allah’ın indirdiği ile, Tenvîrlerde, Bezzûzlyelerde, C$miu’r-RumûzIarda (hurafelerle dolu bazı fıkıh kitapları) yazılmış hükümleri kastetmemiştir.” (Musa C$rullah, Rahmet-i İlahiye Burharıları, 84)

Allah’ın indirdiği, geleneksel fıkıh kitaplarındaki yorumlar olmadığı gibi sadece din buyrukları da değildir. Allah’ın esas indirdiği, aklın hükümleridir. Din buyrukları ondan sonra gelir. İslam fıkıh tarihinin onur burçlarından biri olan Kadı Abdülcebbar (ö1m.415/1025) ünlü eseri et-3fuğnı de, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı ilkeyi belirliyor:

“Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır, dolayısıyla bu iki- si çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi görünürlerse akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.” (Kadı Abdülcebbar; el-Muğnî, 8/280)

Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hü- kümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.” (age. 15/26, 17/102)

Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar dinsel de- liller sıralamasında ilk sıraya aklı koymaktadır. Kur’an ikin- ci sırada, sünnet ise üçüncü sırada yer alıyor. Abdülcebbar’a göre, aklî alanda yani muamelât alanında peygamberi/pey- gamberleri örnek almak gerekmez. Hatta böyle bir şey isa- betli, sağlıklı olmaz. (age. 17/270)

Dahası var: Abdülcebbar’a göre, iman ve ibadet alanı dışın- daki konularda aklın verileriyle Kur’an ayetleri hükümden düşürülebilir. Ekleyelim ki bu konfida Abdülcebbar’ın ken- disinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan bir selefi var- dır: Ehlisünnet imamlarından Ebu Mansür Mâtürîdî (ölm. 33/944) Mâtürîdî, Fe’rifofü’1-Kur’an adlı eserinde, Kur’an’ın muamelât hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini söy- lemekte ve örnek olarak da Halife Ömer’in, Müellefetü’l- Kulûb’a (kalpleri İslam’a ısıtılanlara) zekâttan pay verilmesini emreden Kur’an ayetini “Bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur” diyerek askıya almasını göstermektedir.

Tüm bu akılcı yaklaşımlar, Matürîdî ve Abdülcebbar’dan üç yüz küsur yıl sonra gelecek olan dev Mâlikî fakîhi Necmuddin et-Tûfi (ölm.716/1316) tarafından bir fıkıh ekolüne dönüştü- rülerek, ünlü ‘maslahat’ (kamu yararı) felsefesinin şu söyle- miyle doruk noktasına ulaştırılacaktır:

“Muamelâtta hükümler maslahata (kamu menfaatine) göre belirlenir. Bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz.”
Özetleyelim:

Kur’an bize gösteriyor ki, ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmek’ veya ‘Allah’ın hâkimiyeti’ tabir ve söylemlerinin Kur’anî anlamı, şu değerlerin oluşturduğu ilkelerle hükmetmektir. Başka bir deyişle, bu söylemlerin gerçek anlamı, Kur’an’ın altını ısrarla çizdiği şu temel adreslere gitmektir:
1. Allah’ın, işletilmesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını
çözücü kıldığı akıl,
2. Kur’an’ın bizzat kendisi,

3. Varlık, hayat ve insana egemen olan yaratılış kanunları (sünnetullah veya kader),
4. Bilim,
5. Mâruf yani ortak-evrensel insanlık değerleri.
Eğer Allah adına, O’nun dini adına konuşmak gibi bir hak ve ödevden söz edeceksek bilmeliyiz ki, bu hak öncelikle aklın ve varlık kanunlarının hakkını verenlerindir. Akla ve o kanunla- ra tersliği dinleştirmiş benliklerin “Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik atar” (Yunus, 100) diyen bir kitabın dini adına avukatlık yapma cüretleri ve yüzleri olmamak gerekir.


RAİYYE ZİHNİYETİNİN YIKILMASI

“DAAR SÜRÜSÜNE DÖNÜŞMEYİN!”
Bakara suresi 104. ayette “Bizi davar gibi güt!’ demeyin” bu- yurulmaktadır. Bunun anlamı ve hikmeti nedir?

Kur’an, öncelikle bu ayetiyle, cumhuriyet ve demokrasinin metafizik temelini atmış, bîat (sosyal mukavele) ve şûra kav- ramlarını gündem yapan ayetleriyle de cumhuriyetin açılımı- nı önümüze koymuştur. Unutulmasın ki, Kur’an bunu Batı dünyasından ve İslam dünyasında bu konuda ilk hamlenin sahibi olan Türkiye’den bin küsur yıl önce yapmıştır.

Bu ayet, Kur’an’m üstü örtülen beyyinelerinin belki de birin- cisidir. Bu beyyinenin üstündeki örtü olduğu gibi korunuyor. Çünkü o örtü açıldığında Kur’an’ın cumhuriyet ve demokrasi talebi ses vermeye başlayacaktır. İslam adı altında despotizm ve zulüm yaşatan Ortadoğu zorbalıkları böyle bir şeye izin vermezler. Onları ustalıkla sömüren Batı emperyalizmi de böyle bir şey olmasın diye bütün saltanat dinciliklerini des- tekliyor, besliyor.
Batı emperyalizminin, özellikle İngiltere ve ABD’nin Mustafa Kemal’e düşmanlığının esas sebebi de bu ayetteki gerçeğin ortaya çıkmasında Mustafa Kema1’in getirdiği aydınlanma ve tarihe bıraktığı mirastır. Batının bu mirastan korkusu, Azrai1’den korkusundan daha büyüktür. O halde şunu ra- hatlıkla söyleyebiliriz: Bu beyyinenin üstünün örtülmesi veya mesajına işlerlik kazandırılmaması İslam ülkelerinin kaderini dikenlemiş, ufkunu karartmıştır.

MUHAMMED YE MUSTAFA’NIN GETİRDİĞİ ORTAK
AYDINLIK

Yirminci yüzyılda, Kur'an mesajının anlaşılmasında çözüm getiren iki Müslüman deha oldu: Muhammed İhbal, Mustafa Kemal. Birincisi teoride ikincisi ise hem teoride hem pratih- te çözüm getirdi. Birincisi ilim, düşünce ve siyaset adamı, ikincisi ise strateji, devlet ve siyaset adamı. İkisi de antiem- peryalist, Batı karşıtı, ikisi de dinde akılcı ve Kur’ancı. Ye ikisi de aynı yılda öldü, 1938.

İkbal’in Mustafa Kema1’e hayranlığı ve gönül desteği, destani bir şiirle bizzat İkbal tarafından ifade edilmiştir. İkbal’in Atatürk’le ilgili söylemleri bağımsızlık ve cumhuriyet aşkında kristalleşen söylemlerdir. İkbal, İslam dünyasında Mustafa Kemal’i bu değerlerin en ideal, en başarılı öncüsü olarak gö- rüyordu.

İkbal’in Mustafa Kemal’le ilgili eleştirileri de var. Ayrıntılarla ilgili bu eleştirilerin özeti, Atatürk’ün Batı’ya gereğinden fazla önem verdiği, onun değerlerinden gereğinden fazla aktarma yaptığı noktasında belirginleşir. İkbal, bu kanaatinde kesinlik- le yanılmıştır. Bize göre yanıltılmıştır. Hem Pakistan’da İkba1’i ‘kâfir’ ilan eden mollalarca hem Türkiye’de Atatürk’ü zındık ilan eden dincilerce hem de bu iki ekibi ustalıkla kullanan İngiliz emperyalizmi tarafından. Ne yazık ki İkbal, Mustafa Kemal’le tanışamadı, Türkiye’ye gelemedi, Cumhuriyet’in ge- tirdiklerini, Atatürk’ün icraatmı göremedi, bu icraatm gerek- çelerini bizzat ondan dinleyemedi. Bunun olması mümkündü, fiu olmalıydı; olamadı. Belki bir gün bunun olmamasının se- bepleri açıklık kazanacaktır. Bizim kanaatimiz şudur: İkbal- Atatürk görüşme ve buluşması ustalıklı oyunlarla önlendi. Müslüman dünyanın kaderini derinden etkileyecek bu görüş- me ne yazık ki gerçekleşemedi.
Şöyle veya böyle, İkbal’in Atatürk’e bakışı temel meseleler- de, olmazsa olmaz konularda hayranlık ve saygı içeren bir bakıştır. Ayrıntılardaki birkaç eleştiri ise altı çizilecek kadar önemli değildir. Atatürk ve İkbal düşmanı emperyalistlerle onların yamaklığını yapan saltanat dincileri, o ayrıntıları bü- yüterek İkba1’i bir tür ‘Mustafa Kemal karşıtı’ gibi gösterme- ye çalışıyorlar. Bu gayretler emperyalizm şeytanının beklediği sonucu doğuramamıştır. Elbette ki bir miktar zarar vermiştir ama belirleyici olamamıştır.

2007 yılı gibi çok yeni bir tarihte, Türkiye’nin ‘Atatürk’e karşıtlıkta âdeta sembol olmuş dinci cemaatlerinden birinin güçlü yayın organlarından birinde Muhammed İkbal’in oğlu Cavit İkbal ile yapılmış çok anlamlı bir röportaj yayınlandı. İkbal’in ana eseri Cavidnâme’ye adını verdiği sevgili oğlu Cavid (ki bu satırların yazarı onunla uluslararası bir toplantı münasebetiyle üç gün boyunca ciddi sohbetler yapma imkânı bulmuştur), anılan röportajda İkbal-Atatürk düşüncesindeki paralellikler konusunda hayatî bilgiler vermektedir. Bazı pa- ragrafları buraya aktaralım:

“İkbal, Mustafa Kemal'den çok etkileniyordu. Babama göre, Peygamber ve ilk dört halife döneminde İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi, iç- tihat gücünün halifeden alınıp Millet Meclisi’ne devredilme- si olarak görüyordu. Bu sistemde Meclis artık halife (imam) hükmündedir. Ulema sözlerinin üstündeki içtihat gücünün, hilafet makamından alınarak Meclis’e verilmesi İkbal’e göre çok yeni bir olgudur. Babamın Mustafa Kemal’i çok sevme- sinin sebebi de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmeleri ne kadar doğalsa bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir. Babam, Mustafa Kemal’in geleneklerle bağlarını gereksiz yere kopardığı ka- naatinde idi.”

“Güney Afrika Müslümanları 1933’te babama gelip uzun ömürlü olması için dua ettiklerinde babam onlara şöyle de- mişti: ‘Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Muhammed Ali Cinnah için dua edin.”

'İkbal’in zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı. İkbal, bunların İslam’da esasen varolduğu kanaatinde idi. Bu konudan söz edildi- ğinde ‘Reform yapmıyorum, İslamiyet’i özüne çeviriyorum’ derdi. Ona göre, laiklik de İslam'ın özünde vardı. Çünkü İslam herkese eşit muameleyi şart kokuyordu. Bir hukukçu olarak diyebilirim ki Medine Sözleşmesi örneği çok önemli. Yazılı bir anayasa içinde bütün insan hakları korunmuş. Bir kitap çalışmamda Kur’an’da insan haklarıyla ilgili bütün ayetleri çıkarttım. İslam’da hukukun üstünlüğünün kanıtı Kur’an’dır ve Peygamber bile hukukun üstünlüğüne tabidir. Ben, Asrısaadet ve ilk halifeler zamanında İslamiyet’in bir cumhuriyet olduğuna, sonradan Emevîler eliyle sultanlığa geçtiğine inanıyorum. Babam, bütün örfi hukukun içtihat-
la değişime tabi olması gerektiğini düşünüyordu. Bunu biraz daha ileri götürdüğünde kadının durumuna vurgu yapıyor- du.” (Cavit İkbal’in açıklamaları için bk. Aksiyon Dergisi, sayı: 48; 28 Mayıs 2007)

Bakara 104. ayetteki “Râina” sözü “Bize çobanlık et” demek- tir. Raiyye, davar sürüsü, râî de çoban anlamındadır. Ayet, Kur’an insanının davar sürüsüne benzer bir teslimiyetle ka- derini birilerinin eline vermesine karşı çıkıyor. Ne yazık ki, İslam tarihinde bunun tam tersi egemen kılınmıştır. Türk- İslam tarihinden bir örnek verelim: Altı asn aşkın bir zaman ömür sürmüş Osmanlı İmparatorluğu’nda kitlenin hukuksal adı Raiye (çoğ. reâya) konmuştur. Yönetilenler raiyye Oltlnca yönetenler de râî yani çoban olmaktadır. Bu sobanlara son- raki zamanlarda bir de ‘Allah’ın gölgesi’ unvanı verilmiştir. Böylece kitle bu kutsal çobanlara teslim olmayı kader hali- ne getirmiştir. Ve bu, ‘İslam’ adma yapılmıştır. Oysaki İslam
Allah’a teslim olmaktır. Bunun tevhidin formül cümlesi olan “La ilahe illellah: İlah olarak sadece Allah var” kalıbına uy-
gun sonucu Allah’tan başka bir kudrete veya kişiye teslim ol- mamaktır.
Hal böyle iken, raiyyeleşerek yönetenlere teslim olmakla İslam nasıl barışır? Hiçbir şekilde barışmaz! Ne var ki, İslam toplumları İslam’ın anlamının Allah dışında birilerine teslim olmamak olduğunu henüz öğrenmiş değiller. Öğrenselerdi ‘İslam yönetimi’ adı altında tepelerine binmiş bulunan çeşitli despotizmleri yaşatmazlardı.

Raiyye olmamanın alt başlıkları da verilmiştir Kur’an’da. Sıraiayalım:
1. Aklı işletmek:

Aklını işletmeyenler üzerine Allah pislik atar. (Yunus, 100) Ve aklını işletmeyenler sağır-dilsiz halde sürünürler. Varlığın en berbat yaratıkları onlardır. (Enfâl, 22) Aklını işletmeyenlerin kaderlerini kendi ellerine almaları söz ko- nusu olamaz.

2. Yönetimi bîat (sosyal mukavele) ve şûra (demokratik katı- lım) ilkeleriyle yürütmek:

Bunun anlamı, cumhuriyet ve demokrasiyi esas almaktır. Allah adına yönetme devri, peygamberliğin bitmesiyle biti- rilmiştir. Yönetim kitle adına olacaktır. O halde, yönetenleri kitle seçecek ve gerektiğinde verdiği vekâleti geri alarak onla- rı yönetimden uzaklaştıracaktır. Bu Kur’an buyruğu asırlardır işletilmemiştir. Çünkü o buyruk, İslam’a en taze çağında mu- sallat olan Emevî saltanatı tarafından çiğnenmiş ve buyruğun tam tersi dinleştirilmiştir. Kelam, tefsir, hadis, fıkıh kitapla- rı bu müşrik saltanat hırsının dinleştirdiği Kur’andışılıklarla doludur. Müslüman kitleler bugün bunlari, ‘ulemanın, selefi salihînin, eimmei kübranın içtihatları’ adıyla kutsallaştırıp Kur’an beyyinelerinin üstüne oturtmaktadır. Hem de uğur- suz bir sfenks gibi. O sfenks parçalanmadıkça Müslüman kit- lelerin güzel ve mutlu yarınları olamaz.
3. Din hayatından ikrahı (baskı ve zorlamayı) kaldırıp özgür
iradeye işlerlik kazandırmak:
Özgür beni yakalamadıkça hiçbir iyiliği ve güzelliği mayalan- dırmak mümkün olmaz. İslam dünyasının din hayatında ise özgür irade yok, taklit var yani eskinin tabuları ve şuursuz boyun büküşler var.

Özgür irade veya işleyen demokrasinin sadece metafizik te- melleri değil, sosyo-politik temelleri de atılmıştır Kur’an’da. Üstü örtülen beyyinelerden birine de bu noktada rastlıyoruz. Demokratik siyasetin vazgeçilmez zeminine ve demokrasinin Kur’ansal tanımına alt yapı oluşturan beyyine Zümer suresi- nin 17 ve 18. ayetleridir. Şöyle deniyor:

“Müjde ver o kullanma ki, onlar, sözü dinler de onun en gü- zeline uyarlar. İşte bunlardır, Allah’ın kılavuzladıkları, işte bunlardır, akıl ve gönül sahipleri.” (Zümer, 17-18)

Sözü dinleyip de en güzeline uymanın tek yolu vardır: Ko- nuşanları, fikir beyan edenleri susturmamak, daha doğrusu onların önünü açmak. Yani tam özgür ve tam katılımcı bir ortam yaratmak ve yaşatmak. Ne kadar çok insan ne kadar özgürce konuşursa ‘sözlerin en güzeline uymaları’ beklenen kitle o kadar isabetli seçim yapar. Sonuçta toplumun ve in- sanlık kervanının yürüyüşü düzenli ve mutlu olur. Bu ayete ‘bilimsel özgürlük’ bağlamında yer veren Suriyeli fakîh- düşünür Dr. Mustafa Sibaî (ölm. 1964), bu satırların yazarı tarafından Türkçe’ye çevrilen eserinde şunlan söylüyor:

“Bu ayetlerde, aklın tarihinde ama ondan önemlisi dinler tarihinde ilk kez rastlanan bir şey buluyorum ki o da şudun Görüş ve düşünceleri dinleyip de onların en güzeline uyma yetisine sahip olanlar aklı işletenlerden başkası olamamak- tadır. Allah'ın hidayet nasip edip başarılarını övdüğü kişiler de bunlardır. İşte bu, hem felsefenin hem de dinler tarihinin tanık olduğu gelişmelerin en muhteşemidir.” (Sibaî, fsJ m Sosyalist, 80)

KENDİ KADERİNE SAHİP OLMAK

Kendi kaderi hakkında söz sahibi olmak, insan onurunun bir göstergesidir. Kur’an, bağldarının bu onuru tüm canlılığıyla korumalarım istiyor. “Dinde baskı ve zorlama yoktur. Işıkla karanlık net bir biçimde birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara, 256) ilkesinin korumak istediği temel değerlerden biri de andığımız onurdur.

Kur’an, bütün yaratıcılıkların çekirdeği ve motoru olan bi- reyin, devlet otoritesinin baskısı altında eriyip gitmemesi için yönetim erkinin arkasına Allah’a vekâleti değil, toplu- ma vekâleti koymuştur. Böyle yapmıştır ki, zulüm ve kötü- lüğe sapan yönetimler, kitlenin başından uzaklaştırılabilsin. Asırlarca üstü örtülen ve gerçek anlamından asla söz edilme- yen buyruk böyledir:

“Ey iman edenler! ‘Râinâ’ demeyin, ‘unzurnâ’, deyin. ‘Bizi bekle!’ diye konuşmayın, ‘Bize bak!’ diye konuşun ve dinle- yin! Kâfirler için korkunç bir azap vardır.” (Bakara, 104)

Birilerini çoban görüp, ‘râina’ (bizi davar gibi güt) diyen bir kitle, ‘raiyye’ (davar sürüsü) olmayı kabul etmiş demektir. Kur’an bunu yasaklıyor. Kimlere ‘râina’ denmeyeceğinin be- lirtilmemesi bunun hiç kimseye denmemesi gerektiğini gös- termektedir. Buyruğun özeti şudur:

İnsan, birey ve toplum olarak davarlaşmaya karşı çıkmalıdır.

Bu buyruk, krallık sistemlerini fesat ve zulüm sistemi olarak gösteren ayetle (Neml, 34) birlikte düşünülmelidir.

Davarlaşmaya giden yollar tıkanmıştır. Yönetimin ‘şûra’ ve ‘bîat’e bağlanması bunun tartışılmaz kanıtıdır. Şûra, yöne- tenlerle yönetilenlerin birbirlerini denetlemeleri sistemidir. Bîat ise, yönetenlerin yönettiklerinden sosyal mukavele ile yetki almalarmı ifade eder. Bunları bugünkü dünyada karşı- layabilecek en uygun kelimeler cumhuriyet ve demokrasidir. (Bu konularda geniş bilgi için bizim, Yeniden Yapılanmak adlı eserimizin, İnsan Hakları ve Hukuk Devleti bölümüne bakı- labilir.)

Kitlenin raiyyeleşmesi yani davar sürüsüne dönüşmesi, yöne- tenlerin, halkı, ‘Allah’ın vekili, gölgesi’ sıfatıyla yönetmeleri halinde vücut bulan bir beladır.
KÖRLÜKTEN KURTULUN!
Furkan 73 şöyle diyor:

“Rahman’ın kulları öyle kişilerdir ki, Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıIdığında/Rablerinin ayetleriyle kendi- lerine öğüt verildiğinde, o ayetler üzerine, kör ve sağır bir halde kapanmazlar.”

Yani davarlık, aklı işletmemek, körlük ve Allah ile iskât (sus- turmak) edilmişlik, Allah’ın ayetleri karşısında bile söz konu- su edilemez.

Kur’an’ın bu yüzyılda en güzel tercümanlarından biri olan Pakistanlı bilgin rahmetli Abdullah Yusuf Ali (ölm. 1953), bu ayeti meallendirirken şu açıklamayı eklemiştir:

“It may mean: to fall down, to snore, to droop down as if the person were bored or inattentive, or did not wish to see or hear or pay attention.”

Türkçesi şu:

“Bu ayette kullanılan tâbir, canı sıkılan veya dikkat sarf ede- meyecek durumda olan kişinin yere kapaklanmak, derin uy- kudaymış gibi horlamah, kendini bırakırcasına eğilmek gibi pozisyonlarını yahut da görmek, duymak ve dikkat göster- mek istemediğini ifade edebilir.”


ABD-İ MEMLÛK OLMAYIN!

Abd-i memlûk, sahipli köle, eşyalaşmış insan demek.

Hayata faal ve üretken bir unsur olarak girmesi esas olan Kur’an insanlyla, hayatın ve üretenlerin sırtında kambur haline gelen havaleci-hurafeci-tabucu köle tipin farklarını ve özelliklerini mucize bir tablo halinde önümüze koyan bu ayetlerde şöyle deniyor:

“Allah, şöyle bir örnekleme yaptı: Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının eşyası durumunda bir köle ile bizden bir güzel rızıkla rızıklandırdığımız ve ondan, gizli, açık dağıtan kişi. Bunlar aynı olur mu? Tüm övgüler Allah’adır ama onların çokları bilmiyorlar. Allah, şöyle bir örnekleme de yaptı: İki adam, birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisi üstüne sadece bir yük. Efendi onu nereye gönderse hiçbir hayır ge- tiremez. Şimdi bu adam, dosdoğru bir yol üzerinde bulunup adaletle emreden kişi ile aynı olur mu?”

İslam âlemi denen coğrafyaların halkları hüsranla karşılaş- mamak için önce şunu bilmek ve daha önemlisi kabul etmek zorundadırlar: Asırlardır, Kur’an’m insanı olmaktan çıkmış bulunuyorlar. O halde, Kur’an’m kendi insanına layık görüp vaat ettiklerini bu sözde ‘İslam dünyası’ kendisi için bekle- yemez, onlara sahiplik iddia edemez. Böyle bir iddia ve ta- lepte bulunması için önce gerçekten İslam dünyası olmalıdır. Oysaki olamamıştır, olmamıştır.

İslam dünyası asırlarca raiyye olarak yaşadı, yaşatıldı. Kur’an ise raiyye olmayın diyordu. Yani Müslüman halk- lar, asırlarca Kur’an’ın dini diye Kur’an’ın dışında bir dini yaşadı. Şimdi bu halktan Kur’an’ın insanı gibi davranmayı bekleyemeyiz. Bu halklar Kur’an’ın insanına vaat edilenleri beklemek ve istemek hakkına sahip olmadığını bilmelidir.

KULA KULLUK BİTMEDİKÇE...

Emevî, bir yandan doğuşuna zemin hazırladığı sûfiliğin uyuş- turucu söylemleriyle kitleleri iğdişleştirip raiyyeye dönüştü- rürken bir yandan da uydurttuğu hadis patentli sözlerle kö- leliği dinleştiriyordu. Hicrî ikinci yüzyıl literatüründe ‘hadis’ adı alfinda arzı endam eden şu uydurmaya bakın:

“Kuyruk ol, sakın baş olma!” (Bu uydurmanın şeceresi için bk. Elbanî, ef-Muîdîs ez-Zo/o, 1/476, no: 305)

Kaç asırdan beridir, Müslüman kitlelerin büyük çoğunluğu, görünürde Allah’ın kulu, gerçekte ise efendilerinin kulu. Bu ikinci kulluk ‘müritlik’ adı altında yürütülüyor.

Mürit, iradesini efendisinin iradesine teslim eden kişi demek. Yani iradesi ve aklı felç edilmiş kişi, insan suretinde robot. Kur’an’ın deyimiyle abd-i memlûk, yani kendi iradesiyle kö- leleştirilmiş kişi.

“Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 5) diyerek önünde secde ettiğimiz Allah’a kulluk nerede? Efendisinin müridi, robotu haline gelen, yani Allah dışında bir şeye veya kişiye teslim olan nasıl oluyor da Müslü- man oluyor? Hem de birinci sınJ Müslüman.

Müritten özgür bireye, yani maskeli şirkten tevhide geçme- dikçe ölümsüz hiçbir şey üretemezsiniz. Demokrasiyi de ku- ramazsınız. Müritten insana geçmedikçe demokrasiye ulaşa- mazsınız, çünkü özgürl%e ve ’yaratıcı ben’e ulaşamazsınız, insan suretinde robotlara ulaşırsınız. Bu robotlar sizin işle- rinizi çok güzel görebilirler ama insan denen varlığın yara- tacağı değerlere asla imza atamazlar.

YENİ KULLUK SİSTEMİ: ILIMLI İSLAM

İslam dünyasının, özgür birey açısından oldukça şanslı görü- nen coğrafyası Türkiye’de, Cumhuriyet devriminin getirdiği aydınlığmın eseri olan hukuk devletini ve demokrasiyi, Ilımlı İslam denen sömürge dini modeliyle yok etmek için kulluk sistemini yeniden getirmek istiyorlar. Bu sefer getirmek iste- dikleri, ‘emperyalist Batı’ya kulluk’ sistemi. Ilımlı İslam, işte bu sistemin kutsal unvanı.

Ilımlı İslam’ın ‘Batı emperyalizmi ile işbirliği kulları’ yeni kulluk sisteminin getirilmesi için ‘suyun başına oturtulmuş kadrolar.’ Sürekli takıyye yapıyor yani sürekli yalan söylü- yorlar. Karşısındakiler ise dünyayı, özellikle Ortadoğu’yu okumaktan çok uzak hizip kavgacıları.

Emperyalizmle işbirliği dincilerinin yaşatmak istedikleri söz- de İslam’ın tanımı, Kur’an’ın verdiği tanımın tam tersidir ve aynen şudur: ‘Allah dışında her şeye ve herkese teslim olmak.’ Yani, kula kulluk. Ilımlı İslam’ın tanımı da bu. Küçük bir fark söz konusu edilebilir: Ilımlı İslam, Hristiyan emperyalistlere kulluktur.

Sözün özü şu: İslam dünyası Allah’a değil, kula kul olmuş du- rumda. Bu kulluk, asırlardır içerideki ‘Müslüman’ isimli ve resimli despotlara, sarıklı ve takkeli şeytan evliyasına kulluk şeklinde yürüyüp gitti. Bugün ise İslam dışı despotlara, istav- rozlu şeytanlara kulluk oluverdi. Batılı emperyalist güçlere kulluk, bugünün aldatılmış Müslümanı için âdeta kader. Öyle bir kader ki bu, aksini savunanlara ilk düşman olan, Müslümanın bizzat kendisi.

Yahudi-Hristiyan Batı’nın bu ülkedeki en yaman temsilcile- rinin yanında, nerede görsem, ‘en güçlü ve dirayetli İslamcı cemaat’ öncülerinden biri var. Batılı kurmayların çanta taşıyı- cıları hep onlar. Bunlar Allah’ın günahkâr kulları değil. Keş- ke öyle olsalar! Bunlar, Ehli Salîh’in (haçlıların) günahsız- sadık kulları. İs1am’ın değerleri açısından bakarsanız bunlar, Müslüman kitleleri Allah ile aldatanlar.

Allah’ın günahkâr kullarını insafsızca din dışı ilan etmeyi dindarlık diye satıp, aldatılmış Müslümanların sırtından akıl almaz servetler yaptılar. O dönemi bitirdiler. Bir de baktık, Ehlisa1îb’in sadık kulları oluvermişler. Çünkü ikbal ve çıkar o tarafa döndü. Müslümandan alacaklarını aldılar. Şimdi, em- peryalist güç odaklarından yemleniyorlar. Gün o gün. Haçlı- lara sadakati bozdukları anda iplerinin çekileceğini biliyorlar. Allah’a ku1 olamadıkları için, kula kulluğa karşı çıkışın ıstırap faturasını ödemeye hazır yürekleri yok. Sizin anlayacağınız, Müslümanın en büyük düşmanı, en kahırlı belası, ‘Müslüman’ kimlikli emperyalizm yamaklari.


KUR’AN VE PRANGA

Kur’an, aynı zamanda pranga kıran kitaptır. İnsanın kade- rini Yaratıcı ile, kaderi yaşayacak olanın eline vermek için, başkalarının prangacılık yapmasına da savaş açan bir kitaptır Kur’an. Pranga kırmak, bazen, pranga vurmayı meslek edi- nenlerin ellerini kırmak şeklinde bir zorunluluk haline gele- bilmektedir. Bu yüzden Kur’an, insan onurunun gerekli kal- ması koşuluyla, savaşı bir insanlık borcu saymaktadır. İnsan onurunu koruyan ve kurtaran savaş nasıl onursa, bunun aksi için savaş da o kadar onursuzluktur. Meşruiyet koşulları tam oluşmamış bir savaş cinayettir.

Kur’an, prangalari nasil kiriyor? Her 3eyden iince, insanin, kendisi di3indaki varliklar karşisinda prangasizligi saglanmi3- tir. Defalarca belirtilmiştir ki, insan, evrenin mahkúmu degil, hákimi olmaya adaydir. Tüm varliklar, insanin emrine bo- yun egdirilmiştir. Biiylece Kur’an; dini; ‘insanin, zorlu tabiat kuvvetleri karşisindaki aczine bir çikiş yolu arama kaygisinin kurumsallaşmasi’ olarak tanitan materyalist-pozitivist anlayi-
şi diçlamaktadir. Kur’an’in dini, tabiat karşisindaki zavallili- ga çiizüm aramanin degil, tabiatin sonsuz nimetlerinden bir ‘seçkin varlik’ sifatiyla yararlanmak üzere, tabiatla barişma- nin (tabiati barbarca tahrip etmenin degil) ve biiylece insani da tabiati da var eden kudretle kucak1aşmanin yoludur.
Kur’an dininin, ‘barış ve esenlik’ anlamındaki ‘silm’ ve ‘selam’ köklerinden türeyen ‘İslam’ kelimesiyle adlandırılması, felsefi fantezi veya politik beceri değil, kozmik bir gerçeğin ifadeye konuluşudur. Barış yoksa doğa ile de Tanrı ile de kucaklaş- mak zorlaşır. Bunun bir anlamı da şudur: İslam, sadece bir sonuç değildir; aynı zamanda birkaç sebebin de tek sözcükle ifadesidir. Barış, mutluluğun hem sebebi hem de sonucudur.
İkinci olarak, insanın kaderini bağımlılık altına alan yedek ilahlar sistemine yani şirke savaş açılmıştır. İnsanın bir tek ‘yüce’si vardır: Varlığın esası, yani Allah. Allah’ın yerine veya yanma kurulmak isteyenlerle konulmak istenenlerin tümü şirk aracı yani puttur.

Tüm putlar; ister dini, ister dinsizliği sembolize etsinler, insan kaderini prangalamanın araçları olduklarından, kırılmalıdır. Allah’ın yerini almaya kalkan Firavun’la, Allah’ın yanma ko- nan Lât ve Menât kadar, Peygamber’in yerine geçmeye ça- lışan sahte nebi Müseylime ile Peygamber’in yerine konan ‘mürşit’ maskeli sahtekârlar ve bunların türbeperest sömürü ideolojileri de puttur. Çünkü bunların tümü, insanın, yarın- larını kendi eliyle oluşturma imkânını ortadan kaldırmakta, kitleleri pranga mahkûmuna çevirmektedir.
Üçüncü olarak, sürüleşmeye karşı çıkılmış, insan, sürüleşme- ye isyana çağrılmıştır. Bakara suresi 104. ayette verilen bu mesaj, Türk insanına ilk kez, bizim yaptığımız Kur’an çeviri- sinde tanıtılmıştır.

Bakara 204. ayette, Peygamber’e bile “Râina” denmesi ya- saklanıyor. Çünkü Kur’an, toplumun sürü, bireyin davar ha- line gelmesini insan onuruna hakaret sayıyor. İnsan onuru- na hakareti dinleştiren bir lider peygamber olamaz. Gerçek anlamda lider de olamaz. O halde, Kur’an’m insanı Rayiye (davar sürüsü) olamaz, raiyyeleştirilemez. Toplumu raiyye (padişahın kulu) yapan yönetimler, sloganları ne kadar ‘dinci’ olursa olsun, Kur’an’m gözünde din dindir.

Peygamber’e bile insanı sürüleştirme hak ve yetkisi verilme- miştir. Kur’an’ı tebliğ eden Peygamber’in en büyük mutlulu- ğu ve en yüce uğraşı, insanın sürüleşmesini engellemek, baş- ka bir deyişle, prangaları kırmak olmuştur. Aksini yapsaydı zaten peygamber olmazdı.

Şimdi, mezarlık kitabı yaptığımız için bizi cezalandıran Kur’an’ı açıp A’raf suresi 157. ayeti okuyalım. Orada, Hz. Muhammed’in, peygamberlik görevleri sayılmıştır. Bunlardan biri de şudur:

“O Peygamber, kendisini izleyenlerin sırtlarındaki ağırlık- larını indirir, üzerlerindeki prangaları-zincirleri, bağları söküp atar.”

Demek oluyor ki, Hz. Muhammed, pranga kıran ve pranga kırmanın yollarını gösteren bir ‘özgürlük peygamberi’dir. Ona saygının ilk adımı, bu gerçeği kabul ve ilanla atılır, Arap fistanı giymekle değil. Özgürlük peygamberinden na- siplenmek, özgürlük ve dürüstlük eri olmaktır, Müslüman- ları kandırmak için bol bol salavât getirmek değil. Özgürlük düşmanlarının veya o düşmanlarla işbirliği yapanların ge- tirdikleri salavât, Hz. Muhammed’e saygı değil, hakarettir.

Sürüleştirilmenin (raiWe olmanın) onursuzluğundan kurtul- manın en esaslı güvencelerinden biri olarak, yönetimde şûra ve bîat sistemi getirilmiş ve bu ilkelere herkesten önce, ‘öz-
gürlük peygamberi’ uymuştur. Bunların ilki olan şûra, yöne- tenlerin yönetilenleri, yönetilenlerin de yönetenleri denetle- melerinin Kur'an dilindeki ifadesidir. Şûrayı, ‘yönetenlerin danışman tutmaları’ olarak tanıtıp iğdişleştirenler, raiyye- ciliğin avukatlığı adına Kur’an’a iftira edenlerdir. Bunlar bilmezler mi ki Firavun’un, Neron’un, Hitler’in, Stalin’in, Saddam’ın, Recep Tayyip’in de danışmanları vardı.

Kur’an’m istediği şûranın omurgasında danışmanlık değil, denetleme var.


DÖRT DEVRİMİ BİRDEN GERÇEKLEŞTİREN AYET
(Mümtahine 12 Mucizesi)
Raiyye (sürü) toplum yerine bîat ve şûra toplumu öngörül- müştür.

Bîat, yönetim erkinin tesliminde esas alman sosyal mukavele demektir. Yönetim bu sosyal mukavele ile verilir. Mukavele ile verilen vekâlet kadın ve erkek herkesten alınacaktır. Devlet başkanlığı söz konusu olduğunda, Peygamber bile bu kuralın dışında tutulmamıştır. Bu bîat, yine Kur’an’ın ifade- siyle, ‘kadınlardan da’ alınacaktır:

“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmeme- leri, çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup ortaya sürmemeleri, iyilik ve güzelliği belirlenmiş bir işte sana isyan etmemeleri hususunda se- ninle bey’atleşmek isterlerse, onlarla bey’atleş ve onlar için Allah’tan af dile!” (Mümtahine, 12)

Bu ayette, üç hayatî devrim aynı anda gerçekleştirilmiş ve bu devrimler, Peygamber’in şahsi esas alınarak yapılmak sure- tiyle deyim yerinde ise ‘su baştan kesilmiştir.’ Peygamber’in devlet başkanı olarak icraata geçmesi için bu şartlar gerekli ise artık hiçbir fani kişi veya ekibin bu şartlara uymadan yö- netim erki kullanması telaffuz dahi edilemeyecektir. Ne yazık ki, bırakın telaffuz etmeyi, ayette konan ilkelerin tam aksi, asırlardır ‘din ve İslam’ adına kurallaştırılmış, hatta kutsal- laştırılmıştır. Bu ayetle Müslümanların irtibata ise onu cami köşelerinde, mezarlıklarda okuyup ‘sevap aldığını sanmak’ olmuştur.

Bu mucizeler mucizesi ayette ilk üçü doğrudan ifadelerle sonunucsu ise dolaylı bir ifade ile gerçekJeştirilen devrimler bunlardır:

1. Devlet başkanının sosyal mukavele (bîat) ile seçilmesini ilkeleştirmek,

2. Seçme hakkının kadınlara da verilmesi,

3. Seçilene itaatin ‘iyilik ve güzelliği belirlenmiş işler yap-
mak’ kaydına bağlanması.

Seçilen, ‘iyilik ve güzelliği belirlenmiş işler yapmak’ yerine, adalet ve hukuk dişi işler yaparsa ne olacaktır?

Bu sorunun cevabı, ayrı bir mucize sergilemektedir: Cevabın omurgası olan kelime, isyan kökünden bir fiildir ve şöyle bir cümlede kullanılmlştır: ‘İyilik ve güzelliği belirlenmiş bir işte isyan etmemek.’ O halde, ‘iyilik ve güzelliği belirlenmiş işler’ yapmayan devlet başkanı veya yönetime isyan hakkının bu ayetten çıktığında en küçük bir terüddüt belirtmek Kur’an’a karşı çıkmak olur. Tereddüt şu noktada olabilir: Bu isyan, şiddeti de içeren bir isyan mı olacaktır yoksa şiddetsiz karşı çıkışlar sergileyen bir ‘isyan’ mı? Bu sorunun cevabı elbette ki söz konusu olan kişi veya ekibin icraatı, zamanın ve zeminin şartları, yönetilen toplumun çıkarları dikkate alınarak verile- cektir. Kur’an, olmazsa olmaz sınırı göstermiştir:

“Kötülük ve şer üzere yönetim dayatıldığında dayatmayı ya- pan, hala, peygamber de olsa karşı çıkılacaktır.”

Bu karşı çıkışın, kadınların bîatlerini düzenleyen ayette dile getirilmesi başlı başına bir ihtişamdır, kadına verilebilecek payelerin, değerlerin en büyüğüdür; bize göre, ayrı bir mu- cizedir.

4. Yönetimin işleyişinde esas olan şûranın, seçilenlerle se- çenlerin birbirlerini karşılıklı olarak denetlemeleri anlamına geldiğinin ilanı.

Bîatla verilen yönetim yetkisi, şûra yöntemiyle işler.

Kur’ansal anlamıyla şûra, yönetenlerle yönetilenlerin birbir- lerini karşılıklı denetlemeleridir. Şûrayı bu denetleme anla- mından soyutlayıp asırlardır yapıldığı gibi, ‘devlet başkanını danışmanlar tutması’ şekline getirdiğinizde, az önceki ayet hiçbir anlam ifade etmez. Yani bu ayet, az önce saydığımız ‘doğrudan ifade edilmiş üç devrinı’e ilaveten, bir de ‘dolaylı ifade edilmiş devrim’ getirmektedir ki o da şûra kavramın- da ‘seçilenle seçenin birbirlerini karşılıklı denetlemelerinin esas olduğunu ilan’ etmektir. (Bu konuda ayrıntılar için bk. Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştınldı, 189, 250-254)

Bütün bunları değerlendirdiğimizde demokrasinin en titiz ve en erdemli şeklini Kur’an getirmiştir diye düşünmekteyiz.

ÎNSAN HAKLARININ VE ÖZGÜRLÜĞÜN ÎNANÇÜSTÜ
EZELÎ BİR TENELE OTURTULNASI

HAK VE ÖZGÜRLÜĞÜN METAFİZİK DAYANAĞI

Kur’an, getirdiği dinin adını İslam koymakla, insan hakları- na verdiği öneme daha ismiyle vurgu yapmıştır. İnsan hak- larının kaçlnılmazlığl, bizzat Kur’an’ın ‘barış ve esenlik için Yaratıcı’ya teslim olmak’ anlamında tanıttığı İslam kelimesi- nin içinde vardır.
Şunu göz ardı edemeyiz:

“İnsan hakları söyleminin, dinsel metinlerde günümüz for• matıyla aranması yerine içerik ve işlev yönüyle karşılıkIarı- nın araştırılması gerekmektedir. İslam düşünürleri, dinin amacının ‘zarûrât-ı hamse’ diye anılan canın, aklın, onurun, dinin, malın korunması şeklinde beş temel ilkeyi yerleştir- mek olduğunu ifade etmişlerdir. Bugün insan hakları çerçe- vesinde düşünülen hemen bütün temel hak ve özgürlükleri kapsayan bu beş ilke bir yönüyle Allah’ın peygamber gönder- medeki maksadını açıklarken bir yönden de Müslüman olup almamasına bakılmaksızın bütün insanların temel hak ve kararlarını belirlemektedir.” (Recep Şentürk, İnsan Hakları, DİA maddesi)

Kur’an, insan haklarıyla insanın özgürlüğünü, ‘insanın insa- na bir lütfu’ olarak değil, insanın doğuştan getirdiği bir hakkı olarak görmektedir. Hak kavramının, Allah’ın isim-sıfatların- dan biri olan Hak sözcüğüyle örtüştürülmesi de insan hakla- rının, insanın insana bir lütfu olmadığını gösterir. Kur’an’a
göre, hak ve özgürlük, insanın ‘rabbi’ yani yüksek bir amaca göre kendisini besleyip eğiten velisi ile insan arasında yapı- lan bir mukavele ile insan varlık âlemine gelmeden elde edil- miştir. Kur’an buna ‘mîsak’ yani ezelî mukavele demektedir. Tanrı-insan arası ezelî mukavelenin Kur’an’daki temel daya- nağı olan ayet şudur:

“Hani, Rabbin, âdemoğullarmdan, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: ‘Rabbiniz değil miyim?’ Onlar, ‘Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz!’ de- mişlerdi. Kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik!’ demeye- siniz. Şöyle de demeyesiniz: ‘Daha önce atalarımız şirke bat- mıştı. Biz de onların ardından gelen bir soyuz. Gerçeği çiğne- yenler yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” (A’raf, 172-173)

Bu ikili mukavelenin bir uzantısı olarak, İslam fıkhı, Allah’ın kulları üzerinde haklarından söz ettiği gibi, kulların da Allah üzerinde haklarının bulunduğundan söz etmektedir. Kur’an böylece insanın bütün iyiliklere ve güzelliklere yaratılıştan yetenekli ve hazır olduğunu, ahlaksal yükümlülüğün ve in- san haklarının temelinde Yaratıcı ile akt edilmiş bir muka- velenin bulunduğunu göstermektedir.

Anlaşılan o ki, insan hakları ve bu haklara ilişkin evrensel ilkeler, insana, insanın bir bağışı değil, Yaratıcı’nın ezelden verdiği öz imkânlardır. Bu hak ve imkânlar, dünya planında anlam ifade eden ırksal, renksel, dinsel, bölgesel ayrımlarla belirlenemez. Kur’an, bu işin, yaratılan ile Yaratan arasında, daha ilk anda karara ve antlaşmaya bağlandığını söylemek- tedir.

Güzele ve iyiye yönelişin, ahlaksal davranışın temeline böy- le kozmik ve zaman öncesi bir mukavelenin konmuş olması, insanı onur burcunun ve yaratılıştan temiz ve yüce olduğuna ilişkin şuurun doruk noktasına çıkarır. (Bu konuda ayrın- tı için ’Kur’an in fiemef Aövromforı’ adlı kitabımızın, Mîsak maddesiyle ’Kur’an’daki Îslam’adlı eserimizin ilgili ayeti açık- layan satırlarına bakılabilir.)

Tanrı’y1a yapılan bu mukavelenin gereği, iki tarafın hak ve sorumluluklarına vefalı olmaktır. Bu vefa borcunun getirdiği yükümlülüklerin insana düşenlerinin başında Tanrı’ya iman ve ona ortak koşmamak gelmektedir. Mukaveleyi gündem yapan yukarıki ayet, Tanrı’ya ortak koşmamayı yani şirke bu- laşmamayı, mukavelenin ilk şartı yapmıştır. İkinci şart olan iman ise Hadîd suresi, 7. ayette, mukaveleye atıf yapılarak ifadeye konmuştur:

“İman sahipleriyseniz size ne oluyor da Allah’tan emin ol- muyorsunuz? Oysaki Resul sizi Rabbinize inanmaya çağırı- yor. Üstelik Resul/Rabbiniz sizden taahhüdünüzü kuvvetli bir şekilde almıştı.”

Görüldüğü gibi, ezelî mukavelenin iki tarafı vardır: İnsanın kendisi yani hak ve özgürlüğü bizzat kullanacak olan ile Rab yani hak ve özgürlüklerin kullanımında kendi payına düşeni isteyecek, öteki varlıkların payına düşenin de kontrolünü ya- pacak kudret.

İlginç noktalardan biri de şudur: Ezelî mukavelenin iki tarafı olan insan ile Tanrı’nm ortak sıfatlarından biri de ‘ve1i’dir. Tanrı, insanın, insan da Tanrı’nın velisidir. İnsanın Tanr1’dan başka, Tanrı’nın da insandan başka güvenilir velisi yoktur. Ne yazık ki insan bu veliliğine zaman zaman ihanet ettiği halde Tanrı bunu asla yapmaz. O, insanın aksine, vaatlerine ezel- den ebede kadar sadıktır; onda vefasızlık, hıyanet ve ihanet olmamıştır, olmaz. İnsan da ise her zaman olmuştur ve ola- caktır.

Ezelî mukaveledeki ilişki, elbette ki iki eşit varlığın ilişkisi de- ğildir ama bazılarının sandığı gibi köle efendi ilişkisi de değil- dir; iki benliğin kendine özgü ilişkisidir. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, çok güzel bir yaklaşımla bu ilişkiyi, ‘ilahî âlemle beşerî âlemin mukavelesi’ olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor:

“Bu ezelî ve metafizik mukavele ile elde edilen tasarruf yetki- si, insanı diğer yaratıkların üstüne yükseltir. İnsanın kendinden alınamayan birtakım hakların hem objesi hem de süjesi olmasına sebep teşkil eder. Bu metafizik esasların zorunlu bir uzantısı da şudur ki, insanın hukukunu insanlar sınır- layamaz... İnsana, bazı şeyleri emretmek veya yasaklamak hakkını Hristiyanlıh vermiştir. İslam Allah’tan başka hâkim tanımaz. Din adına emir ve yasak koyabilenler ruhbanlar- dır. Oysaki İslam’da ruhbanlık yoktur. Müslüman olmuş bir Hristiyan, Hz. Muhammed’e ‘Biz rahipleri kabul ediyoruz ama onları rabler edinmiyoruz, çünhü onlara ibadet etmi- yoruz’ demişti. Hz. Peygamber bu kişiye şöyle cevap verdi: ‘Siz onların koydukları emir ve yasaklara uyuyorsunuz, bu da onlara ibadet ediyorsunuz demektir. Bunun anlamı ise onları rabler edinmehtir.” (Ülken, )sf m Düşüncesi, 73)

Bu ayet, Cenabı Hak için ‘efendi’ tabirini kullanmadığı gibi, insan için de ‘abd’ (kul-köle) tabiri kullanmamıştır. Tanrı için ‘rab’, insan için ise ‘nefs’ (benlik) tabiri kullanılmıştır. ‘Efendi’ tabiri Kur’an’da, lanetlenen şirk kodamanlarının sı- fatlarından biri olarak kullanılmaktadır. (bk. Ahzâb, 67) Bu bakımdan, ayetteki mukavelenin taraflarını ‘efendi-höle’ diye tanımlayan Hilmi Ziya Ülhen’in bu yorumunu tashih etmek gerekir. (Ülken, age. 71)

A’raf suresi 172. ayetin önümüze koyduğu ezelî mukavele, hakların ve özgürlüklerin temel dayanağıdır. Bu mukave- lenin dünya hayatmda bozulması, insanm sorumlu tutulma- sına ve nihayet cezalandırılmasına sebep olacaktır. Cezanın tertiplenmesi, tarafların hür iradelerinin varlığmı gerekli kı- lar. Hür iradesi olmayan bir varlığa ceza vermek zulümdür. Kur’an, Tanrı’nın zulümden arınmış olduğunu defalarca ifa- de etmiştir.

Bu mukavele ile karşılıklı taahhüt altına alınan değerler ve haklar nelerdir? Bunlar, genel kabule göre, dinin gelişinin te- mel amacı olan değerlerle bu değerlerin korunmasını ve haya- ta geçirilmesini sağlayacak haklar ve sorumluluklardır. İslam fıkhının burada kullandığı ana terim ‘makaasıd’ sözcüğüdür ki kelime anlamıyla ‘amaçlar’ demektir. Bu amaçlan ifadeiçin fıkıhta ‘maslahat’ (çoğulu: masalih) tabiri de kullanılır ki, kamu yararı demektir. Makaasıd yerine ‘külliyât-ı hamse (beş küllî değer), ‘zarûriyyât-i hamse’ (beş zarurî değer) deyiınle- ri de kullanılmaktadlr. Bu terimlerle ifade edilmek istenen, dinin temel amaçlarıdır ki bunlar yerleşik kabule göre beştir: Can (hayat), nesil (nesep ve ırz), akıl, mal, din (inanç).

Filozof-fakih İbn Rüşd (ölm. 595/1198) ile yine bir filozof fakîh olan İzzüddin bin Abdüsselam (ölm. 660 /1262) bu beş amaca ‘adalet’i de eklemişlerdir. Makaasıd konusundaki ‘Makaasıdü’ş-Şerîati’l-İslamiWe’ adlı eseriyle gerçekten bir
devrim yaratan Tunuslu fakîh Muhammed Tahir bin Âşûr
(ölm. 1973), anılan amaçlara eşitlik ve hürriyet kavramlarını da ekliyor. İbn Âşûr, fıkıh tarihi boyunca usûl-i fıkıh bünye- sinde bir bölüm olarak ele alman makaasıd meselesinin ba- ğımsız bir bilim dalı halinde incelenmesini öneren ilk bilgin olma özelliğini de taşımaktadır.

Ezelî mukavelenin bir tür uzantısı olan beş temel amaç, evrensel-tabiî hukukun da çerçevesini belirler. Hayranlık ve- rici ve o derecede de ilginçtir ki, sahabe neslinin Hz. Ömer ve Hz. Âişe gibi hukuk dehasına sahip büyükleri makaasıd veya maslahat ilkesini temel ölçüt almış, bu ölçüye ters düşen hadis rivayetlerini kabul etmemişlerdir. Hz. Ömer, bu alanın İslam tarihinde önderi niteliğiyle daha da ileri gitmiş ve me- sela, yaşanan zamandaki maslahatla çelişen ayetleri de askı- ya almıştır. Ömer’in bu davranışının fıkıh felsefesi açısından okunuşu şudur: Sonraki zamanlarda kamu yararı ile çelişen ayetler bile, tarihseldir, örnek türünden gönderilmiş naslar- dır. Muamelât alanında zaman ve şartlar gerektirdiğinde on- lar askıya almabilir.
Tâbiûn devrinde aynı anlayış İmamı Âzam ve kısmen de İmam Mâlik tarafından öne çıkarılmıştır. Bu iki imam, mukarrerât-ı diniyyeye (dinin yerleşik-amaç buyruklarma) uymayan hadisleri hükme esas almıyorlardı. İmamı Âzam’ın istihsan yöntemiyle, onun Malikî fıkhına aktarımı olan ıstıs- lah yöntemi bu iki imamın şurada tanıtmaya çalıştığımız anlayıtlarının terminolojik ifadesidir. Temelleri Hz. Ömer ve Hz. Âl o tarafından atılıp İmamı Âzam tarafından ‘istihsan’ baglığıyla geliştirilen makaasıd veya maslahat kavramı, fıkıh tarihinin en büyük devrimcilerinden biri olan Hanbelî fakîhi Necmuddin et-Tûfi (ölm. 716/1316) tarafından bağımsız bir doktrin haline getirilip sistemleştirilmiştir. Tûfi tezinin kısa ifadesi şudur: Maslahat, nasslarla çeliştiğinde maslahat öne alınıp nass terk edilmelidir. Dini gönderen kudretin esas amacı maslahata cevap vermektir. Bu cevap veriş eğer nassın zahirinin terk edilmesiyle mümkün oluyorsa bu yapılmalıdır. Çünkü şâriin (dini gönderen kudretin, kanun koyucunun) esas amacı, bunun yapılmasıdır.

İNSAN HAKLARINDA İKİ YANILGI

İnsan haklarının ihlalinde iki yanılgı belirleyici olmakta ve insanlığı büyük bunalımlara sürüklemektedir. Bunların biri, pozitivist-materyalist yanılgıdır. Biz bunu ‘inkârcı yanılgı’ diye anıyoruz. İkincisi, din adı altında insanın Allah’a giden yolunu tıkayan kutsal sömürücü zihniyetlerin vücut verdiği yanılgıdır. Biz bunu da, ‘dinci yanılgı’ olarak adlandırıyoruz.

İnkârcı yanılgı, ‘insan haklarmın olmazsa olmaz1arı’nı, insa- nın Yaratıcısından kaynaklandırmak ve böylece zaman önce- si ve zaman üstü kılmak yerine ‘değerlerin izafiliği’ teranesiy- le hukuk pozitivizminin dalaşma alanına atarak insanı, ayakta duramayacağı kaypak bir zemine itmiş ve serseme çevirmiştir.

Dinci yanılgıya gelince, o noktada ilk belirleyeceğimiz ger- çek şudur: Gerçek dinin yanılgısı olmaz. Çünkü dinin sahibi ve kurucusu Allah’tır. Allah yanılmaz. Yanılgı; dini yozlaştı- rarak hurafe ve baskı aracı yapan dincilerin, dini sömürü ve saltanat aracı yapan din baronlarmındır. Dinci yanılgı, insan haklarını, ‘insanın hakları’ olarak görmez, kendi sözlüğün- deki ‘iyi insanın hakları’ olarak görür.

Dinci yanılgının temel savı şudur: Haklardan yararlanmak,
kâmil insanın şansı ve nasibidir. Sapık, kâfir, bozuk düzen günahkârların haklardan yararlanmaları doğru olmaz. Çünkü onlar nimete layık cennetlikler değil, azaba müsta- hak cehennemliklerdir.

Dinci yanılgı, ‘iyi insan’ı belirlerken kendi din anlayışını ölçü almaktadır. Yani işe, bölücülük, egoizm ve zulümle başla- maktadır. Örneğin, dinci yanılgı, çoğu değerlendirmelerinde Müslüman kitleleri emperyalist zulümlerle ezen sömürgeci canilerle tanrıtanımazları aynı kefeye koymaktadır. Oysaki birinciler insanlık suçu işlemekte, ikincilerse sadece ‘farklı’ düşünmektedir. Bir başka ifadeyle, dinci yanılgının insanlık adına işlediği büyük cürüm, ‘farklı düşünmek’ ile insanlık suçu işlemeyi eşitlemesidir.

Bu eşitlemeyle yola çıkan dinci zihniyet, sonuçta, iddia ettiği ‘kâmil insan’a değil, ancak dinci sektörün klik defterine kayıt- lı olanlara yani kendi ‘müritler’ine gidebilmektedir.

Dinci zihniyet için, haklara layık insan olmak, ‘dinci kadronun müritleri’nden olmakla gerçekleşir. Gerisi, ‘canı cehenneme takımı’dır. Bu böyle olduğu içindir ki, Kur’an, ‘daha dindar’ olmayı (takva sahibi olmayı) insanlar arası ilişkilerde üstün- lük ve öncelik ölçüsü olmaktan çıkarıp sadece Tanrı katında üstünlük ölçüsü yapmıştır. (Hucurât suresi, 13) Aksini yapar, takvası yüksek olanları birinci sınıf insan ilan ederseniz, insan hakları açısından varacağınız yer, biraz önce tanıtmaya çalış- tığımız yerdir. Bu yer, insan haklarının katliama uğratddığı yer olacaktır. Çünkü böyle bir yerde, filan veya falan dinci an- layışın ‘iyi insan’ belgesi vermediği hiçbir kişinin insan hakla- rından yararlanması mümkün olmayacaktır. İşte bunun için- dir ki biz, Hucurât suresi 13. ayeti dinler tarihinin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştiren ayet olarak görmekteyiz.

Yukarıdan beri söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için şu soruyu sormalıyız: Siyasal İslamcı iktidarlar, neden insanlara adlarını kazanacak iş sağlamak yerine, onlara sadece aş dağıt- mayı esas alan sistemlere önem vermekteler? Çünkü aş da- ğıtarak takva gösterisi yapacaklar ve bunun rantmı devşire- öleli İyisi› ltlyle kazanan kişi, onurlu ve başı diktir; aş için 8lonnln 6ntinde eğilmez. O, emeğiyle yaşayan bir bireydir, mochımbt tollallarının himmetiyle yaşayan bir kul değil.

Dlnci zihniyetlerin sosyal demokrasi sözünden bile ürkmeleri boşuna değildir. “Sosyal demokrasinin esin kaynağı peygam- berlerdir” dediğimiz için dinci ve inkârcı yobazlardan çek- ' tiklerimiz vicdanlı insanların malumudur. Dinci yanılgı şunu bilmemekte veya kabul etmemektedir: Kamil insanı hayat sahnesine çıkarmak için, hakları sadece ve sadece insana reva görmek lazımdır.

Haklar; hiçbir patent, renk, ırk, dil, din, coğrafya, günah-se- vap ayrımı yapmadan insana verilmelidir ki Allah’ın imtihan meydanı yaptığı bu âlemde yetkin insanın ortaya çıkması için gerekli olan faaliyet ve atılım mümkün olabilsin. Ve insan, sorumlu tutulabüsin.

İnsan haklarını dinci sömürünün mantığıyla algılamanın ta- rihsel ve kurumsal adı engizisyondur. Teknik bir tarih terimi olarak Batı’nın malı olan engizisyon, günümüzde daha çok, Müslüman coğrafyalarda boy atmaktadır.

Türkiye’ye gelince, Türkiye’de siyasal İslam iktidarlarının yerleştirmeye çalıştıkları bir ‘örtülü engizisyon’ yürümekte- dir. Bu engizisyon, sinyal verme dönemini gerilerde bıraka- rak yerleşme ve yaygınlaşma sürecine girmiştir. Bilgi, bilinç ve gayret zaafı devam ederse hegemonya süreci de yalunda kapıyı çalacaktır.

İNSAN HAKLARINDA GÜYENCE SORUNU

Son yıllardaki uluslararası antlaşmaların en dikkate değer tespitlerinden biri, ‘insan haklarının ülkelerin bir iç mesele- si olmaktan çıkarılması ve milletlerarası toplumun ortak ilgi ve koruma alanı içine çekilmesi’ olmuştur. Bunun anlamı, insan haklarının normativ-yasal güvencelerinin, Uluslar arası yaptırımlarla sağlamlaştırılmasıdır. Ama unutmamak gerekir ki ve görülmüştür ki, hakların ve hukuk devletinin normativ güvenceye bağlanması yani kâğıt üzerinde sağlama alınması, eğer insan unsuru beklenen noktaya gelmişse işe yaramakta, aksi halde bir aldatmaca veya temenniden öteye gidememek- tedir.

Birleşmiş Millet1er’in mevzuatı ve gelenekleri, Irak’ı işgal ederek mazlum halkların başına ateş yağdıran süper güçlerin vicdan ve merhametten nasipsiz yüreklerine etki edebildi mi?

Felsefi ifadeyle iyinin ve güzelin, dinsel deyişle hayrın ve rah- metin, hukuksal-sosyolojik anlamıyla insan haklarının esas güvencesi bizzat insanın kendisi olmalıdır. Burada söz konu- su edilen insan; bilinçli, düzeyli, insana ve evrensel değerlere saygılı insandır. Bunu, şu şekilde de dile getirebiliriz:

İnsan haklarının en emin güvencesi yetkin (irfan ve erdem sahibi) insandır.


ZULMÜN TEK DÜŞMAN İLAN EDİLNESİ
“İslam’ın çağrısı, özü itibariyle, düşün- ce alanında aklı, sosyal alanda adaleti yerleştirmeye yönelik bir davet idi. Bu iki değerin ilkinin karşıtı cehalet ikin- cisininki zulümdür.”
Nasr Hâmid Ebu Zeyd

Başlığın altına koyduğumuz söz, Mısır’ının en güçlü düşü- nürlerinden biri olan Ebu Zeyd’in sözüdür. (bk. Ebu Zeyd, Nakdü’f-Hıtâb ed-Dinî, 101) Ebu Zeyd’in, İslam çağrısının iki aslî değeri olarak gösterdiği akıl ve adaletin karşıtı olan ce- halet ve zulüm Kur’an’da tek kelimeyle verilmiştir: Zulüm. Zulüm, despotizm ve cehaleti aynı anda ifade etmektedir. Çünkü zulmün kelime anlamında hem despotizm vardır hem de karanlık. Karanlık, Kur’an dilinde cehaletin öteki adıdır. Kısacası, Kur’an’ın kelam mucizesi, onun bütün düşman- larını bir tek kelimeyle ifade etmesine imklin vermiştir. O kelime, zulümdür. Zulüm hem akıl düşmanlığının hem de adalet düşmanlığının adıdır.

Kur’an, bir din kitabı olarak bilinmekle birlikte tek düşman olarak dinsizliği veya ateizmi değil, zulmü hedeflemiştir. Bu, tarihin, din alanındaki en muhteşem devrimlerinden biri, belki de en muhteşemidir. Ve bu satırların yazarına göre, bu, peygamberler tarihinin en büyük mucizesidir. Bir din kaynağının, düşmanlık kıstası olarak sadece zulmü esas alması, tarihin tanıdığı en sarsıcı tespittir. Kur’an, bir tek insan tipine düşmanlığa izin vermektedir: Zalim “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.” (Baka- ra, 193)

Düşmanın belirlenmesinde din ve iman kıstası yerine, bir hukuk kavram ve terimi olan zulüm kullanılmıştır. Zulme düşmanlık zulme karşı savaşmak hakkını verir. Zulme karşı savaş, zulme uğrayanların Müslümanlığı kaydına bağlanma- mıştrr. Kayıt, bizzat Kur’an tarafından ‘insan’ diye konmuş- tur. Hangi dinden, ırktan, bölgeden ve renkten olursa olsun, insan. Şûra suresi 39-42. ayetler bu konunun manifestosu gibidir:

“Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yardımla- dırlar/kendilerini savunurlar. Bir kötülüğün cezası, tıpkısı bir kötülüktür. Fakat affedip barışmayl esas alanın ücretini bizzat Allah verir. O, zalimleri hiç sevmez. Zulme uğratı- lıp ardından kendini savunana gelince, böyleleri aleyhine yol aranamaz. Aleyhlerine yol aranacak olan şu kişilerdir ki, insanlara zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırı- larda bulunurlar. işte böyleleri için acıklı bir azap vardır.”

Kur’an’ın zulüm dışında bir düşmanı yoktur. Şirk, temel düşman olarak görülebilmektedir ama unutmamak lazım ki Kur’an, şirki ‘büyük bir zulüm’ olarak tanıtmaktadır. (Lukman, 13) O halde, şirk de zulüm başlığı altına girdiği için düşman hedeftir. Zulüm dışındaki diğer düşmanlar, ana başlık olan zulmün alt bölümleridir.

Çok ilginçtir, Kur’an, ateizmden söz etmez. Hayat ve ölü- mün Tanrı’nın değil, zamanın bir eylemi olduğunu söyleyen ‘dehrîler’, (bk. Câsiye, 24), tanrıtanımazlar değil, zamanı Tanrı’nın yerine koyanlar, daha doğrusu zamanı tanrılaştı- ranlardır. Kur’an’da ateizm kavrama yoktur. Çünkü insan, doğası gereği ateist olamaz; sadece gerçek Tanrı yerine sahte ilahlar koyar. Şirk ne ateizmdir ne de dinsizlik, şirk bir dindir ama Allah’ın yanına yöresine yedek ilahlar koyan bir dindir. Kur’an, bütün savaşını bu yedek ilahlı dine karşı vermekte- dir, ateizme karşı değil. Demir perde döneminde Müslüman dünya, öncelikle zulmün öncülüğünü yapan ABD’ye karşı çı- kacağına, Allah ile aldatılarak ateizmi savunan SSCB’ye kar- şı çıkar hale getirilmiştir. Gerçek Kur’an mümini bunların ikisine de karşı çıkmalıdır. Ama SSCB ateist olduğu, ABD dinci olduğu için değil, ikisi de zulme öncülük ettiği için. Ne yazık ki, İslam dünyası, özellikle Türkiye, Kur’an’ın istediği- nin ya tam tersini yahut da sadece bir kısmını yapmıştır.

Zulüm başlığı altına girmeyen günahlar, düşman hedef ol- mak için yeterli sebep değildir. Sadece bu bile, Kur’an’ın asırlar öncesinden ‘hukuk devleti’ gerçeğini öne çıkardığı- nın kanıtıdır.

ZALİMLERE EĞİLİM GÖSTERMEYİN!

Kur’an, açık zulme dikkat çektiği gibi örtülü, maskeli, pasif zulme de dikkat çekmektedir. Bu ikinci tür zulüm, zalime se- yirci kalmak şeklinde sergilenen zulümdür ki zulmün en kah- pe türüdür. Çünkü bu tür, zalime, yaptığı işin normal hatta iyi olduğu kanaatini verir.

Pasif zulüm, zalim üreten bir zulümdür. Zulme meşruiyet kazandıran bir namertliktir. Bunun içindir ki Kur’an, pasif zulme giden yolları da tıkamıştır:

“Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi sarma- lar. Allah’tan başka dostlarınız kalmaz, size yardım da edil- mez.” (Hûd, 113. Ayrıca bk. Bakara, 193, Nisa, 105)

Zalimlere eğilim veya zulme dolaylı destek daha çok aydın- lar ve zenginler tarafından verilmektedir. Bu iki zümre, itibar görmek ve daha çok kazanmak için madde imkânlarını çekip çeviren zalim odaklara ‘susarak, uyarmayarak’ destek verir- ler. Onlar için her zaman “söz gümüşse sükût altındır.” Ay- dınlar susıuıca, zulüm kökleşir! Onun içindir ki, bir coğraf- yada vücut bulan tüm zulümlerde o coğrafyanın aydınlarının payı vardır. Aydının uyarı görevini yaptığı toplumlarda zulüm egemen olamaz.

Kur’an, bu noktada, ‘birikim sahip1eri’nden söz etmektedir. Aydınlar da bindim sahipleridir. Onlarda bilgi birikimi var- dır, servet sahiplerinde ise mal ve imkân birikimi. Birikim sahiplerinin susması, zulmü kader haline getirir ve bu kader, ülkeleri de uygarlıkları da çökertir:

“Sizden önceki huşakların söz ve eser/birikim sahibi olan- ları, yeryüzünde bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi? Ama içlerinden kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışın- da hiçbiri bunu yapmadı. Zulme sapanlar ise içine itildikleri servet şımarıklığının ardına düşüp suçlular haline geldiler. Halkı iyilih ve barış için gayret gösterenler olsaydı, Rabbin o kentleri/medeniyetleri zulümle helâk edeceh değildi ya!” (Hûd, 116-117)

Zulüm her toplumda olmuştur, olacaktır; ama zulmün ege- menliği başka bir kavramdır. Aydınlar susunca zulüm sadece ‘olmaz’, egemen olur.


‘DARULHARP’ İSLAMSIZLIK DEĞİL, HUKUKSUZLUK ÜLKESİDİR

Geleneksel fıkhı ve onun tutucu yorumlarını dokunulmaz kılan siyaset dinciliği, geleneksel fıkıhtaki ‘savaş alanı’ (da- rulharb) kavramını Müslümanların egemen olmadıkları tüm topraklar için kullanmaktadır. Bu bir saptırmadır.

Darulharp ve karşıtı olan darulislam (barış alanı) tabirleri Kur’an’da geçmez. Eski fıkıhçıların ürettikleri deyimlerdir. Geleneksel fıkhın darulharble ilgili hâkim kanaati şudur: ‘Topraklarında küfür yönetiminin egemen olduğu ülke’ veya ‘kâfir liderin emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu ülke.” Klasik fıkıh, darulharp kavramını, zaman zaman günümüz hukuk sistemlerindeki ‘yabancı ülhe’ anlamında kullanmıştır. Çünkü dünya onlar için ikiye ayrılmqtır:
1. Darulislam yani İslam’ın egemen olduğu toprak,
2. Darulharp yani küfrün egemen olduğu toprak.

Fakat klasik kaynaklar dikkatle incelendiğinde görülür ki, da- rulharbin tespitinde omurga nokta, din patenti değil, Müs- lümanların kahır ve zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulamamasıdır. Son tahlilde, küfürden maksat budur; yönetenlerin Müslüman inancı taşımamaları değil. Klasik fıkıhçılar bu noktada ilginç bir yaklaşımla, darulharp sayılan toprakları ‘daru’l-kahr’ (Serahsî, el-Mebsût, 30/33) veya ‘daru’l-kahr ve’l-gaIebe’ (Cürcânî, Şerhu’s-Sirâciye, 82) olarak adlandırmışlardır ki zu- lüm ve despotizmin egemen olduğu ülke demektir. O halde, İslamî hükümlerin eksik uygulanması ve inanç farklılığı bir ülkeyi darulharp yapmaz.
Darulislam yerine ‘daru’l-ahkâm’ (kuralların egemen oldu- ğu ülke, hukuk ülkesi) tabiri de kullanılmıştır. İslam ahkâmı denmeyip sadece ‘ahkâm' denmesi dikkat çekicidir.

Daru’l-ahkâm, kuralların, normların işlediği ülke demektir. Karşıtı olan ‘daru’l-kahr’ ise keyfiliğin, adaletsizlik ve kural- sızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur. Bu in- celik unutulmaz ise darulislamın, ‘hukuk devleti’ kavramının tam karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle olunca da ‘darulharp’ deyiminin karşılığı da hukukun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacaktır. Bu yönetimin dini önemli değildir. Resmî din ‘İslam’ olduğu halde yönetim darulharp yönetimi olabilir. Eğer Kur’an’ın ve aklın verilerine göre konuşacaksak, günü- müz dünyasının birçok sözde ‘Müslüman’ yönetimi esasında birer darulharp yönetimidir. Buna karşın, adı Müslüman ol- mayan birçok Batı’lı yönetim, esası bakımından darulislam yönetimidir. Bunun aksini savunmak için minareleri veya camilerdeki cemaat sayısını göstermenin Allah ile aldatma dışında bir kanıt değeri yoktur. Saddam, Suut vs. yönetimle- rinin birer darulislam, İsviçre, Almanya, İsveç vs. yönetimleri- nin birer darülharp yönetimi olduğunu söylemek akla ve insan gerçeğine ters düşmekten başka bir anlam taşımayacaktır.
İslam’ın evrenselliği, zaman ve mekanüstülüğü, adının ve esasının barış olduğu da dikkate alınırsa şu sonuca varmakta tereddüt kalmaz kanısındayız: Bugün için darulislam, hukuk devleti niteliği taşıyan her yönetimdir. Dini-imanı ne olursa olsun. Darülharp ise hukuk devleti olmayan, hukukun üstün- lüğüne yer vermeyen yönetimlerin yürürlükte olduğu coğraf- yalardır. Aksi olsaydı, Almanya başta olmak üzere, Batı ülke- lerinde çalışan on milyonu aşkın Müslüman cuma kılamaz, oruç tutamaz, nikah kıyamaz, hatta kelime-i şehadet getire- mezdi. Bu noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, isabetli bir yaklaşımla, Hristiyan Batı ülkelerinin da- rulharp sayılamayacağını savunmaktadır. (Özemre, Îslam'da Aklın Önemi ve Sının, 181-185)
Özemre’nin vardığı sonuç, onun gibi bir atom fiziği profesö- rü değil, ‘yüzyılımızın hadis allamesi’ unvanını almış bir din bilgini olan Nasîruddin el-Elbanî tarafından da kabul edil- mektedir. Elbanî, İslam verilerinden yola çıkarak şöyle dü- şünüyor:

Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uygulanma- ması, bir ‘küfr-i inkârî’ yaratmayıp sadece ‘küfr-i ameli’ yara- tır. Bu durumda başkalarına dayatılmayan İslam dışı hüküm- ler, sayısı ne olursa olsun, ülkenin darulharp ilan edilmesi için yeterli değildir. Şâfiîlere göre, darulislam haline gelmiş bir ülke daha sonra istila edilse ve bu istila altında uzun yıllar da kalsa artık darulharp olarak anılamaz.

Ne yazık ki, geleneksel fıkıh ve onu dokunulmaz kılan siya- sal İslam burada da dinin gerçeğinden sapmakta ve politik çıkarlarını izlemektedir. Siyasal İslam, politik hasımlarmı zor durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için darulharp kavramını ‘İslam açısından günahla- rı ve eksikleri olan yönetim’ şeklinde tanımlamakta, böylece, sevmediği tüm ülkeleri ve yönetimleri kâfir ilan etmektedir. Eğer bu ülkeler darulharp ise neden bu ülkelerde (örneğin Fransa’da) okullarda ve kamusal alanlarda başörtüsü yasağı konmak istendiğinde buna karşı çıkılmakta, bu yasağın kal-
dırılması istenmektedir? Darulharpte başörtüsü tartışılır mı? Kaldı ki, siyasal İslam sadece Fransa gibi Hristiyan ülkeleri değil, Türkiye gibi, milletiyle Müslüman bir ülkeyi de darul- harp ilan edebilmektedir.

Darulharp bir ülkede başörtüsü gibi bir İslamî örfün (veya emrin) yasaklanmasına hangi fıkıh ilkesine dayanılarak kar- şı çıkılmaktadır? Yoksa aynı ülke, nimetinden yararlanırken " darulislam, eleştiri ve saldırı istendiğinde darulharp mi olu- yor? Eğer oluyorsa nasıl oluyor? Siyaset dinciliğinin tipik tu- tarsızlıktarmdan birine de burada tanık olmaktayız.

İs1am’ın günlük hayattaki pratikleri açısından ihmallere ge- ! lince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz. Peygamber’den sonra hiçbir İslam ülkesine nasip olmamıştır. İslam açısından eksikleri darulharp gerekçesi sayarsak birinci derecede da- rulharp topraklar bugünkü İslam coğrafyaları olur. Çünkü İs1am’ın temel kaynağı Kur’an’ın en çok devre dışı edildiği ülkeler oralarıdır. Ne yazık ki, İs1am’ı siyaset aracı yapan saltanat dincileri, darulharp sömürüsünde başarılı olmak için önce devleti, yönetimi, sonra da hesaplarına uymayan Müslümanları kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir darulharp yaratarak sergileyecekleri kin ve şiddet siyasetine dayanak hazırlamaktadırlar.

Darulharbin saptanmasında yönetim ve egemenliğin kim- lerin elinde bulunduğuna bakmak, ilk adımdır. Böyle bak- tığınızda, yönetimin eksiklerinin, günahlarının olması, hüküm vermek için yetmez. Yönetimin küfür, hatta Hanefi fakîhlerine göre, şirk üzere olması gerekir. (Serahsî, ef- Mebsût, 10/114)

Tam bu noktada, bütün zamanların en büyük fakîhi sayılan İmamı Âzam Ebu Hanîfe’nin, dehası, hukuk devleti özlemi ve muhteşem hümanizmi dikkat çekmektedir. Şemsül Eimme Serahsî (ölm. 483/1090), Hanefiliğin amelî fıkıh konusunda en büyük kaynağı sayılan el-Mebs“ut adlı eserinde şunu söylü- yor:
“İmamı Âzam’a göre, Müslüman yurdunun darulharbe dö- nüşmesi için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdır: 1. Müslü- manların yurtlarına bitişik bir Müslüman yurdu bulunma- mak, 2. Kendi imanına uygun olarak iman eden bir tek Müs- lüman ve kendi imanına göre iman eden bir teh Ehlikitap kalmamak, 3. Ülkede şirk ahkâmı geçerli olmak.” (Serahsî, anılan yer.)

Fakîhler arası ittifak noktalarından biri olarak şunu da gö- rüyoruz: Bir ülkenin darulharplığı ile darulislamlığına hük- metmede tartışma çıksa, yani ülke, darulislam olmaya ilişkin özelliklerle darulharp sayılmaya ilişkin özellikleri aynı anda taşıyor olsa hüküm, darulislam kabul etme yönünde olacak- tır. Bunun maslahata (kamu yararına) ve ihtiyata daha uygun olduğu düşünülmüştür.

Kavramın, siyasal istismara son derece müsait olduğunu da düşünürsek, günümüz dünyasında herhangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki içtihat farklarından yararlanarak darulharp göstermek hiç de zor değildir. Ve İslam’ı siyaset ve şiddet aracı yapanların yolu yöntemi de budur. Bu yöntemin uygu- landlğı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Bu neden yapılmak- tadır? Cevap, darulharp olan bir toprakta İslam hükümle- rinden rahatlıkla kaçma imkânının bulunduğunu bilmekte yatıyor. Bir ülkeyi darulharp ilan ederseniz ceza hukukundan ibadetlere kadar, tüm alanlarda dinsel yükümlülük kalkmak- tadır. Türkiye’ye bakalım: Yüz bin civarında caminin ibadete açık olduğu ve devletin din işleri için her yıl, devlet bütçe- sinden iki katrilyon liranın üstünde harcama yaptığı bir ül- keyi darulharp ilan ettiğinizde faiz yemekten zina yapmaya, cinayet işlemeye kadar her fiil ve davranışınız yaptırım dışı kalacaktır. Bu olgu, din üzerinden siyaset yapanlara sınırsız bir imkân ve rahatlık getirmektedir. Onlar, darulharp tera- nesiyle bir yandan istediklerini din dışı ilan edip devlete ve ülkeye karşı mücadeleyi meşrulaştırırken öte yandan adına konuştukları dinin tüm hükümlerinden sıyrılmak gibi bir şan- sa sahip oluyorlar.


SAVAŞA İZİN VERİLMESİ VETEK SAVAŞ GEREKÇESİ OLARAK ZULMÜN GöSTERİLMESİ

SAVAŞA İZİN VERİLMESİ

Kur’an, dinler tarihinde savaşa izin veren belki de tek kutsal kitaptır. Kur’an’m izin verdiği savaşın meşruiyeti için zulme uğramış olmak şarttır.

Kur’an saldırı savaşma izin vermez. Din yaymak için savaşa da izin verilmemiştir. Tek gerekçe zulümdür, zulme uğra- maktır. Zulüm varsa savaş, bir insanlık borcu haline gelir. Bu insanlık borcundan kaçılmaz. Kaçanlar onursuz olur. Savaşla ilgili temel ilkeyi koyan ve iki devrimi birden yaratan ayetler böyledir:

“Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiştir. Çün- kü onlar zulme uğratıldılar. Allah onlara yardıma elbette ka- dirdir. Onlar sırf, 'Rabbimiz Allah’tır!’ dedikleri için yurtla- rından haksız yere çıkarıldılar.” (Hac, 39-40)

Bu ayetler, hem bütün zamanların savaş gerekçelerini bildiri- yor hem de Hz. Muhammed’in Arap müşrikleriyle savaşları- nın gerekçelerini gösteriyor.

Ayet, zulme uğratılanlara savaşma izni verildiğini söylediğine göre, Kur’an, meşru bir savaşın ancak savunma savaşı ola- cağını kabul etmektedir. Ayet; zulme uğratılmanın, toprak- lara yani vatana tasallut ile imana tasallut yani özgürlüklere saldırı olduğunu göstermektedir. Savunma savaşı, vatan ve özgürlük değerlerine saldırıya karşı, saldırı savaşı ise bu de- ğerlere tasallut için yapılır. Saldırı savaşı cinayettir. Savaşın bir cinayet olmaktan çıkması için savaşanın zulme uğramış ve bu sebeple Yaratıcı’dan ‘izin’ almış olması gerekir. Bu izin çıktığında, hiçbir ikiyüzlülüğe kaçılmadan, insan onuru için savaşılacaktır.

Kur’an, meşruluğu belirlenmiş bir savaşla ilgili taktikler de vermektedir. Bu taktikleri veren ayetleri bağlamlarından ko- pararak tek başlarına değerlendirenler, Kur’an’ı bir saldırı ki- tabı gibi gösterme yoluna gidebilmektedirler. Oysaki Kur’an, meşruluğu kesinleşmiş bir savaşla ilgili taktikler vermektedir. Bunun garipsenecek bir yanı olamaz. Bir kitap meşruiye- ti doğmuş bir savaşa izin veriyorsa o savaşın başarılı olması için elbette taktikler de verecektir. Bundan daha makul, daha gerçekçi ve dürüst ne olabilir?!

Ayetler, zulme uğratılarak yurtlarından çıkarılıp sürülenlerin savaşmalarına izin verildiğini söylüyor. Zulme karşı savaşmak için zulmün Müslümana yapılması şartı aranmaz. Kur’an’ın insanı dünyanın herhangi bir yerinde zulme uğratılanları kur- tarmak için de savaşabilir, hatta savaşmalıdır. Manifesto-ilke şöyle konmuştur:

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gön- der, katından bize bir yardımcı gönder!’ diye yakaran maz- lum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyor- sunuz!” (Nisa, 75)

Hz. Peygamber’in savaşlarının tümü savunma savaşıdır. Çünkü o, doğup büyüdüğü Mekke’den hicret ettiği günden itibaren sürekli saldırı altında olmuş , bl lnun için de sü- rekli savaş halinde buIunmuştur. Peygamber’den sonraki savaşlara gelince onların çok az bir kısmı bu niteliktedir. Muaviye’nin despot bir Emevî kralı olarak idareyi ele aldığı günden itibaren ise savaşlar İslamî-Muhammedî nitelikle- rini yitirmiş, toprak gasbı ve tagallüp savaşma dönüşmüştür. is1am’ın büyük vicdanları bilmişlerdir ki, Emevîlerin yönetimindeki Müslüman coğrafyalarda meşruiyeti doğmuş olan tek savaş, Emevî yönetimine karşı savaştır. Emevilerq bu gözle bakan Müslüman düşünürlerin başını İmamı Âzaot Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) çekmektedir. O, bu anlayış va imanla verdiği büyük mücadelenin faturasını hayatıyla öde miştir ama tarihe Kur’an imam adına ölümsüz bir mesaj ve hatıra bırakmıştır. Biz onun bu ölümsüz hatırasını insanlığa tanıtmak için ’Arapçıhğa Karşı Akılcılığın Öncüsü imamı Âzarn Ebu Honî/e’ adlı eserimizi yazdık.

Şimdi, hem zulüm ve savaş konusunu daha yakından tanımak hem de İmamı Âzam’ın mücadelesinin karakter ve önemini görmek için anılan eserimizden birkaç paragraf aktaralım:

imamı Âzam’ın İslam felsefesi bakımından mensup olduğu Mürcie mezhebinin büyük çoğunluğunun savunduğu fikirler- den biri de, zalim devlet başkanı ve yönetime silahla karşı çık- manın gerekliliğidir. (Eş’arî, MakaaJât, 451) imamı Âzam’ın ‘Mürcieliği’nin Arapçı iktidarları rahatsız etmesinin gerçek sebebi işte bu ‘zulme karşı çıkış’ fikridir. İmamı Âzam’a sal- dırının arka planındaki temel gerçek de budur. Çünkü İmamı Âzam, zalim yönetime kılıçla karşı çıkmayı savunan ve bu tür karşı çıkışlara her türlü desteği veren bir önderdir.

imamı Âzam, zulme silahla karşı çıkış fikrini bir fakîh dü- şünür olarak savunmakla kalmamış, bu fikre bağlı olarak sergilenen isyan eylemlerine maddeten de destek vermiştir. Çünkü ona göre, despotizme karşı çıkıp hakkı ayakta tutmak, imanın en belirgin niteliklerinden biri ve ibadetlerin en yüce- sidir. Bu karşı çıkış öylesine yücedir ki, bu yolda ‘bir gaza, elli hacdan üstündür.’

Demek oluyor ki, İmamı Âzam, ‘zulme karşı mücadele’ söz konusu olduğunda, ameli imandan bir parça saymayan gö- rüşünü kırmaktadır. Onun bu din ve iman anlayışı, Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı’nın öncüleri Müdafaai Hu- kuk kadrolarının anlayışıyla tıpa tıp uyuşmaktadır. Onlarda tıpkı İmamı Âzam gibi, imam amelle kayıtlı tutmamakla birlikte zulme karşı çıkışta bu anlayışlarını bir kenara koy- maktadırlar. Onların fikir önderi ve başkumandanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu anlayışının bir uzantısı olarak, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesinin onun kumanda edip zaferle sonuçlandırdığı Bedir Savaşı olduğunu söylemekte, Hz. Peygamber’in temel özelliği olarak da‘esaret tanımama’yı öne çıkarmaktadır. İslam Peygamber’iyle ilgili tespitinde şöy- le diyor Gazi Mustafa Kemal Atatürk:

“Onun hak peygamber olduğundan şüphe edenler, Bedir destanını okusunlar. Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslümanla kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordu- suna karşı “Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer, fdni insanların kârı değildir. Hz. Muhammed’in peygamber- liğinin en kuvvetli delili, Bedir savaşıdır.”

Mustafa Kemal’in bu din-iman ve Peygamber anlayışı tam bir İmamı Âzam idraki sergilemektedir. Çünkü zulme kar- şı çıkışın Bedir Savaşı ile irtibatlandırılması İmamı Âzam kaynaklıdır.

Hz. Ali evladından Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn, Hicrî 121 yı- lında, Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik’e karşı ayaklan- dığında, İmamı Âzam, onun bu zalim yönetime isyanını, Hz. Muhammed’in Bedir Savaşı’na benzetmiş ve o idrakle des- teklemiştir.
ALLAH’A KULLUĞU ARACILARA BAĞLAYAN ZİHNİYETİS YIKILMASI
Kur’an, Allah’a ku1 olmak ve ona ibadet etmek için herhan• gi bir insanı aracı yapmayı, şefaatçı bilmeyi, birilerine harap veya komisyon vermeyi en büyük düşmanlarından biri olan şirkin eylemleri arasında görmektedir.

Kur’an bize gösteriyor ki, Allah insana şahdamarından daha yakındır. Böyle olunca da bir insanı Allah’a yaklaştırmaktan söz etmek temelden Kur’an dışıdır. ‘Allah’a yaklaştırıcı’ tabi- rinin bizatihi kendisi vahim bir şirk ifadesidir. Allah ile insan ayrı değildir ki yaklaştırmaktan söz edelim.

Allah katında şefaatçılardan söz etmek de şirktir. ‘Yaklaştım- cılık, aracılık ve şefaatçılık’ tabirleri şirk zihniyetinin kodla- rini ifade etmek için kullanılmaktadır. Şu beWinelere bakın:
‘temin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıl- dadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakı- nız.” (Kaf, 16)

“Arı-duru din yalnız ve yalnız Allah’ındır! O’nun yanında birilerini daha veliler edinerek, ‘Biz onlara, bizi Allah’a yak- laştırmaları dışında bir şey için kulluk etmiyoruz’ diyenlere gelince, hiç kuşkusuz, Allah onlar arasında, tartışıp durduk- ları konuyla ilgili hükmü verecektir.” (Zümer, 3)

“Allah’ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, ya- rar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: ‘Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçılarımızdır.” (Yunus, 18)

ANLAI¥INI BİLMEDİĞİ NETİNLERİ OKUYARAK İBADET EDENLERİN LANETLENNESİ

ŞEYTANÎ ÜMNİYE: ANLAMADAN OKUMAK

Ne dediğini anlamadan okumanın, anlamını bilmeden oku- nan metinlerle ibadet, namaz kılmanın Kur’an ve fıkıh dışı bir Arapçılık dayatması olduğunu biz, fıkhın verilerini konuştu- rarak, Dilde İhadet’ adlı eserimizde ayrıntılarıyla açıkla- dik. Burada, meselenin, okumakta olduğunuz eser bağlamın- da kısa bir sunumunu yapacağız.

Arapçılık ve Arapçacılığı dinleştirmek için tüm kayıt ve ku- ralları saf dışı eden zihniyetler, bu tutumun kendilerini şeyta- nın hapishanesine tıkadığının farkında olamıyorlar. Öylesine şaşırmış ve zıvanadan çıkmışlar ki, ekranlara kurulup mil- yonlarca Müsmlümana şöyle hitap edebiliyorlar: “Neden Kur’an’ın kendi dilinizdeki tercümesini okuyasınız? Arapça okuyun! Anlamanız, anlamını bilmeniz gerekmiyor, hatta an- lamını bilmemeniz daha makbuldür.”

Kur’an penceresinden baktığımızda bu söylem ve zihniyet, tam bir şeytancılıktır, şeytana teslimiyet belgesidir. Kur’an bize bildiriyor ki, şeytan, insanları saptırmada temel araç ola- rak ümniyeyi kullanacaktır. Ümniyenin anlamlarından biri de ne dediğini anlamadan okumaktır. Şeytan, insanı nasıl saptı- racağımifadeye koyarken şöyle konuşuyor:

‘temin olsun, onları mutlaka saptıracağım, kuruntulara/hu- rafelere/anlamını bilmeden okumaya iteceğim.” (Nisa, 119)

Kur’an’m, gaflet içinde namaz kilanlara “Vey1 olsun!” dedi- ğini unutmamaliyiz! (bk. Maun suresi) Gaflet içinde namaz kilmanin Kur’an açisindan ne anlama geldiğini yine Kur’an bize bildiriyor. Nisa suresi 43. ayet şöyle diyor:

“Ey iman edenler! Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye ka- dar, cünüpken de -yolculuk halinde olmaniz müstesna- boy abdesti alincaya kadar namaza/duaya yaklaşmayin!”

“Ne dediğini anlayincaya kadar” ifadesinin, okuduğunun anlamini bilmeden namaz kilmayi da yasakladiğini kim ink kar edebilir. Ayet, yasağin genel sebebini yani hükmün ille- tini bildiriyor ki o da ne dediğini anlamamaktir. Öte yandan, Kur’an, ümniyenin bir şeytan dayatmasi olduğunu, ümniyeye teslim olanlarin iflah etmeyeceğini bildiriyor. Nedir ümniye?

Çoğulu emânî olan bu kelime bir yerde tekil (Hac, 52) beş yer- de çoğul olarak geçmektedir. Fii1 halinde kullanimi ise bunuø iki katindan fazladir. Ümniye, takdir etmek (ölçü tutturmak} anlamindaki meny kökünden türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sani, hayal ve kuruntuya dayanarak yapilan tahminler için kullanilir. Bu yüzdendir ki meny, genellikle ger- çeğe dayanmayan-hayalî tasavvurlar ve tasarimlari ifade eder. Bu kökten gelen temenna fiili, “yalan söyledi” anlamindadir. İlk müfessirlerden biri olan Mücahit bin Cebr (ölm.103/721), buradan hareketle, emânî kelimesini ‘yalanlar’ diye anlamlan- dirmiştir. (bk. Râgib, Müfredât, meny mad.)

Kur’an bu ümniye kavramini, kitap kavramina karşi kullan- maktadir. Karşitlik şöyle verilmektedir: “Kítabi bilmezler, sadece emânî bilirler.” (Bakara, 78) Kitapli ümmetlerin yani Yahudi ve Hristiyanlarla Müslüman kitlelerin emánîsinden şikâyet edilmekte, sorunlarin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözü- lemeyeceği belirtilmektedir. Çözüm, kitap, bilgi ve eylem ile olacaktir. (Nisa, 123)

Şunu da unutmamaliyiz: Şeytanin tarih içindeki en büyük sal- tanat dönemi olan engizisyon devrinin temel özelliklerinden biri de İnci1’in halkin bildiği dillere tercümesinin yasaklanmasıdır. Yani engizisyon, bir ‘anlamadan okuma musibeti’ olarak da kayda geçirilmelidir.
Kur’an’ın kitaba, bu demektir ki bilgi-düşünce-aydınlık üç- lüsüne karşıt gösterdiği emanî, bizim, ‘hurafe, uydurma ve anlamadan okumak’ dediğimiz illetlerin ta kendisidir. Emanî hakkında bilgiler veren ölümsüz dil ustası Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108) şunu da söylüyor: “Şeytan, peygamberlerin ümniyelerine bir şeyler karıştırır mealindeki ayet (22/52) bünyesinde kullanılan ümniye, okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak bu tehlikeyi taşıdığındandır ki Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması emre- dilmiştir.” (bk.Taha,114; Kıyame, 16)

Aceleden kaçınmak emredilmiştir de ne dediğini hiç anlama- dan okumak yasaklanmamış mıdır?

Şeytanın insanı saptırqının esası da ümniyeye itmektir. Şey- tan, tüm saatlerinde ümniye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden, sırf üfîirük olsun diye okumaya ve aslı-esası olma- yan şeylere inanıp bel bağlamaya iter. (bk. Nisa, 120)

Zafer, mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir, bir eylem ve üretim işidir. (Nisa, 123)

Cennete gidiş de din mensuplarınm ürettikleri ve kendileri- ni öne çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil, üretilen değerlerle olacaktır. (Bakara, 111)

İnsanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü sıkıntı açan da ümniyelerdir. İnsan bu ümniyelere aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyorum sana sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı, insa- nın Allah ile aldatılmasıdır. Kur’an bu aldanışın altını özellik- le çiziyor. (Fâtır, 5; Hadîd, 14)
Kur’an, ne söylediğini anlamadan ibadetin yolunu tıkayan devrimiyle bir yandan şeytana teslimiyeti, öte yandan şeyta- nın marabaları durumundaki din sınıfının hegemonyasını ha- yatın dışına itmeyi amaçlamıştır.
EVRENDE İNSANDAN ÜSTÜN VARLIK OLMADIĞI GÖRÜŞÜNÜN YIKILMASI
İnsan varlıkların en üstünü değildir; yaratılmışların bazıların- dan daha üstündür. İnsanın ‘üstün varlık’ oluşunu Kur’an’ın verdiği gibi okumak lazımdır, insan bencilliğinin arzu ettiği gibi değil. Bu konunun temel ayeti İsra suresindedir:

“Yemin olsun, biz, âdemoğullarını özgürlük/onur/üstünlükler donattık, onları karada ve denizde binitlerle taşıdık. Onları, güzel/leziz/temiz rızıklarla besledik. Ve onları, yarattıkları•, mızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)

Demek ki, insan, yaratılmışların birçoğundan üstündür, tümünden değil.
Kur’an’m onlarca ayeti evrende insan dışında pek çok şuurlu varlığın mevcut olduğunu bildirmektedir. ‘Göklerde ve yer- deki varlıklar’ karşılığı kullanılan ‘men’ kelimesi akıl ve şuur sahibi varlıkları ifade eden bir sözcüktür. Ve Kur’an bu söz- cüğü defalarca kullanarak bize demek ister ki, evrende sizin dışınızda ve bir kısmı sizden üstün başka şuurlu varlıklar da yaşamaktadır.

Kur’an, evrendeki (göklerdeki ve yerdeki) varlıkları ifade ederken iki kelime kullanmaktadır: ‘Ma’ ve ‘men’. Bunların birincisi olan ‘ma’, canlı cansız, şuurlu-şuursuz tüm varlıklar için kullanılır. Onlarca ayet, ‘göklerdeki ve yerdeki varlıklar’ derken bu ‘ma’ kelimesini kullanmaktadır. (örnek olarak bk. Bakara, 284; Âli İmran, 29, 109, 129, 191; Nisa, 131, 132,
170, 171; Yunus, 55; İbrahim, 2; Haşr, 1; Saff, 1; Cumua, 1; Teğâbün, 1)


Evrendeki şuurlu varlıklar ifade edilirken ‘men’ kullanılmak- tadır. ‘Men’, kelimesi Arap dilinde, şuurlu varlıkları (zevi’1- ukûlü) ifade için kullanılır. Dikkat çeken noktalardan biri de şudur: Evrendeki varlıkların ‘ma’ ile ifade edilenleri ‘men’ ile ifade edilenlerinden birkaç kat fazladır.

“Hâlâ Allah’ın dininden gayrısını mı arıyorlar? Oysaki gök- Yerdeki şuurlular da, yerdekiler de ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve yalnız O’na döndürüleceklerdir.” (Âli İmran, 83)

“Göklerde ve yerde kim varsa gölgeleriyle birlikte ister iste- mez ve sabah akşam Allah’a secde eder.” (Ra’d, 15)

“Göklerde ve yerde bulunan herkes, Rahman’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93)

“Görmedin mi; göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar- dan birçoğu hep Allah’a secde ediyor. Birçoğunun da üzerine azap hak olmuştur. Allah’ın hakir kıldığına ikramda bulu- nan olmaz. Allah, dilediğini yapar.” (Hac, 18)

“De ki, ‘Göklerde ve yerde, Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” (Neml, 65)

“Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur, hepsi O’na boyun eğmektedir.” (Rum, 26)

Dördüncü Bölüm
OLNAYANI GETİREREK YARATILAN DEVRİMLER

‘ALLAH İLE ALDATMA’ KAVRAMININ DİN DİLİNE SOKULMASI
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yer- yüzündeki iyi insanları kullanır, yeryü- zündeki kötü insanlar ise kendi iradele- rini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanır-

Giordano Bruno

Tarihin ve yaşadığımız günlerin acı deneyimleri bize göste- riyor ki, dine dayandırılabilecek bütün olumsuzlukların aşıl- masında başarıya götürecek tek reçete, ‘Allah ile aldatılmayı bertaraf etmek’tir.

Kur’an; dinin, bir sevgi, şefkat, merhamet, paylaşım kuru- mu olmaktan çıkıp bir kan ve kin kurumuna dönüşmesinin arka planında Allah ile aldatmayı görüyor. Demek istiyor ki Kur’an, aldatış ve aldanışları etkisiz kalmanın temel dayanağı olan Tanrı, tam tersi bir işlevle hayata sokulur, tam tersi bir amacın aracı yapılırsa (yani aldatılmanın aracı yapılırsa) din de kendisinden beklenenin tam tersini üretmeye başlar. Sevgi yerine kin, şefkat yerine öfke, merhamet yerine zulüm, pay- laşım yerine sömürü, özgür irade yerine baskı ve hegemonya.
İnsanoğlunun en kahırlı bunalımları, Allah’ın araç yapıldığı aldatıştan kaynaklanan bunalımlardır. En zehirli zulümler de bu aldatıştan doğar. En yıkıcı bozgunlar bu aldatışın vücut verdiği bozgunlardır. Tarih buna tanıktır. Bu gerçeği dikkate alarak şunu söyleyebiliriz:


Allah ile aldatma, hiçbir ödün ve uzlaşmayla aşılamaz. O, deyim yerinde ise ölümsüz bir beladır. Çünkü ölümsüz olan ’' bir aracı kullanmaktadır. Oysaki diğer aldatmaların zararı bir şekilde sona erer. Çünkü onların ne kendileri ne de araçlar ölümsüzdür. ;


ŞEYTAN EVLİYASI YEYA KARADULLAR

Ankebût suresi 41. ayet, ‘Allah’ın berisinden evliya edinerek’ Allah ile aldatılanlara yani şeytan evliyasına teslim olanların korkunç bir ihanetle yüz yüze kalacaklarını bildirmektedir:

“Allah’ın berisinden evliya edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi/en zayıfı elbette ki dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!”

Şeytan evliyasını dost ve destekçi edinenler, karadul diye adlandırılan dişi örümceğe sığınanlara benzetiliyor. Bu ka- radulun tipik özelliklerinden biri şudur: Büyük bir istekle çiftleşmeye çağırdığı erkek örümceği, çiftleşmenin ardından zehirleyip öldürür.

Tarihin en büyük zulümlerine imza atmış olan engizisyon-ruh- ban saltanatı bir karadullar saltanatıdır. Karadul tehlikesine dikkat çeken tek tanrısal kitap Kur’an’dır. Karadul ihanetine dikkat çeken Ankebût 41. ayetin amacı, örümcek evinin zayıf- lığını göstermek olarak düşünülmüş ve orada kalınmıştır. Oy- saki ayetin vermek istediği sadece bu değildir. Evin zayıflığın- dan daha çok, ev sahibinin kahpeliğine dikkat çekilmektedir.

Karadul, tip bir zehirlidir. Çiftleştiği örümceği, çiftleşme biter bitmez zehirleyip katleder. Kendisine güvenip misafir olmuş, zevk dolu saatler geçirilmesinde rol oynamış birine ihanet edenin kahpeliği söz konusudur burada. Tanrısal bey- yine (belge, metin), işte bu kahpeliğe karşı insanı uyanıyor. Karadula benzettiği ve ‘evliya’ diye andığı Allah ile aldatma karadullarından uzak durmamız için.


Halk dilinde bu karadullara daha başka adlar da verilmek- tedir. Bilinmesi gereken, bunlarin Allah ile kul arasinda bir komisyonculuk faaliyeti yürüttükleridir. Bu faaliyetin esasi şudur: Allah’a kul olmak için, özellikle iyi kul olmak için bu haraç tezgăhina az veya çok, şu veya bu şekilde bir şeyler ver- mek ve ondan onay almak zorunda birakiliyorsunuz.

Kur’an’in en kahirli musibetlerden biri olarak yüzlerce ayette gündeme getirip insani sakindirdiği bu illet, Allah’in en din- mez öfkeyle cezalandiracaği şirk zulmünün temel görünüm- lerinden biridir. Bu illeti insanlik bünyesinden Kur’an temiz- ledi, ama ne yazik ki Allah ile aldatma dinciliği onu Müslü- manlarin hayatina bir ‘kurtarici’ yaftasiyla soktu.

Yedek ilah anlamindaki şer evliyasinin yani karadullarin tani- mi verilmemiştir. Şirk kaosunun tanimini vermeye ne hacet! Karanliği tanimlamakla bir yere gidilemez. Işiği tanimlamak gerekir. Çünkü işik tektir. Teki tanimlamak dururken, belir- sizliğin dehlizlerinde dolaşmak akil işi midir? Gerçek evliya- nin yani iman ve takva sahiplerinin tanimini göz önünde tut- mak, şer evliyasi olan karadullarin tuzağina düşmemek için yeterlidir.

Karadullar, işini, aşini, emeğini-ekmeğini, sevgisini-itibarini sömürüp köleler gibi kullandiklari insanlari tarih önünde re- zil ettiler. Müslüman kitlelerin insanlik kervaninda öncü ro- lünden çikip atik toplayici durumuna geçmesinin esas sebebi, Kur’an tevhidini kirleten bu karadullarin şirk zihniyetleridir.

İDRİS SURETİNDE İBLİSLER

‘ídris suretinde İblisler’ sözü, Mev1ana’nin oğlu Sultan Ve- led’indir. (Sultan Veled, ñfoori/ 334)

Allah ile aldatanlarin öne çikardiklari ve mürşit dayatmasiyla halka kabul ettirdikleri kişilerin önemli bir kismi Kur’an veri- leri açisindan birer müşriktir. Müşrik olmak için Allah’a açik-


ça ortak koşmak şart değildir; Kur’an’ın şirk alameti gördüğü şeyleri taşımak yeterlidir.

“Şirk iki türlüdür: Sözle şirk, hal ile şirk. Tanrı’nın oğul ve ortağı olduğunu iddia etmek sözle şirktir. İnsanın içinde Tanrı’dan başka şeyler için yer ve yol bulunması da hal ile
şirktir.” (Sultan Veled, Maarif, 53)

Şunu asla unutmamalıyız: Din adı altında dinsizliğin en zehir- lisini sahneleyenler, dine karşı olanlar değil, dinin savunucusu olduğunu iddia eden Allah ile aldatma sahtekârlarıdır. Birçok insanı dine-Allah’a düşman hale getirenler de bunlardır.

Allah ile aldatmanın en zalim ve alçak tezgâhçıları olan İdris kisveli İblisler, halkların sadece kesesini ve kasasını boşalt- makla kalmıyor, iffetlerini de perişan ediyorlar. Kendinden 50-60 yaş küçük hanımlarla, “Peygamberimiz de böyle ya- pardı” diyerek nikâh kıyanlar, 13-14 yaşmda kız çocuklarına, hatta oğlanlara musallat olanlar hep bunlar içinden çıkmak- tadır. Servet babalarının bunların birine veya ötekine suvallar
dolusu para akıtmayanı, karı-kız pazarlamayanı yok denecek
kadar azdır. Hem para akıtırlar, hem de kulluğa-köleliğe ka- bul edilmeleri için el-etek öperler. Halkın dini-imam, ülkenin yarınları; servet babalarıyla onların beslediği bu İblis taifesi- nin yarattığı çürümenin tahribine maruz bulunuyor.

Mürşit kılıklı müşriklerin dünyasında sevginin yerini tehdit, ak- lın yerini dehşet almıştır. Mürşit kisveli müşrikler içinde resul ol- duğunu, hatta Allah olduğunu söyleyecek kadar çıldırmışlarına rastlamak bile mümkün. İşe, birinci sınıf-ikinci sınıf Müslüman ayrımı yapmakla başlarlar. Birinci sınıf Müslüman daima kendi- leridir. Tefrikaya dönüşmüş şirkin temel göstergesi, bu ayrım- dır. Bu namertler, kendilerini birinci sınıf, diğer tüm insanları ikinci sınıf Müslüman veya tamamen dinsiz olarak görürler. Her zaman açıkça söylemeseler de niyet ve tıynetleri budur.

Mürşit tabelalı müşrikler, etraflarına biraz daha adam topla- mak için, kendileri dışındakilerin battığını, cehennemlik oldu- ğunu, karanlıkta kaldığını, kurtuluşun yalnız kendi gemilerine


binmekle elde edileceğini iddia ederler. Bu yüzden, aynı temel başlığa sığınanları bile insaf ve anlayış ölçülerini çatlatırcasına birbirlerini karalar, dışlar, zararlı ve hatta hain ilan eder.

Halkı yüzlerce, binlerce parçaya bölmek, mürşit lakaplı müş- riklerin öz sermayesidir. Bu bölmenin yarattığı ‘grup par- selleri’ olmasa mürşit kılıklı müşriklerin hayatı söner. Bu yüzden, bir numaralı düşmanları birlik, kaynaşma, hoşgörü ve anlayıştır. Birlik ve beraberlik, bu maskeli müşrikler için ölüm demektir. Birlik gelince sömürü biter; böyle olunca da Idris kisveli İblislerin saltanatları sona erer. Birlik ve kucak- laşmaya giden yol, bilgi ve bilinçten geçer. Bu yüzden, mürşit kılıklı müşriklerin belirgin özelliklerinden biri de bilgi, bilinç ve düşünce düşmanlığıdır.
Mürşit patentli müşrikler, yıllar ve yıllardır, işte bu tavırla- rıyla, halkı parça parça etmişler, özellikle büyük kentlerde irtica ve tehdit gettoları oluşturmuşlardır. Birçok ülke bunlar yüzünden, bir düşman kamplar arenasına döndürülmüştür. Ve bu kampların her biri, Kur’an’m eşsiz deyimiyle “kendi ellerindekiyle ferahlayıp avunmaktadır.” (Rum, 28)

Mürşit patentli müşrikler yüzünden tam bir mahşer paniği yaşanıyor.

Mürşit kisveli müşriklerin şaşmaz, değişmez bir tek birlikte- liği vardır: Siyaset ve saltanat çıkarları uğruna, siyaset dinci- liğinin kodamanları çevresinde ve şemsiyesi altında toplanıp nimet ve imkânları paylaşmak. Onlar paylaşırken ülke ve kit- le çürüyüş ve tükeniş sürecine girer. Bu belki de Allah’ın bir takdiridir. Allah, “Sizi benimle aldatmasınlar!” uyarısına rağ- men bu maskeli müşriklerin peşine takılanlara gaflet, cürüm ve zulümlerinin ağır cezasını belki de böyle ödetiyor. Hem malları gidiyor hem ırzları. Hakkın kanunu bu: Ceza, amel cinsindendir. Zalimi zalime musallat etmek de Allah’ın ka- nunları arasındadır.

DİNLER TARİHİNİN VE DİN ADAMLARININ ELEŞTİRİYE AÇlLIflASI

BAKARA 213 MUCİZESİ

Allah ile aldatmanın tanınmasmda insanlığın sahip bulundu- ğu bir numaralı kaynak olan Kur’an’m bu tanıtmada en önde yer alan beyyinesi, Bakara suresi 213. ayettir.

Kur’an, aynı zamanda bir ‘dinler tarihi eleştiricisi’ olarak al- gılanabilir. Kur’an’ı dikkatle okuyan herkesin ilk fark edeceği şeylerden biri de bu tannsal kitabın, insanlık tarihini dinler ve din temsilcileri açısmdan da bir eleştiriye tabi tutmuş olduğu gerçeğidir.

Kur’an’m dinler tarihi ile ügili eleştirisi çok açık, çok ağır- dır. Son zamanlarda Papa ve kardinallerinin, kilisenin işlediği suçlar yüzünden insanlıktan özür dilemelerindeki eleştiriden çok çok ağırdır. Kur’an’ın en büyük mucizelerinden biri, işte bu eleştiride yatmaktadır. O eleştiriyi gereğince irdeleyip, yeterince anlamadan Kur’an’ın insan hayatına sokmak iste- diklerini yakalamanız mümkün olmaz. Bu mucize eleştirinin omurga ayetlerinden biri, belki de birincisi Bakara suresi 213. ayettir. (Diğer be77 nelerin en önemlileri bunlardır: Bakara, 44, 79; Âli İmran, 19; Tevbe, 34; Hac, 8-9)
Bakara 213’te, din adına insanlığa yön verme göreviyle sah- neye çıkanlar, insanlığın çekilme ve didişmesinin temel so- rumlusu olarak gösterilmektedir. Dinler tarihinde böyle bir mesajın Kur’an dışında bir kutsal metinde verildiğine biz ta-


nık olamadık. Bakara 213, Allah ile aldatmanın kimler tara- fındaınasll başlatıldığını ve ne sebeple başlayıp hangi olum- suzluklar çerçevesinde yürüdüğünü o eşsiz üslubuyla ortaya koymaktadır. Bu ayet, insanlığın ilk kavga ve çekişmelerinin sebebi olarak dini temsil edenlerin bağyını göstermektedir. Ayet şöyle diyor:

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla bera- ber, anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan kitabı hak olarak indirdi. O kitapta anlaşmazlığa düşenler, o kitabın taşıyıcılarından başkaları değildi. Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki bağy yüzünden çekişmeye girdiler. Sonra Allah, kendi izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırdı. Allah, dilediği kişiyi/dile- yeni dosdoğru yola iletir.”

Demek olur ki başlangıçta tek bir topluluk olan insanlığın daha iyiye ve kemale gitmesi için gönderilen din, onu temsil etme görevini üstlenenlerin tutulduğu ‘bağy’ denen bir illet yüzünden insanlığın perişanlığlna kaynaklık eden bir zulüm ve kavga kurumuna dönüştü.

Şimdi bağyın taşıdığı anlamlan bir kez daha anımsayalım: Kibir, zulüm, fuhuş, azgınlık, denge noktasından sapma, hak tanımazlık... İşte dini temsil edenler kendilerinin bir tür gös- tergesi olan bu illetlerle insanlığı saptırmış, perişan etmiş, Allah’tan ve dinden tiksinir hale getirmişlerdir. Onlar için- de, her devirde iyilik, güzellik ve hayır sergileyenler elbette olmuştur. Ama iyilerin varlığı, suçluların bu zümre içinden çıkmasına engel değildir. Olsaydı, Bakara 213 vahyedilmezdi.

Kur’an, Bukara 213’te söylediğini, Ehlikitap din adamlarının yaptıklarını anlatırken yine bağy sözcüğünü kullanarak bir kez daha tekrarlıyor:

“Allah katında din İslam’dır/barq ve esenlik için Allah’a


teslim olmaktır. Kitap verilmiş olanlara gelince onlar, ken- dilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık/doy- mazlık/azgınlık/denge noktasından sapma/yalancılık/zulüm/ kibir/zinakârlık yüzünden ihtilafa düştü. Kim Allah’ın ayet- lerine nankörlük ederse Allah, hesabı çabucak görecektir.” (Âli İmran, 19)

Demek oluyor ki din maskeli ve gerekçeli bütün zulüm ve ahlaksızlıklar, dini temsil iddiasındaki zümre tarafından ser- gilenmekte ve din, bunların kötülükleri yüzünden kavga ve perişanlık kurumuna dönüşmektedir.

Din temsilcilerinin bağyi, dinde gulüv (azma, aşırılık) denen illetle de irtibatlandırılmaktadır. Bu konunun ayrıntıları, eseri- mizin Üçüncü Bö1üm’ünün ilk başlığı altında verilmiştir.

Din temsilcilerinin insanlığa yaptığı kötülüklerden söz etmek ‘din dışı’ sayılan bazı bilim ve düşünce adamlarının yorumu ve sataşması değildir. Bu yoldaki beyanların bir sataşma de- ğil, bir gerçeğin ifadesi olduğu bugün artık herkesçe hatta din temsilcilerinin en önde gelenlerince kabul edilmektedir. Bunun en tipik örneği, Katolik âleminin başı Papa’nın dünya önünde insanlıktan özür dileyen deklarasyonudur. Bir basın organında ‘Papalığın Tarihsel Özrü’ başlığıyla yayınlanan deklarasyonu benzerlerini diğer din temsilcilerinden bekledi- ğimizi ifade ederek buraya alıyoruz:

“Papa 2. Paul, çoban değneğine dayanarak titriyor ve can- lı başlıyor sözlerine. Tarih boyunca Hristiyanların işlediği 7 büyük günahtan ötürü (sadece 7 günah mı?) özür diliyor. Papa’dan sonra Vatikan’ın 7 kardinali söz alıyor. Her biri ki- lisenin bir günahını dile getirip insanlıktan özür diliyor.”

“Bu günahları şöyle sıralıyor:

1. Dinler arası savaşlarla başka kök ve soydan gelen kitlele- rin hakları çiğnenmiş, onların kültür ve inançlarına saygısızlık edilmiştir. Bu savaşların en büyüğü, kuşkusuz, Müslümanlara


karşı sürdürülen Haçlı Sefer1eri’dir. Kudüs’e doğru yürürken her yanı yağmalamış, yakıp yıkmışlardır. (Bu haçlı yıkım, şim- dilerde de bir başka biçimde devam etmiyor mu?)

2. Engizisyon mahkemelerinde işkence ve katliamlar yapıl- mıştır. O mahkemelerde, dinsel dogmalara karşı olanlara, iman etmek yerine akıl yolunu seçenlere karşı bir kırım uy- gulanmıştır.

3. Engizisyonun, kilisenin bölünmesinde ve Protestanlığın or- taya çıkmasında tarihsel bir günahı vardır.

4. Yahudilere karşı sürekli düşmanca tavır sergilenerek de günah işlenmiştir.

5. Amerika’nın keşfinden sonra yerli halk arasında zorla Hristiyanlaştırma yürütülmüştür.

6. Kadınlara ve öteki ırklara karşı eşit davranılmamıştır.

7. İnsan hakları çiğnenmiştir.

“Papa, ayrıca, Katolik kilisesinin ateistlere karşı tavrından dolayı da özür dilemiştir. Papa, ateizmin de insanlar için bir dinsel inanç gibi hak olduğunu kabul etmiştir.”

“Tüm bu günahları kabul edip özür dilemesine karşın Avrupalı aydınlar bunu yeterli görmüyor. Örneğin faşizme (ve tabii Nazizme) karşı kilisenin sessiz kalışı dahil, her su- çun sayılıp dökülmesi, hepsi için özür dilenmesi isteniyor.” (Cumhuriyet Gazetesi, 24 Mayıs 2000)

İslam dünyasmın da bu anlamda dileyeceği epey özür vardır. Özellikle kendi dinindeki insanlara karşı işlenen zulümler yüzünden. Bu özürlerin dilenmesi bir aşamadır ama bundan önemlisi, yeni suçların işlenmesini engellemektir. Ne yazık ki bu yapılmıyor.


Şunu da içimiz sızlayarak itiraf etmek zorundayız: Ortaçağ’ın aksine, din adına insan hakları ihlalinin başını bugün ne yazık ki kendisini İs1am’ın temsilcisi gören ‘sözde Müslüman’ birta- kım insanlar çekiyor. Bunlar, saltanat ve çıkar hırsıyla gözleri dönmüş, insan sevgisinden, insana saygıdan zerre nasibi ol- mayan ‘bağy güruh1arı’dır. Bunlar, tabuları, manipülasyonu, Allah ile aldatmayı, kin, nefret, şiddet ve dehşeti sınırsız bir biçimde kullanarak kendilerine ters düşen herkesi karala- makta, saf dışı etmektedir. Çıkarlarına ters düşen hiç kim- seye insan hakkı ve dindarlık imkânı tanımazlar. Tüm mua- rızlarına karşı zulüm sergilemektedirler. Bu zulümler bazen fiilî tecavüz şeklinde ama daha çok iftira ve tekfir biçiminde uygulanmaktadır.
Şunu da itiraf edelim ki bu zulümlerin en büyük kahrı, ger- çek Müslüman dindarlaradır. Onlar bir yandan bu çağ dışı dehşetin tasallutundan doğan acının, öte yandan, dinlerinin bir cürüm ve karanlık kaynağı olarak tanıtılmasından doğan kahrın faturasını ödemek gibi iki başlı bir zulmün mağduru oluyorlar. Onların bu mağduriyeti, Makyavelist din sömürü- cülerinin, Allah’ın avukatı pozlarıyla yürüttükleri din talanına seyretmekle günden güne daha derinleşiyor.

HADİSLERİ DİN YAPAN ZİHNİYETİN DEŞİFRE EDİLNESİ
“Yıkıp şeriati bambaşka bir bina kurduk, Nebîye atf ile binlerce herze uydurduk.”
Mehmet Akif Ersoy

Kur’an tevhidinin olmazsa olmaz icaplarından biri de şu- dur: Kur’an’ın vahyedildiği kişi olan Peygamber’e bile ‘din kurucusu’ ve ‘dinin sahibi’ unvanı verilemez. O hade, Peygamberimizin mütevâtır hadisleri de dahil, hiçbir hadis dinde kuruculuk unvanı taşıyan metin olamaz. O yetki sadece Kur’an’ındır.

Kur’an’m hadislerle ilgili temel yaklaşımı, işte budur. Uydurma, sağlam ayrımı yapmadan. Ayrım daha alt başlık- larda söz konusu olacaktır.

UYDURMA HADİSLERI KARŞI ÇIKIŞ

Dinde ikinci kaynak saydan ‘sünnet’, başlangıçta, Hz. Peygamber’in eylemlerini ifade ediyordu. Sünnetin omurga- smda iki kavram vardı: Amel ve sîret. Yani eylem ve hareket tarzı. Sonraki zamanlarda hadisçiler bunu genişleterek sün- nete ‘söz’ü de eklediler. Böylece sünnetin omurgasında üç kelime yer almaya başladı: Amel, sîret ve söz yani hadis. Bu demektir ki, “sünnetin bir parçası anlamında hadis kelime- si, sonradan üretilmiş bir terimdir. Ne lügatte ne de sünnet konusunun literatüründe mevcuttur.” (Mahmud Ebu Reyy e , Advâ’ale’s-Sünnetin-Muhammediyye, 12)

Kaldı ki, ‘sünnet’ sözü de her zaman ‘Peygamber’in eylem ve tavrı’nı ifade etmemektedir. Hanefi fıkhının en büyük fakîhlerinden biri olan Ebu Zeyd ed-Debûsî (ölm. 430/1038) bu konuda şöyle yazıyor:

“Sünnet, mutlak anlamda Peygamber’in tavrını ifade etme- diği gibi her geçtiği yerde vücup da ifade etmez. Aynen bu- nun gibi, sahabenin ‘Peygamber bize şöyle emretti, bizi şun- dan yasakladı’ türünden sözleri de bu iddiaların tümünün Hz. Peygambefe mal edilmesini gerektirmez. Sahabenin, Hulefai Râşidîn’in sözlerini dinlemeleri, onların buyrukla- rına boyun eğmeleri de onların sözlerinin Peygamber’den kaynaklanması yüzünden değildir; halifelerin ululemr ol- ması yüzündendir. Allah “Sizin seçtiğiniz yöneticilere itaat edin” (Nisa, 59) buyurduğu için onların sözlerine uyulmuş- tur, yoksa onların her yaptığı, Peygamber’in fiillerinin bir tekrarı değildir.” (Ebu Zeyd Debûsî, Takvîmu’l-Edille, 83)

Hz. Peygamber’in, sözlerinin yazılmasmı yasaklamasınm bizi götürdüğü gerçek de budur. Hz. Peygamber’in daha sonraki zamanlarda sözlerinin yazılmasına izin verdiği yolundaki riva- yet temelden yalandır. O izin, bir tek konuda, kamuya duyu- ru yanı olan bir tek konuşmanın yazılması için verilmiştir ki, hadis yazımına izinle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu böyle olduğu içindir ki, Yahudi dönmeleriyle onlarla işbirliği- ne giden Emevîlerin oyunlarına âlet olan birkaç yalancı (Ebu Hureyre, Semüre bin Cündeb vb.) dışında tüm sahabe, hem Hz. Peygamber’in hayatında hem de ondan sonraki zamanda hadisleri yazmamak için âdeta çırpınmıştır. Hadislerin yazıl- ması sözü bile onlar için uğursuzluk ifade ediyordu.

Emevîler, hesaplarına uygun sözleri uydurtup hadis adı altın- da yaygınlaştırınca bunların kayda geçmesi için gereken ham- leyi de yaptılar ve güdüme aldıkları bazı kişileri kullanarak rivayetlerin tümünü yazıya geçirdiler. Bu iş için ilk görevlen- dirilen kişi olan İbn Şihab ez-Zührî (ölm. 124/741), bir Emevî yandaki olmasına rağmen, yazıya geçirme işi kendisine verildi- ğinde bundan nasıl rahatsız olduğunu, bu işten kurtulmak için nasıl çırpındığını bizzat kendisi anlatmaktadır. Bu noktada Hz. Ömer’in hadis rivayetini yasaklayan davranışı, meselenin esasını insanlığın önüne koymakta, ondan sonraki oyunların deşifre edilmesinde en güvenilir belgeyi elimize vermektedir.

HADİSLER KONUSUNDA KUR’AN NE DİYOR?

Kur’an’da ‘hadis’ kavrama Kur’an’a karşı konan söz anlamın- da daima olumsuz kullanılmaktadır. Söz anlamındaki ‘hadis’ kelimesini Kur’an kendisi için de kullanır. Buna bakarak, ‘ha- dis’ kelime ve kavramının Kur’an’da övüldüğünü düşünmeye kalkanlar görülmektedir. Ancak Kur’an’ı dikkatle okuyanlar şu gerçeği hemen göreceklerdir:

Kur’an, kendisi dışında iman ve kutsallık konusu yapılacak hadis istemiyor. İşte bu istemeyişini ifade ettiği her yerde ha- dis kelimesini kullanmaktadır. Buna istisna oluşturacak ne bir ayet vardır ne de bir ima. Demek ki, ilahî kitap, ileriki zamanlarda ‘hadis’ patentli sözlerle kendisinin başına hangi sıkıntıların açılacağını mucize bir biçimde ihbar etmekte ve müminlerini uyarıp donatmaktadır. Tabii bu donanımdan yararlanmak, Kur’an mümini olma şartına bağlı bulunuyor. Dinini, Peygamber’e yalan isnat etmeyi meslek haline getir- miş ‘hadis üreticiler’in tekeline vermiş olanlar bu Kur’ansal uyarıdan hiçbir hayır görmezler.
Kur’an, ‘hadis’ meselesinde şu mucize beyanları idrakimize ulaştırmıştır:
“Hadis/söz bakımından, Allah’tan daha sadık kim olabilir?”
(Nisa, 87)

“Peki, bu Kur’an’dan sonra hangi hadise/söze iman ediyor- lar?” (A’raf, 185; Mürselât, 50)

“Bu Kur'an, uydurulacak bir hadis/bir söz değildir; aksine o, önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmettir.” (Yusuf, 111)

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce sap- tırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böylelerine rezil edici bir azap vardır. Ayetlerimiz ona okunduğunda, böbürlenerek yüzünü çevirir. Sanki onla- rı hiç işitmemiştir, sanki kulaklarında bir ağırlık vardır. İşte böylesini, korkunç bir azapla muştula.” (Lukman, 6-7)

“İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir ki, onları sana hak olarak oluyoruz. Hal böyle iken, Allah’tan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise/söze inanıyorlar?!” (Câsiye, 6)

“Eğer doğru sözlü iseler, onun benzeri bir hadis/söz getirsin- ler.” (Tûr, 34)

Biraz önce söylediğimiz gibi, dinde ikinci kaynak nitelemesi, esasında ‘amelî sünnet’i ifade etmektedir. Nitekim, İmamı Âzam’ın ve onu takiben İmamı Mâlik’in sünnet anlayışı da budur. İmamı Mâlik sünnet konusunda sürekli ve ısrarlı izle- nen amel ve sireti esas alır, bunun dışındaki riayetleri, hadis de olsalar terk ederdi. Ve bu davranışını şöyle savunurdu:
“Benim için en sevimli hadis, Medine halkının üzerinde itti- fak ettikleri fiilî gerçeklerdir.” (Ebu Reyye, 14)

Bu noktayı değerlendiren ünlü usulcü Şâtıbî (ölm. 790/1388), sünnetin son tahlilde Kur’an’a indirgenmesi gerektiğini söy- lemekte ve şu ayeti kanıt göstermektedir:

“Sana da bu zikiri/Kur’an’ı vahyettik ki, kendilerine indiri- leni insanlara açık seçik bildiresin de derin derin düşünebil- sinler.” (Nahl, 44)

Demek oluyor ki, Peygamber’in insanlara gerçeği ve dini açıklamak için başvuracağı ‘açıklayıcı’ da Kur’an’dır. O hal- de, sünnetin esası da Kur’an’dadır. Bunun anlamı, başına her “Peygamber dedi ki...” getirilen sözün sünnet sayılması ol- mayacaktır elbette. Bunun anlamı, sünnetin gerçekten sün- net olduğunun kıstas ve denetim kaynağının Kur’an olması gerektiğidir. Yani, sünnet ve hadis Kur’an’a vurulacaktır, Kur’an onlara değil. Ne yazık ki, İslam tarihi bunun tersini yaparak Kur’an’ı, sünnet diye ortaya konmuş malzemeye, özellikle hadis unvanlı sözlere uydurmaya çalışmış, böylece Peygamber’i Allah’ın hizmetinde kabul etmek yerine Allah’ı Peygamber’in hizmetinde göstermek gibi vahim bir şirk yolu- na meyletmiştir.

İmamı Âzam, bu yıkıcı eğilime karşı çıkan en büyük muvah- hitlerden biridir. O büyük muvahhit dahiyi, “ Ümmet için- de fitne çıkarıyor, ‘Peygamber’in sünnetini dışlıyor, sünne- te aykırı davranıyor” diyerek şehit ettiler. Peki, Peygamber Ehlibeyti’ni ve İmamı Âzam’ı katleden o Emevînin yolundan yürümekte ısrar edenlerin derdi nedir? Bunu ne için yapı- yorlar? Peygamber evladım katledip uydurma hadislerle dini Kur’an’ın elinden almaya kalkan Emevî despotlarının hatırı ve hatırası için.

İMAMI ÂZAM’IN MÜCADELESİ

Mezhepler fıkhının babası sayılan İmamı Âzam’ın hadisler konusunda manifesto sayılacak fikri, bizzat kendisi tarafın- dan şöyle ifade edilmiştir:

'Önüme getirilen söz gerçekten Peygamber’in sözü ise ba- yım gözüm üstüne. Sahabîlere ait sözler arasında bir tercih- te bulunuruz ama tamamını dışlamayız. Eğer söz, sahabeden sonrakilerin sözleri ise onunla bağlı kalmayın; kendi içtiha- dımızı kendimiz yaparız.”

İmamı Âzam gündem yapıldığında akla gelen ilk mesele ‘sün- net ve hadisler’ meselesidir. Ebu Hanîfe ile ilgili en doyurucu eserlerden birini yazan Mısrlı bilgin Muhammed Ebu Zehre (ölm. 1974), Büyük İmam’ın hadislerle ilgili fikir ve tavrının onun aleyhinde nasıl iftira konusu yapıldığını çok güzel anlat- mıştır. Önce onu dinleyelim:

“Ebu Hanîfe, daha sağlığında sünnete muhalefetle itham
olunmuştur. Ölümünden sonra onun değerini düşürmek isteyenlerin büyük bölümü de bu ithamı ileri sürenler olmuş- tur. Ebu Hanîfe bizzat kendisi bu töhmeti reddetmektedir.” (Ebu Zehre, Ebu Honî/e, 236-237)

Ebu Hanîfe, âhad haberleri (mütevâtır olmayan hadisleri), Kur’an’ın genel anlamlarını tahsiste (özelleştirmede) veya neshetmede (hükümden düşürmede) kullanmıyordu. Şöyle düşünüyordu:

“Bu rivayetler, nihayet zannî (sanıya dayalı) nakillerdir. Hz. Peygamber’in ağzından çıktıkları kesin değildir. Halbuki Kur’an ayetleri yakînî (kesin ve tartışmasız) beyanlardır. Kuvvetli delili zayıf delile tercih etmek mecburiyetindeyiz.”

İmamı Âzam, işte bu gerekçeyle, mesela, “Fâtiha suresi okun- madan namaz olmaz” anlamındaki hadis rivayetini Kur’an’ın, “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” ayetine aykırı bularak hüküm dışı tutmuştur. (Heytemî, el-Mayrâtil’l-Hisân, 147)

Bize göre, Kur’an’ın herhangi tür bir hadisle (velevki mütevdtır olsun) neshedilebileceğini kabul etmek, Kur’an’ın tevhit ruhuna, ulûhiyet ve peygamberlik anlayışına tama- men aykırıdır.

İmamı Âzam’ın, haberi vâhidin Kur’an’ı nesh ve tahsis ede- meyeceğini, ancak mütevâtır ve meşhur hadislerin bunu ya- pabileceğini kabul ettiği söylenmektedir. Biz, Ebu Hanîfe’nin böyle bir görüşü benimsemiş olmasını mümkün görmüyoruz; çünkü bu görüş onun tarihe mal olmuş bütün mesajlarına, bütün icraatına aykırıdır.

Haberi vâhit, mütevâtır derecesine ulaşmayan hadislerin tü- münün ortak adıdır. Mütevâtır hadis ise “Yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri aklen ve tarihen mümkün olmaya- cak bir topluluk tarafından bildirilen sözdür.”

İmamı Âzam’a göre, mütevatır hadisler sadece birkaç tane- dir. Bunların da sadece bir tanesi hem lafzı hem de anlamı bakımından Hz. Peygamber’in ağzından çıktığı gibi nakledilmiştir. Diğer mütevâtır hadisler sadece anlam yönünden Peygamberimizin sözüdür. Mütevatır hadislerin durumu bile bu iken, vâhit haber denen diğer hadislerin bağlayıcılığı nasıl kabul edilebilir?

İmamı Âzam vâhit haberleri fıkıh meselelerinde, özellikle ibadetler alanında elbette ki delil olarak kullanmıştır; ancak Kur’an’ı nesh ve tahsis etmede, bir de muamelât alanında bu tür hadislere itibar etmemiştir. Hemen ekleyelim ki, İmamı Âzam, ibadetlerin temizlik (taharet) ile ilgili kısımlarını da muamelât alanına ilişkin hükümlere bağlı tutmuştur. Yani orada da içtihat ve akıl yürütmeyi mümkün görmüştür.
İmamı Âzam, mütevâtır fiilî sünnete aykırı vâhit haberleri reddediyordu. Mesela, yağmur yağması için dua, fiilî sünne- tin verileri arasındadır ama yağmur yağması için namaz kıl- mak sadece vâhit haberle belirlenmiştir. İmamı Âzam, fiilî sünnetin bir verisi olan yağmur duasını sünnet olarak be- nimsiyor ama vahit habere dayanan ‘yağmur yağsın diye na- maz’ (salâtü’l-istiska) rivayetine itibar etmiyor. Çünkü fiilî sünnette böyle bir namaz yoktur. Bir de, Kur’an ayetlerine dayalı bir kıyas yapma imkânının olduğu yerde vâhit haberi ikinci sıraya atmıştır. Yani Kur’an’la aklın birleştiği bir yerde, Peygamberimize nispeti mütevâtır olmayan rivayetleri devre dışı tutmuştur.
İmamı Âzam, sahabe sözlerininin kullanımmı da kıyas ve re’yin işlemeyeceği taabbudî (ibadete ilişkin) alanlara özgü- lemiştir. Sahabenin tarihsel belgeye bağlı fiilerini ise ihtiyatla kullanmıştır. Yani o fiilerin tümünü ‘dinsel hüküm’(nass) an- lamında almamış, sadece bir kısmını teşvik veya sakındırma türünden kişisel tavırlar olarak değerlendirmiştir. Kendisinin de içinde bulunduğu tâbiûn kulağının söz ve fiillerine ise hiç- bir üstünlük tanımamış, “Onlar adamsa biz de adamız; ken- dimiz içtihat ederiz” deyip noktayı koymuştur.

“Sahabe asrından başlayarak içtihat asırlarının sonuna kadar tüm fakîhler Kur’an’dan veya meşhur hadislerden aldıkları herhangi bir kurala ters düşen haberi vâhitleri bırakmışlar, onların Hz. Peygamber’e nispetini kabul etmemişlerdir.”

“Hz.Âişe‘Ailesinin ağlamasıyüzünden ölü azap görür’ hadisin ni reddetmiştir. Çünkü Kur’an-ı Kerim ‘Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez’ diye bir esas koymuştur. Keza ‘Gözler Allah’ı kavrayamaz’ ayetini esas alarak Hz. Peygamber’is Rabbini gördüğü yolundaki rivayeti de reddetmiştir.”
“Müçtehitler asrında Medine fakîhlerinin üstadı olan İmam Mâlik, temel esaslara aykırı düşen haberi vâhitleri redde- derdi. ‘Üzerinde oruç borcu olan bir kimse ölür ise mirasçıst ondan ötürü oruç tutar’ hadisini reddetmiştir. Hadisle sabit olduğu halde genel esaslara dayanarak Şevval ayından 6 gün oruç tutmayı da yasaklamıştır.” (Ebu Zehre, Ebu Zfanî/e, 249- 250)


TEHLİKELİ BİR ŞİRK SÖYLEMi: HADiSLERİN KUR’AN’l NESHİ

Kur’an’m, hadisle hükümden düşürüleceğini kabul et- mek, Allah’ın yetkisindeki bir şeyi beşerle paylaştırmaktır. Kur’an’m defalarca belirttiği gibi, Hz. Peygamber, son tahlil- de bir beşerdir. Cenabı Hakk’ın verdiği bir hükmü onun sözîi nasıl devre dışı bırakabilir! Kur’an, bırakın hükümlerini dev- re dışı tutmayı, vahyedilene bir sözle müdahalenin bile pey- gamberin şahdamarının koparılmasıyla sonuçlanacak bir suq olduğunu bizzat Peygamber’e bildirmektedir.

“Eğer o peygamber bazı lafları bizim sözlerimiz diye orta• ya sürseydi, yemin olsun, ondan sağ elini koparırdık. Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.” (Hâkka, 44-47)

Gerçek şu ki, hadisçiler (ehlül-hadis) diye anılan ulema, Hz, Peygamber’e ve sünnete saygı adı altında, Hristiyanların Hz İsa’ya yaptıklarını yaparak dini Allah ile Peygamber arasında bölüştürmek anlamına gelecek işlere giriştiler. İs1am’ın bütüa ıstırabının kaynağı, bu hatadır.

Bazı Hanefi âlimlerin de içlerinde olduğu gelenekçi fakîhlere göre, sünnetin, o arada hadislerin Kur’an’ı açıklaması (beya- nı) üç şekilde olur:

1. Takrir Beyanı: Bundan maksat, sünnetin Kur’an ayetlerini pekiştirici bir beyan taşımasıdır. Bu beyan şekli, Kur’an’m ru- huna ve taleplerine tamamen uygundur.

2. Tefsir Beyanı: Sünnetin, hadislerin Kur’an ayetlerini yo- rumlamasıdır. Bu da Kur’an’ın ruhuna ve taleplerine uygun- dur. Elbette ki kendisinin yorumlanmasını isteyen bir kitabı herkesten önce onu tebliğ eden Peygamber yorumlayacaktır. Yeter ki Peygamber’e nispet edilen söz gerçekten onun olsun.

3. Tebdil Beyanı: Sünnetin, hadislerin Kur’an ayetlerini de- ğiştirmesi, hükümden düşürmesidir. Böyle bir anlayış ve id- dia, Kur’an’m onlarca ayetine, Kur’an’m uluhiyet ve peygam- berlik anlayışına tamamen aykırıdır; şirk şaibeli bir iddiadır.

“Allah’ın kelimelerinde değişme/değiştirme olmaz. İşte bu- dur o büyük kurtuluş.” (Yunus, 64)

“Allah’ın yaratışında/yarattığında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din, işte budur. Fakat insanların çokları bilmi- yorlar.” (Rum, 30)

Tebdil yapabilecek yetki ve güçte olana ‘mübeddil’ denir. Kur’an, sadece tebdil sözcüğünü değil, bu ‘mübeddil’ sözcü- ğünü de kullanarak, deminden beri bahsettiğimiz şirke sapma noktasına dikkat çekiyor. Kur’an, insanda şu vicdanı yarat- mak istiyor: Allah’ın kelamı ve tabiatın dengeleri söz konusu olduğunda, Allah dışında mübeddil aranamaz. Ararsanız fe- lakete gidersiniz. İşte açık seçik ayetler:

“Allah’ın kelimelerini tebdil edecek hiçbir kuwet ve kişi yok- tur.” (En’am, 34)

Yine mübeddil kelimesinin kullanıldığı ama meseleyi daha da pekiştirmek için ‘tamamlama’ tabirinin de devreye sokulduğu bir ayette şöyle deniyor:

“Rabbinin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından
tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuwet
ve kişi yoktur. En iyi işiten, en iyi bilendir 0.” (En’am, 115)

“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelime- lerini değiştirecek hiçbir kuvvet ve kişi yoktur. O’nun dışın- da bir sığınak/bir dayanak asla bulamazsın.” (Kehf, 27)

Bu ayette ‘değiştirecek kişi ve kuvvet’ anlamında kullanılan kelime ‘mübeddil’ kelimesidir. Eğer, Peygamber’in sözle- ri Allah’ın sözlerini, hâşâ, tebdil edebiliyorsa, Peygamber, Allah’ın ortağı veya benzeri olacaktır. Böyle bir yetkinin pey- gamber tarafından kullanılabileceğine dair bir açıklama, hat- ta bir ima yoktur. Ama bunun tam tersini söyleyen yüzlerce ayet vardır.

Kur’an, kendine has mucize üslubuyla, Peygamber’in açıkla- ma yetkisinin çerçevesini ve sınırını göstermiştir. Bu göste- rime göre, Peygamber’in Kur’an’ı açıklaması yine Kur’an’la olacaktır. Şöyle diyor Kur’an:

“Sana bu zikiri/Kur’an’ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık seçik bildiresin de derin derin düşünebilsin- ler.” (Nah1, 44)

Gözden kaçırılan veya halktan saklanan, işte burasıdır. Yani Kur’an, Peygamber’e Kur’an hakkında istediği gibi yorum yapma yetkisi vermiyor. Yorum yapılacaktır ve bunu önce- likle Peygamber yapacaktır ama bunun nihaî sınırları yine Kur’an’la çizilecektir.

Kısacası, Kur’an, Peygamber’in açıklama yetkisini bile sınır- landırmıştır. Sınır, Kur’an’ın herhangi bir ayetini hükümden düşürme noktasıdır. Ahkâm (hukuk meseleleri) ayetlerinde yapılabilecek içtihat kavramını burada incelediğimiz mesele ile karıştırmayalım. O yetki ve onun kullanımı Kur’an tara- fından verildiği yerlerde ve şartlarda kullanılır. Burada ele alınan mesele, bir otoritenin (bu Peygamber olabileceği gibi, bir konsil de olabilir), vahyin beyanlarına tebdil ve tağyire yet- kili olup olmadığıdır. Mevcut Hristiyanlıkta bu mümkündür; çünkü kilise teolojisinde vahiy bir kitapla değil, bir kişiyle temsil edilir. Bu kişi Isa’dır. Ama Islam’da vahiy bir kişiyle yani Peygamberle değil, bir kitapla yani Kur’an’la temsil edi- lir. Bu demektir ki, Hristiyan teolojinin aksine, tebdil döne- mi Kur’an vahyinin bitişiyle bitmiştir. Çünkü vahiy bitmiştir. Vahyin izni çerçevesinde yorum serbesttir ama tebdil serbest değildir. Tevhidin omurga noktası, olmazsa olmaz noktası burasıdır. Bu varsa tevhit vardır, yoksa yoktur. Bu omurgayı zedele- yecek tavırları, ‘Peygamber’e uyma, sünnete saygı’ yaftaları altında sallayarak, örtülü bir kilise zihniyetini Kur’an tevhi- dinin üstüne çullamak, onun bunun hatırı için görmezlikten gelinecek bir yıkım değildir. Bütün bunlardan sonra bazıları şu soruyu sorabilir: “Peygamber’i dışlayıp peygambersiz bir din mi icat edelim?” Cevap şudur: “Hayır, hâşâ! Peygambersiz din, otomatik olarak Kur’an’sız bir din demektir. Ama Kur’anlı bir dinin Peygambersiz bir din olması söz konusu edilemez. Çünkü Peygamber Kur’an’ın içinde bütün boyutlarıyla vardır. Ama hadislerin içinde Kur’an bütün boyutlarıyla yoktur. Olamaz. Kur’an’m dışında Kur’an aranamaz. Siz dikkat edin de Peygambersiz bir din ol- masın iddiası altında Kur’an’sız bir din icat etmeyin. Mesela, Yeşil Kuşak İslamı, Ilımlı İslam gibi.” Kur’anlı yani kitapla bir din, Peygambersiz asla olmaz, ama tarih gösteriyor ki, peygamberli bir din her zaman kitapla bir din değildir. Örnek, Hristiyanlıktır. Gözümüzün önünde. İsa vardır ama ona vahyedilen Incil ortada yoktur. Incil, Isa’nın getirdikleri ile Pav1us’un mektupları arasında paylaştırılmıştır. Pavlus teolojisinin kayma noktalarını nasıl tashih edeceksi- niz? Bu tashihi ancak peygambere vahyedilen kitap yapar. Ama ortada, güvenilecekbir kitap yoktur. Çünkü‘Peygamberi yüceltmek’ teranesiyle ortaya fırlayanlar, Kitap’ı tahrif edip işlevsel olmaktan çıkarmışlardır. Kitabı, kafalarına göre oluşturdukları ‘peygamber’i önde tutmak için tebdil ve tahrif etmişlerdir. Ne yazık ki, deminden beri eleştirdiğimiz anla- yışlar, İslam’ın kaderini de Pavlus Hristiyanlığı’nın kaderiyle aynı yola sokmaktalar.
Gerçek şudur ki, ‘Hadisler Kur’an’ı neshedebilir’ iddiası, ki- lise teolojisine Pavlus tarafından egemen kılınan anlayışın İslam’a aktarılmasından başka bir şey değildir. Nitekim aynı teolojinin bir aktarımı da ‘ulema icmaı’ adı altında gerçekleş- tirilmiştir. “Ulemanın icmaı var” dendiğinde akan sular duru- yorsa, bunun anlamı, kilise teolojisindeki konsillere yüklenen yetki ve işlevin, İslam içinde ‘ulema’ adı verilen başka tip bir konsile yüklendiğidir.

HADİS VE HEZEYAN

İmamı Âzam, Peygamberimize isnadını aklen ve tarihen müm- kün görmediği sözlere, rıvayetçisi kim olursa olsun ‘hezeyan’ derdi. Ne demektir bu? Once şu temel gerçeği görelim:

Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer dönemlerinde toplanıp sonra tedvinlerinden vazgeçilen hadislerin sayısı beş yüz civarında iken, sonralan, hadislerin sayısı bir milyon civarına yükselmiş- tir. Peygamber bu dünyadan ayrılmış olduğuna göre bu sözleri kim üretmiştir? Elbette ki iftiracılar, hikâyeciler, dönmeler, saltanat dincileri, ‘müşrik inanmışlık içine girmeden iman ede- meyenler’...

İmamı Âzam, ‘hadis’ yaftasıyla Hz. Peygamber’e isnat edi- len yalanlara ‘hezeyan’ demiştir. Evet, bunların büyük kısmı, Peygamber’e iftira küstahlığına kalkanların hezeyanlandır. İslam Peygamberi’ne isnat edilen yalanlar hezeyan olmaya- caksa hezeyan başka nedir? Gel gör ki, Büyük İmam’ın düş- manları onun bu sözünü, ‘Peygamberimizin hadislerine he- zeyan dedi’ diyerek aleyhte propaganda malzemesi yapma düşüklüğüne gitmişlerdir. Düşmanları, İmamı Âzam’ı, önüne gelen her hadisi kaldırıp atmakla suçlamak için onun sözle- rini kendi şeytanî tuzaklarına uygun hale getirmektedirler.
İmam, bu hayasız ithamlar karşısında tavrını hiç değiştirme- den sürekli şu cevabı vermiştir:

“Ben bu sakat rivayetleri getirenleri yalanlıyorum. Ama on- ları yalanlamam, Peygamberimizi yalanlamak değildir, onla- rın yalancılığına karşı çıkmaktır. Benim bu tür sözlerim Hz. Peygamber’i, Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in Kur’an’a aykırı söz söylemeyeceğini tasdiktir. Eğer Hz. Peygamber Kur’an’a aykırı söz söylerse Allah ona şu ayetteki hükmünü uygular:

“Eğer bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi, ye- min olsun, ondan sağ elini koparırdık. Sonra, ondan can da- marını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de ola- mazdınız." (Hâkka, 44-47)

“Allah’ın Elçisi Allah’ın kitabına aykırı söz söylemez, Allah’ın kitabına aykırı söz söyleyen Allah’ın Elçisi olmaz. Benim reddettiğim kişiler Kur’an’a aykırı sözleri hadis diye rivayet etmekteler. Tanrı Elçisi’nin duyduğumuz ve duyma- dığımız bütün sözleri başımız, gözümüz üstündedir. Ama biz, Allah Elçisi’nin Allah’ın emrettiği bir şeyi yasaklama- dığına, yasakladığı bir şeyi de emretmeyeceğine inanmakta- yaz. Tanrı Elçisi, bir şeyi Allah’ın nitelendirmesinin dışında bir nitelemeye de tâbi tutmaz. Onun, bütün işlerinde Allah’a uyma halinde olduğuna tanıklık ederiz. O, ne dinde ken- dinden bir şey icat eder ne de Allah’ın söylemediği bir sözü AIlah’a isnat eder. İşte bu böyle olduğu içindir ki, Kur’an, ‘Resul’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur’ buyurmaktadır." (İmamı Âzam, ef-Âlim ver-M”uteallim, 32-33)

Resul’e itaat, ona isnat edilmiş yalanlara itaat değildir.

Emevi despotizminin uzantısı olan siyaset dinciliği, her devirde, kendisine özgü oyunlarla bu ikisini birbirine ka- rıştırarak düşman olduğu insanları ‘Peygamber’e itaatsiz- lik, Peygamber’i dışlamak’ gibi ithamlarla suçlamaktadır. Siyaset dinciliğinin, eşsiz-benzersiz kötülüklerinin başında bu itham gelmektedir.

Dinci iftira ekipleri diyorlar ki, “Ya bu yalanlara teslim olur- sunuz yahut da sizi Peygamber’i dışlamakla itham eder, ba- şınızı derde sokarız.” İmanın belirleneceği yer, dinciliğin bu imansız tuzağına teslim olmak veya olmamak noktası- dır; birkaç rekât namaz kılıp afra tafra satmak değil. Çünkü Kur’an’m istediği ‘imtihan edilmiş iman’ burada belirlenmek- tedir. O iman ya vardır yahut da yoktur.

Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın İmamı Âzam’ı gibi gördüğümüz şair Mehmet Akif Ersoy, İmamı Âzam’ın uydurma hadisler için kullandığı ‘hezeyan’ tabirini aynen kullanmıştır. Hem de daha ağırıyla. Akif, hadis patentli uy- durmaları ‘herze’ diye anmıştır. Akifin, hadis uydurmacılığın İs1am’a ve insana vurduğu kahır darbesini anlatan ve bir iba- det şevkiyle okunması gereken mısralar böyledir:

“O hali buldu ki cür’et “Yecûzu fitterğîb” Karar-ı erzel-i fetva kesildi, ne garip, Hadisi vaz’ediyorken sevap uınan bile var, Sevabı var imiş! Bir zaman gelir anlar!
Lisan-i pâk-i nebîden yalanlar uyduruyor, Sıkılmadan da “Sevap işledim” deyip duruyor. Düşünmedin mi girerken şeriatin kanına?
Cinayetin kalacah zanneder misin yanına? Sevap ümit ediyor ha! Deyin ki namerde “Sevabı sen göreceksin huzur-i mahşerde. Tepende gezdirecek ra’d-i intikamını Hak, Ki ylldırımları beyninde kaynayıp duracak. Bugün fesadına kurban olan zavallıların, Vebali boynuna yüklenmesin mi yoksa yarın? Kolay mı ümmeti ıdlal edip sefil etmek, Kolay mı dini hurafat içinde inletmek!
Niçin kitab-i ilahiyi payimal ettin?
Niçin şeriati murdar elinle kirlettin? Herif! Şu millet-i masûmeden ne isterdin,
Ki doğru yol diye tuttun dalali gösterdin!” (Mehmet Akif,
Safahat, Fatih Kürsüsünden bölümü, ikinci şiir)

İslam kültürünü ve Arapçayı bilen Akif, bu muhteşem şii rinde, uydurma hadislerle yapılan kötülüğün hem tahribini hem de nasıl gerçekleştirildiğini büyük bir isabetle önümüze koymuştur. Akif sadece kötü niyetli uydurmacıları değil, iyi niyete sığınarak uydurmacılık yapanlara da ağır biçimde suç- lamaktadır.

Hadis uydurmacılarının halkı kandırmak için kurala dö- nüştürdükleri namert söylem şudur: “Yecûzu fi’t-terğîb.” Yani “Halkı iyiliğe, sevaba teşvik için hadis uydurmak caiz- dir.” İyi niyetin en büyük kötülüğe âlet edilmesinin bundan daha yaman bir örneği olamaz. Akif, bu melunluğu işleyen- lerin insanlık suçlarını nitelerken şu kelimeleri kullanıyor: Hayasızlık, cinayet, namertlik, ümmeti dalalete sevk etmek, dini hurafeler içinde inletmek, Allah’ın kitabının yerlerde sürünmesine yol açmak, dinin kanma girmek, murdar elle- riyle dini kirletmek, masum milleti aldatmak. Uydurmacılık cinayetine bir biçimde ortak olanların karşılaşacakları akıbet ise şudur: Yoldan çıkardıkları kitlelerin vebalini yüklenmek, Allah’ın alacağı intikamın kahrı altında ezilmek.

İyi niyetle hadis uydurulabilir fetvasını verenler, bu fetvayı geçerli kılmak için de hadisler uydurmuşlardır. işte onlardan biri:

“Söylemediğim bir sözü bana nispet eden, benim gözlerimin önünde cehenneme girmeye hazırlansın. Sahabîler sordu: ‘Ey Tanrı Elçisi! Biz hadisi tam duyduğumuz şekilde ezberleye- meyiz; bir harfi öne veya arkaya alırız, bir harf artırır, bir harf eksiltiriz.’ Peygamber dedi ki, ‘Benim söylemek istediğim o değil; benim söylemek istediğim şu: Kim beni veya İs1am’ı kötülemek için bana söylemediğim bir sözü isnat ederse ce- hennemdeki koltuğuna hazırlansın.” (Bu uydurmanın şece- resi için bk. Elbanî, el-Ahâdîs ez-Zaîfa ve’l-Mevzûa, 2/421-423, no: 994)

Elbanî bu sözün, insanları teşvik ve sakındırmak maksadıyla hadis uydurmaya caiz gören Kerrâmızı e fırkasının uydurduğu yalanlardan biri olarak gösteriyor. Kerrâmi zı e, Hicrî üçüncü yüzyılın iknci yarısında ortaya çı- kan bir itikadî mezheptir. Şunu da ekleyelim ki bu mezhebin kurucu kadroları, başlangıçta Hanefi mezhebine mensup in- sanlardı. Imamı Azam’a nispet edilen Hanefilik, bu kadrolar tarafından kim bilir hangi tahriflere uğratılıp önderi sayılan Büyük İmam’ın fikirlerinden uzaklaştırılmıştır! Ama ondan da önemlisi şudur: Müslümanların inançlarıyla ilgili mesele- leri kotaran bir ekolün hadis uydurmayı meşru, hatta makbul hale getirdiğini görüyoruz. Hz. Peygamber’e yalan isnat et- tikleri için eleştirildiklerinde, Elbani’nin de kaydettiği gibi, şu cevabı verirlerdi:
“Biz Peygamber’in aleyhine yalan söylemiyorum, lehine söylü- yoruz; önemli olan da bu!”
Kerrâmiyye gerçeğini dikkate alarak İslam adı altında Müslümanlara ezberletilen yalanlarln çerçevesini ve miktarı- nı yeniden düşünmek gerekir. Bunu düşünürken, anılan mez- hebin esas hareket alanının, Horasan ve Maveraunnehir gibi Türklerin yoğun yaşadıkları bölgeler olduğunu da akll tutma- lıyız. Nitekim bu mezhebin Sâmânî ve Gaznevî hükümdarla- rından destek gördüğünü, özellikle Gazneli Mahmut (ölm. 421/1030) ve babası Sebük Tegin tarafından himaye edildiği- ni bilmekteyiz.
‘EMEYÎ ŞEYTANI’NIN TAHRİBATI
‘Emevî şeytanı’ tabiri, Mısırlı düşünür Mahmut Ebu Reyye’nindir. Ebu Reyye, bu tabiri, büyük ihtimalle, Ebu Süfyan’ı niteleyen Âli İmran 175. ayetten almaktadır. O ayet- te, Ebu Süfyan, yardakçılarını kullanarak müminleri korkut- mak isteyen bir ‘şeytan’ olarak tanıtılıyor:

“İşte size şeytan! O, kendi dostlarını korkutur/sizi dostla- rıyla korhutur. Eğer inananlarsanız onlardan korkmayın, benden korkun!”

Bu yüzyılın en büyük muvahhit bilginlerinden biri olan Ebu Reyye bu tabiri, Emevîlerin hilafeti esas sahiplerinden gasp etmek için oynadıkları ve büyük kısmı uydurma hadislere da- yalı ‘dincilik’ oyununu tanıtırken kullanmaktadır. Şöyle diyor:

“Araştırmacılar ve gerçekçi din uleması, rivayette hilecilik ve hadis uydurmanın üçüncü halife Osman yönetiminin son zamanlarında ve özellikle onun hayatını kaybetmesiyle son- lanan fitnenin ardından başladığında ittifak etmişlerdir. Hadis uydurma oyunları Ali’ye bîat edilmesinden sonra iyice şiddetlenip yayılmıştır. Müslümanlar Ali’ye bîatlarını tam bir şekilde tamamlayamadan Emevî şeytanı, halifeliği esas sahibinden gasp etmek ve onu bir Emevî kurumuna dönüş- türmek için boynuzunu göstermiş ve ne yazık ki bunda başa- rılı olmuştur.” (Ebu Reyye, Adva’, 91-92)
Emevî kralı Muaviye özellikle İslam dışı krallığına başkent yaptığı ve en büyük fitnelerin merkezi haline getirdiği Şam’ı övmek maksadıyla uydurttuğu hadisler çok ünlüdür. Muaviye, Şam’ı öylesine yüceltici hadisler uydurtmuştur ki, bu fitne ocağı kent neredeyse Mekke ve Medine’den üstün gösteril- miştir. Şam’la ilgili uydurmaların hemen hepsinin ravisi siyo- nist Ra’b ile onun çömezi ünlü yalancı Ebu Hureyre’dir.
Muaviye, melanetlerini sergilediği Şam’ı takdis için hadis uydurtmakla kalmamış, baş düşmanı büdiği Hz. Ali’ye lanet okutmayı meşru göstermek için de hadis uydurtma yoluna gitmiştir. Ali’nin Nehcü’l-Belağa’sını şerh eden Miltezile imamı İbn Ebil Hadîd (ölm. 656/1258), bize bildiriyor ki, yine bir Mûtezile imamı olan Ebu Cafer el-İskâfi (ölm. 240/854) şöyle demiştir:
“Muaviye, Ali hakkında çirkin isnatlarda bulunmak üzere sa- habe ve tabiûndan iki ekip görevlendirdi. Bu ekiplere, herke- sin karşı çıkamayacağı imkânlar ve bağışlar sağladı. Bu kişi- lerin sahabeden olanları arasmda, Ebu Hureyre, Amr bin el- As, Muğîre bin Şûbe ve Semüre bin Cündeb (ölm. 60/680) de vardır.” Tâbiûn ekibinde en önemli isim ise yine bir Emevîci olan Zührî’nin rivayet kaynağı sayılan Urve bin Zübeyr’dir. Urve’nin Âişe’ye dayandırdığı şu rivayetine bakmak bile nasıl bir ‘Emevîci’ olduğunu anlamaya yeter:

“Hz. Âişe demiştir ki, bir gün Hz. Peygamber’1e oturuyorduk; o sırada Ali ve Abbas içeri girdiler. Hz. Peygamber onları görünce bana şöyle dedi: ‘Ey Aişe! Şu ikisi var ya! Bu ikisi benim dinimin dışında bir din üzerine ölecekler. Cehennem, ehlinden birilerine bakmak isteyenler işte bu ikisine baksın.”

Çok hızlı bir Ali düşmanı olan Amr bin el-Âs ise hızlı bir Emevîci ve İmamı Âzam düşmanı olan Buharî tarafından da kayda getirilen (bk. Buharî, kitabu’l-edeb) şu lanetli sözü ha- dis diye rivayet etmiştir: “Ebu Ta1ib’in (Ali’nin babası ve Hz. Peygamber’in amcası) ailesi benim dostlarım değildir; benim dostum Allah ve müminlerin salihleridir.” Ebu Hureyre ise Kûfe mescidine gidip kendisinin asla yalan söylemediğini, halkın onu yalancı diye damgalamasımn doğru olmadığını anlatan bir nutuk çektikten sonra, şu melun sözü hadis diye rivayet etmiştir:
“Allah’ı tanık tutarak yemin ederim ki, Peygamber’in ‘ben-
den sonra çıkacak bid’at’ dediği şeyi Ali çlkarmıştır.”
Ali hakkındaki bu hayasız yalan Muaviye’ye ulaştırıldığında Muaviye, Ebu Hureyre’yi para ile ödüllendirmiş, arkasından da onu Medine valiliğine getirmiştir.

İmaniı Âzam, bu Ebu Hureyre’ye çıkan hadisleri kabul etmi- yordu. Yani tek rivayetçisi Ebu Hureyre olan hadisleri hük- me esas almıyordu. (Ebu Reyye, el-Advâ’, 180)

Seınüre bin Cündeb’in yaptığı, bu yalancılıklara bile taş çı- kartacak bir kötülüktür. Muaviye, bu kişiye, yüzbin dirhem gibi büyük bir para vaat ederek, Bakara suresi 204-205. ayet- lerin Ali hakkında indiğini söylemesini sağlamıştır. O iki ayet bunlardır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına ilişkin sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah’ı tanık tutar. Oysaki o, düşmanların en yamanıdır. Yanından ayrıldığında/ iş başına geçtiğinde yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için işe koyulur. Oysaki Allah, fesadı sevmez.”

Semüre, bu iki ayetin Ali hakkında indiğini söylemek gibi deh- şet verici yalanına bir alçak iddia daha eklemiştir. Demiştir ki, Bakara 207. ayet, Ali’yi şehit eden İbn Mülcem hakkında nazil oldu. O ayet şöyle:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, benliğini Allah’ın hoşnutlu-
ğunu elde etmek için satar.”

Demek ki, Semüre zalimine göre, Allah, kitabında, Hz. Ali’yi katleden bir teröristi övmekte ve ödüllendirmektedir. Olayın bundan sonrası çok daha dehşet vericidir: Semüre, istenen yalanı uydurup yayınca doğruca Muaviye’ye gitti. Muaviye ona bin dirhem ödül verdi; Semüre kabul etmedi. İki bin ver- di, onu da kabul etmedi, üç bin verdi, onu da kabul etmedi. Sonunda dört bin dirhem verince o da kabul edip sustu. (Îbn Ebil Hadîd, Şerhu Nehcü’l•Beiâğa, 1/358-361; Seyyid Murteza el-Askerî, Ahâdîsu Ummi’l-Mü binin Âişe, 1/374-375)

Tarihçi Taberí, Hicri 50. yil olaylarini anlattigi biilümde, bu Semüre’nin, Emeviler lehine ne kadar insani katlettigini bize s6ylemektedir. Emevilerin has adamlarindan Ziyad bin Ebih’in bir süre vekâleten valilige getirdigi Semüre, Basra ve Kúfe valilikleri sirasinda Emevilerin düçman bildigi sekiz bin insani õldürmüştür. Bunlar içinde devrin en büyük Kur’an ehli àlimlerinden 47 kişi de vardi.

Ziyad, Semüre’nin vekil valiliği sırasında ölünce, Muaviye, asil vali olmayı bekleyen Semüre’yi vali yapmadığı gibi, vekaleten yürüttüğü Basra valiliğinden de azletti. Azil ha- beri üzerine Semüre’nin söylediği söz, tarihin bütün ‘zalim yardakçı1arı’nın kişilik yapısını ve Müslümanların nasıl alda- tıldığını, bugünkü Müslümanlar içinden Haçlılarla işbirliği yapanların tarihî atalarının kimler olduğunu anlatması ba- kızından muhteşem bir ibret tablosudur. Azil haberini alan Semüre şöyle diyor:

“Allah Muaviye’ye lanet etsin! Eğer ben, Muaviye’ye itaat
ettiğim kadar Allah’a itaat etseydim bana ebediyyen azap etmezdi.” (Taberî, finriiı, 53. yıl olaylar; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
3/195; AskeN, Âişe, 1/376)
Kaynaklar, bu Semüre hakkında Hz. Peygamber’in mucize bir ihbarını bize ulaştırmaktadır. Hz. Peygamber, Semüre’nin de içlerinde bulunduğu birkaç kişilik bir sahabe grubu için şöyle demiştim:
“Bunların en son öleni cehenneme gidecektir.”
O grup içindekilerin en son öleninin Semüre olduğu da kaynaklar tarafından haber verilmektedir. (bk. Belûzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, 13/ 185)

Emevîler lehine hadis uydurmanın öncülerinden bir diğeri olan Muğîre bin Şu’be’ye gelince bu adam Kûfe’de yedi yılı aşkın bir süre valilik yaptl. Bu valiliğinin en öne çıkmış icra- atı, Hz. Ali’ye mihrap ve minberlerden lanet okutması oldu. Bu Muğîre, bir gün, Ali’ye sevgisiyle bilinen Sa’sa’a bin Sûhan el-Abdî’yi yanına çağırıp şu dehşet verici nasihati yaptı:
“Seni uyarıyorum. Sakın bana Osman hakkında bir eleştiri yaptığın bildirilmesin, sakın bana Ali’yi açıkça övdüğün de bildirilmesin. Ali’nin üstünlükleriyle ilgili benim bildiklerim senin bildiklerinden çok fazladır. Fakat bugün onu isteme- yen bir saltanatın hükmü altındayız. Ali’yi kötülemek üzere bu makamlara getirildik. Bildiğimiz birçok şeyi, bu saltanat rahatsız olmasın diye takıyye yaparak saklamak zorundayız. Eğer Ali’nin üstünlüklerini anlatmak istiyorsan bunu evinin içinde, dostların arasında yap. Ama sakın camide, halk ara- sında yapma. Çünkü bizi buraya atayan halife böyle bir şeyi asla tahammülle karşılamaz, bu konuda asla mazeret kabul etmez.” (Taberî, Torih, 6/108: 43. yll olayları; Askerî, Âişe, 1/376)

UYDURMACILARIN HZ. ALİ’YE DÜŞMANLIKLARI
Ziyad bin Ebîh, Muaviye’ye jurnalleyeceği insanları şöyle damgalıyordu: “Ali’nin dinindendir.” Muaviye’nin bu du- rumda standart cevabı şuydu:
“Ali’nin dini üzere olanları katledin.”

Bugünün emperyalizmle işbirlikçi dincileri de aynen Muaviye gibi, kendilerine ters yorumlar yapan din bilginlerini ‘yeni bir din kurmak’ ithamıyla karalamaktadırlar. Şu bir gerçek ki, Emevî damarının emperyalizmle işbirliğini ‘siyaset’ bilen çocukları, İslam mirası içinde yüzlerle ifade edilen görüşler- den sadece onların benimsediği görüşü övmeniz halinde size Müslüman demektedirler. Onların görüşlerine aykırı her- hangi bir görüşü temsil etmeniz halinde, bu görüş isterse açık bir Kur’an ayetine dayansın, sizi ‘reform yaparak yeni bir din kurmak’la itham etme vicdansızlığına anında tenezzül etmek- tedirler.

Muaviye, “A1i’nin dinindendir” damgasını vurduğu veya vurdurduğu kişileri bazen, diri diri gömdürerek öldürtüyor- du. Mesela, Hz. A1i’ye dostluğuyla ünlü büyük sahabî Hucr bin Adî (ölm. 51/671) ve el-Has’amî, Muaviye tarafından bu şekilde öldürülmüştür. Bu tür idamların ardından öldü- rülenlere müsle yapılıyordu. Müsle, Cahiliye Araplarının, düşmanlarını öldürdükten sonra onların gözlerini, burnunu, kulaklarını, dudaklarını vs. keserek hınçlarını dindirmeleri- ne denir. Bu cahiliye âdetinde en büyük şöhret Muaviye’nin annesi Hind’indir. Bu Hind, Uhud savaşında pusu kurdurup öldürttüğü Peygamber amcası Hamza’nın göğsünü yardırıp ciğerlerini çıkartmış, ağzına alıp çiğnemiştir. Hind, ayrıca Hamza’nın kulaklarını, gözlerini, burnunu kestirip bir tele dizerek gerdanlık yapıp Mekke putperestlerinin kodamanla- rına hediye olarak götürmüştür. Sahabe nesli, Muaviye’yi, an- nesi Hind’in bu müsleciliği yüzünden ‘İbnü Âkilet’il Ekbâd’ (ciğer çiğneyen karının oğlu) diye anardı.
Şam’ın Muaviye’ce uydurtulan hadislerle yüceltildiği sırada, Ebu Hureyre tarafından ‘cehennem kenti’ gösterilen yerler- den biri de Konstantiniyye yani İstanbu1’du. Ne ilginçtir ki, aynı İstanbul, Muaviye’nin oğlu Yezid’in komutasında kuşa-, tıldığında Emevîler adına hadis uydurma uzmanları hiç vakit kaybetmeden şu uydurmaya piyasaya sürmüşlerdir:

“Konstantıniyye elbette fetholunacaktır; ne güzel komutan- dır onu fethedecek komutan ve ne güzel ordudur onu fethe- decek ordu!”

Muaviye, ‘Şam Abdalları’ hadisini de uydurtmuş ve bu fit- ne kentini bir tür ‘Evliya kenti’ ilan ettirmiştir. Aynı sıra- larda, kendisinin ‘Peygamber’in vahiy kâtipleri arasında yer aldığı’ yolundaki büyük iftiraya da yaymıştır. Halbu ki o, sözde Müslüman olduğu sırada vahiy zaten bitmişti. Neyin kâtipliğini yapacaktı?! Gerçek olan şu ki, “Muaviye ne vahiy kâtipleri arasında yer almıştır ne de Kur’an’dan bir tek keli- me yazmıştır.” (Ebu ReWe, 97-104)
İs1am’ın ilk terörist mezhebi olan ve Hz. Ali’yi de öldüren Harici mezhebinden ayrılıp tövbe etmiş bir zat şöyle konu- şuyor:

“Bu hadisler din haline getirildi, o halde dininizi kimden al- dığınıza dikkat edin. Biz bir zamanlar, işimize gelen bir söz bulduğumuzda onu hemen hadis yapıverirdik.” (Ebu Reyye, 110)

Hadis tarihçisi İbn Hacer el-Askalânî (ölm. 852/1448), eseri Fethu’l-Bârî’de (bk. 1/161) şu uyarıyı yapıyor:

“Cahil takımdan bazıları öyle bir aldanışa saplandılar ki, din- de özendirme veya sakındırma adı altında hadisler uydurdu- lar ve savunmasını da şöyle yaptılar: ‘Biz bunları yaparken Peygamber’e yalan isnat etmiyoruz; onun şeriatini güçlen- diriyoruz.” (Benzeri uydurmacılık gerekçeleri için bk. Ebu Reyye, 111-112)

Hammâd bin Zeyd (ölm. 179/795), olup bitenleri şu cümle ile özetliyor:
“Sapıklar, Hz. Peygamber’e isnat ederek 12 bin hadis uydur- dular.” (Ebu Reyye, 117)
Hadis uydurmada kullanılan şeytanî yollar ikidir:
1. Doğrudan doğruya Peygamber’e yalan isnat etmek. Yahudi
dönmeleri Ka’b ve arkadaşlarının yolu buydu.

2. Sahabîleri, özellikle eleştiri üstü tutulanlarını aracı yaparak rivayette bulunmak.

Bu ikinci yol, özellikle Hz. Âişe için kullanılmıştır. Âişe, sa- habenin bilgin ve fakih şahsiyetlerinden biridir. Onun rivaye- tiymiş gibi gösterilen uydurmalar, kolay kolay eleştirilemez, eleştirilememiştir. Uydurmacılar bu yolu iyi kullanmışlardır. Ve bakıyoruz, Hz. Âişe’yi, ‘en çok hadis rivayet edenler’ (el- Müksirûn) arasında gösteriyorlar. Oysaki ona rivayet ettirilen hadislerin büyük bir kısmı onun hadis konusundaki ölçülerine asla uymamaktadır. Nitekim üzerinde olduğumuz konunun büyük otoritelerinden biri olan çağdaş Iraklı bilgin Seyyid Murtaza el-Askerî, bu noktaya temas etmekte ve ilk iki hali- fe döneminde Âişe’ye isnat edilen hadis sayısının ancak on- larla ifade edilebileceğini söylemektedir. (Askerî, Âişe, 103) Rivayeti Hz. Âişe’ye nispet edilen hadislerin yüzlere varması sonraki zamanlarda oynanan oyunun bir eseridir.

‘HADİS EĞLENCESİ’ VE BİR KUR’AN MUCİZESİ

‘Hadis eğlencesi’ (lehve’l-hadîs) deyimi, Kur’an’ın Lokman suresi 6. ayetinden alınmış ve deyimin özünü oluşturduğu için ‘hadis’ kelimesi terim anlamıyla aynen korunmuştur. Anılan surenin 6 ve 7. ayetleri, hadis eğlencesi satın alarak insanla- rı hiçbir ilme dayanmaksızın Allah’ın yolundan saptırıp dini alay konusu haline getirenleri korkunç bir sonun beklediğini duyurmaktadır:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce sap-


tırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu ' edinir. Böylelerine rezil edici bir azap vardır. Ayetlerimiz ona okunduğunda, böbürlenerek yüzünü çevirir. Sanki onla- rı hiç işitmemiştir, sanki kulaklarında bir ağırlık vardır. İşte böylesini, korkunç bir azapla muştula.”

Bu ayetlerin sergilediği ürpertici haberi iyi kavramak için Yusuf suresinin son ayetini de dikkate almak gerekiyor. Kur’an orada, kendisiyle ilgili mucize bir tespit yapmaktadır:

“Bu Kur’an, uydurulan bir hadis değildir. Tam aksine o, kendinden önceki vahyin bir tasdiki, her şeyin bir ayrıntı- landırılması, iman sahiplerine bir kılavuz ve bir rahmettir.” (Yusuf, 111; ayrıca bk. Yunus, 37)

Kur’an, yine hadis kelimesini kullanarak, iki yerde de şunu
soruyor:

‘Kur’an’dan sonra hangi hadise iman ediyorlar?" (A’raf, 185; Mürselât, 50)

Görülüyor ki Kur’an, kendisinin başına dert açacak, uydurma hadisler yıkımına dikkat çekerek bağlılarını mucize bir ihtarla uyarmıştır. Kur’an dininin başına en büyük sıkıntılar, ilk gün- den itibaren hep bu uydurulmuş hadisler yüzünden gelmiştir. Bu uydurulmuş sözlerdir ki, Allah’ın ‘kuşkusuz, çelişmesiz, aydınlık, apaçık, ayrıntılı’ dinini, tutarsızlıkların, çelişmele- rin, tartışmaların kümelendiği bir kaosa çevirmiş ve Kur’an’a giden yolu dikenlemiştir.

Hadis uydurma sürecinin başlamasıyla Kur’an dininin bir hu- rafe talanına maruz kalacağını ilk fark eden ve bu yolu şu- urlu bir biçimde tıkayan ilk büyük muvahhit, Halife Ömer olmuştur. Son araştırmalar, onun öldürülmesinde bu tavrının da etkili olduğunu ciddi biçimde düşündüren belgeler ortaya çıkardı.

Hz. Ömer, tutumunun gerekçesini şöyle özetliyordu:


“Allah’ın kitabı yanında din kaynağına vücut veremeyiz; böyle bir şey, eski ümmetlerin bapna geleni bizim de bap- mıza getirir ve Kur’an’dan koparız. Allah’ın kitabı dışındaki kitaplar, Peygamberimize isnat edilen sözlerden de olursa yok edilmelidir.”

Ve Ömer, valilerine genelge göndererek, bu tip kitapların tümünü imha ettirmiştir. İmamı Âzam (ölm. 150/767) ise şu ilkeyi esas almıştır:

“Kur’an’a ters düşen hiçbir söz, Hz. Peygamber’in ağzından
çılunq olamaz.”

Büyük İmam’ın bu tavrı, onun küfürle itham edilmesine bile sebep o1muş ve devrinin bazı fakîhleri tarafindan ‘İs1am’ı tah- rip etmek’le suçlanmıştır. Ne ilginçtir ki, İmamı Âzam’a cep- he alanlar listesinde önemli isimlerden biri de Kütübi Sitte (hadisleri toplayan kitapların en ünlü 6 tanesi) müelliflerinin en ünlüsü Buharî’dir. İmamı Âzam’dan 106 yıl sonra ölmüş bulunan Buharî, İmamı Âzam için ‘güvenilmez adam’ diyor ve dolaylı ifadelerle, büyük imamın kâfir olduğunu iddia edi- yor. (Ayrıntılar ve kaynaklar için bizim Imamı Azam eserimi- ze bakılabilir.)

“İmamı Âzam güvenilmez ise Buharî neden ve nasıl güveni-
lir oluyor?” diye sorulmamqtır.

Halife Ömer ve İmamı Âzam’ın tavrını izleyen birçok bilgin gelip geçti. Ne yazık ki, uydurmacılık karanlığı onların tuttuk- ları ışığı etkisiz bildiği için, kitleler Kur’an’la bir türlü kucak- laşamadılar. Ve Müslümanların başına ne geldiyse bu yüzden geldi.

Hz. Ömer’in hadisler meselesindeki tavrlnı tarihsel bir ger- çek olarak bilmekteyiz. Halifenin bu tavrınının uydurmacılar için yarattığı tedirginliği aşmak için yine hadis uydurma yolu- na gidilmiştir. Hadis diye pazarlanan şu hezeyana bakın:


“Allahım! Benden sonra gelen halifelerime rahmet eyle! Onlar benim hadislerimi ve sünnetimi rivayet ederler ve on- ları halka belletip öğretirler.” (Elbanî, el-Ahâdîs ez-Zaîfa ve’l- Mevzûa, 2/247, no: 854)

Tarihî hakikat, bu uydurmada söylenenin tam tersidir. Halifelerin en dirayetlisi, en muvahhidi bu söylenenin tam aksini yapmış, Kur’an dışında herhangi bir söz kümesinin, ha- disler bile olsa, din kaynağı yapılmasını Ehlikitap sapıklığına dönüş olarak nitelemiştir.

‘Yüzyılımızın Hadis Allâmesi’ unvanıyla anılan Nâsıruddin el-Elbânî (ölm. 1999) bu sözü tanıtırken bunun sadece uydur- malığını belirtmekle kalmamış, onu ‘batıl’ olarak nitelemiş ve bu nitelemenin tarihsel belgelerini de önümüze koymuştur. (Elbanî, age. 2/247-249)

Uydurma hadislerin İslam’a musallat ettiği sıkıntının büyük- lüğünü çağımızda en gür sesle haykıran ilk düşünür, Mısırlı müfessir Muhammed Abduh (ölm.1905) ve mesai arkadaşları oldu. Dini, uydurma hadislerin vücut verdiği hurafe tufanın- dan selamete çıkarmanın tek yolunu, kayıtsız şartsız Kur’an’a dönüş olarak belirleyen Abduh, ‘Fâtiha Suresi Tefsiri’nde şöyle diyor:

“Müslümanların bu asırda Kur’an’dan başka imamları yok- tur. Ezher’de okutulanlar ve benzeri kitaplar varolduğu süre- ce bu ümmet ayağa kalkamaz. Ümmeti ayağa kaldıracak ruh, ilk dönemde hâkim olan Kur’an ruhudur. Kur’an’ın dışında her şey, Kur’an’ı bilmek ve onu yaşamakla aramıza konmuş engeldir. Zihinlerimizdekileri işe karıştırmadan inancımızı Allah’ın Kitabı’na sunduğumuzda sapıtıp sapıtmadığımız ortaya çıkacaktır. İslamiyet, mensuplarının uydurduğu hura- feler ve aşırı gidenlerin bulaştırdıkları yalanlar kadar büyük bir musıbete maruz kalmamıştır. Bunlar, Müslümanların akıllarını fesada uğratmış, yabancıların da İslam’ın temelleri üzerinde kötü düşünmelerine yol açmıştır.”

Hadis meselesinde çıkış yolunun esası şudur: Hadis diye ri- vayet edilen söz, akla ve Kur’an’a uygun olacak. Değilse onu Peygamber’in sözü kabul etmek akla da Kur’an’a da karşı çık- mak demektir. Hadisçilerin önümüze yığdıkları kişiler zinciri (sened) hiçbir bağlayıcılık taşımaz. O senetler üzerinde nasıl oynandığı, nasıl düzenbazlıklar sergilendiği, hadis konusuy- la uğraşanların malumudur. Bu oyunların labirentine gire- rek neyi ispatlamanın peşinde olacağız. Söz akla ve Kur’an’a aykırı ise o senetler ne anlam ifade edebilir? Onları anlamlı bulmakta ısrar ederek Hz. Peygamber’i akla ve Kur’an’a aykı- rılığa âlet mi edeceğiz? Uydurmacılar, bu senet tezgahçılığı- nın bir gün sırıtacağını, deşifre edileceğini bildikleri için daha baştan tedbir almışlardır. Uydurmaları arasına şu hezeyanı da koymuş1ardır:
“Hadis yazdığınız zaman onu kişiler zinciri ile yazın. Eğer söz doğru ise sevabına siz de katılırsınız; doğru değilse gü- nah, kişiler zincirinde yer alanların olur.” (Uydurma için bk. Elbanî, el-Ahâdis ez-Zaîfa ve’l-Mevzûa, 2/225, no: 822)
İmamı Âzam bu tür sözlere ‘hezeyan’ diyordu ve Emevîlerin uşaklığını yapan sözde ulema da onu “Peygamber’in hadis- lerine hezeyan diyor” diye suçluyordu. Hiç utanıp arlanma- dan...

ELBANÎ’NİN ORTAYA KOYDUĞU TABLO

Hadisler konusunda son birkaç yüzyılın en hacimli ve dira- yetli çalışmasını yapan din âlimi, Arnavut asıllı bir Arap olan Nâsıruddin el-Elbanî (ölm. 1999) oldu. Yaklaşık yarım asırlık bir çalışmayla vücuda getirdiği eser, genel adıyla ‘el-Ahâdîs’ olarak bilinir. Her biri büyük boy beş yüz ila yediyüz elli sayfa arası otuz bir ciltten oluşan bu anıt eser iki kısma ayrılmıştır:
1. es-Sahîha,
2. ez-Zaîfa ve’l-Mevzûa.


11 ciltten oluşan ilk kısımda sahih yani güvenilebilecek hadis- ler, btitün senetleri, şecereleri, hakkında söylenenler kayda geçirilerek ele alınmıştır. Bu kısımda tespiti yapılan hadisle- rin toplam sayısı 4035’tir.

20 ciltten oluşan ez-Zaîfa kısmında ise güvenilemeyecek ha- .’ disler, aynı yöntem ve titizlikle kayda geçirilmiştir. Bunlar ya açık uydurmadır, ya İslam’a açıkça aykırı olduğu için redde- dilmesi gereken sözlerdir veya rivayetçileri bakımından gü- , ven vermeyecek rivayetlerdir. Bu kısımda ele alınan hadis sayısı, 7162’dir. Yani ‘güvenilebilecek’ diye nitelenebilecek sözlerin iki katı.

E1banî’nin bu tespiti, Müslümanlara belletilen yalanların tab- losunu göstermesi bakımından çok önemlidir ve tarihsel bir değere sahiptir. Ancak şunu da ilave etmeliyiz:

E1banî’nin güven kıstası, rivayetlerin senetlerinin (rivayetçi kişiler zincirinin) durumudur. Elbani, bir hadis, eğer senedi bakımından ‘güvenilir’ notu alacak durumda ise onu alul ve Kur’an’a aykırılık yüzünden 'güvenilmez’ ilan etmemiştir.

İmamı Âzam’la başlayan ama sonraki zamanlarda durdum- lan ‘akıl ve Kur’an’a uygunluk kıstası’ işletilirse, Elbanî’nin ‘güvenilir’ damgalı rakamının en az yarısı gider. Geriye ka- lan iki bin civarındaki sözün akla ve Kur’an’a aykırı olmadığı için tutulanlarının önemli bir kısmı da sırf bu aykırılığa çarp- maması yüzünden ‘hadis’ unvanı almış olacaktır. Mütevâtır olduğu için değil. Kısacası, senet ve akıl hıstasları tam uy- gulandığında geriye kalacak rakam, ilk iki halife döneminde tedavül eden hadis sajnsıdır ki o da beş yüz civarıdır.

OKUMANIN TEMEL İBADET OLARAK ÖNE ÇIKARILMASI
“Oku!” emri, Kur’an’ın hem ilk ilk emridir hem de ilk ve te- mel ibadeti. Temel ibadetin namaz olduğu yolundaki iddia ve düzenleme, Kur’an’a ve İslam’a iftiradır. İlk emir olarak “Oku” emri mutlaktır; hem Kur’an kitabını hem de evren ve insan kitaplarını okumaya gerektirir. Daha özel ve ibadet anlamında okumak ise ayrıca ve ‘emir’ kelimesi kullanıla- rak buyruklaştırılmıştır ki işte bu, İslam’ın temel ibadetinin ‘Kur’an okumak’ olduğunu tartışmasız biçimde ortaya koyar. Daha anlaşılır konuşalım:

TEMEL EMRİN VE TEMEL İBADETİN ÜSTÜ NASIL ÖR- TÜLDÜ?

Neml suresi 92. ayet, imandan sonraki temel şartın Kur’an okumak olduğunu bildiriyor. Yani Kur’an okumak bıra- kın ‘İslam’ın kartlarını, imanın şartlarının da ikincisidir. Kur’an, Hz. Peygamber’e şunu söylemesini emrediyor:

“Ben, müslümanlardan olmakla emrolundum. Ve Kur’an’ı okumakla emrolundum. Artık kim yola gelirse kendi nefsi için gelir. Sapmışa gelince, böylesine de kl, ‘Ben uyarıcılar- dan biriyim. Hepsi bu!”

‘Müslüman olmakla emrolunmak’ ifadesinin imanın birinci şartına dikkat çektiğinde kimsenin kuşkusu olamaz. Bu temel iman şartma bir ‘atıf Vavı’ ile bağlanan ikinci şart ise Kur’an okumak olarak gösterilmiştir. Yani Hz. Peygamber’e verilen ana emirler ikidir: Müslüman olmak yani iman, Kur’an oku- mak yani temel ibadet. Ayet, bu buyruklaştırmayı o şekilde


düzenlemiştir ki, Kur’an okumak hem iman şartı olmuştur hem de islam şartı. Ve ayet, bu şartları İslam’ın ve imanın şartları bilmeyenlerin sapıklığa düştüklerini de ifadeye koy- muştur.

Kur’an okumanın temel ibadet olduğunu gösteren emir, Kasas 85. ayette bir başka şekilde tekrarlanmıştır:

“Bu Kur’an’ı sana farz kılan, elbette ki, seni vaat edilen yere/ belirlenen sona götürecektir. De ki, ‘Hidayeti getireni de açık bir sapıklık içinde olanı da en iyi Rabbim bilir.”

Görülüyor ki, genelde okumanın, özel olarak da Kur’an oku- manın Allah’ın temel emri olduğu, Kur’an’ın bir şeyi buyruk- laştıran beyan şekillerinin tümüyle emredilmiştir. Ve bütün bunlara rağmen bu emir devre dışı tutulup sadece “Okursan sevap alırsın” türünden ‘olsa da olur olmasa da’ bir şekle ge- tirilmiştir.

Bu iftiradan daha beteri ise ‘İslam’ın beş şartı’ diye bir mani- festo oluşturulup bunun başına namazın konmasıdır. Kimse çıkıp sormamıştır: “İlk emir ve ilk ibadet olan okumak bu ma- nifestonun içinde neden yoktur?”

Vahyingeliş sırası da ibadetlerin emrediliş sırası da'okuma'nm ilk ve en büyük emir olmasmı gerekli kılmaktadır. O halde, Kur’an’a ters düşmeyen bir İs1am’dan söz edeceksek bunun ‘şartları’nm başına okumayı koymak zorundayız. Aksi halde Kur’an’a aykırı bir düzenlemeyi Kur’an dininin şartları olarak tanıtmak gibi bir bühtana imza atmış oluruz.

Bütün bu gersekleri dikkate alarak, geleneksel söylemdeki “islam beş esas üzerine oturtulmuştur.” şeklinde başlayan manifestonun yeniden düzenlenmesi gerektiği kanısındayız. Aksi halde, “Kur’an ne derse desin, bizim dinimiz budur!” gibi vahim bir küfür iddiasını dinleştirmiş oluruz.

Burada, geleneksel müdahalenin okumayı dışlamak ve onun


yerine namazı oturtmak için oynadığı oyunlardan birine daha dikkat çekelim:

İsra suresi 79. ayetle, Hz. Peygamber’e şu emir verilmektedir:

“Sana özgü bir davranq olarak, gecenin bir kısmında, o Kur’an’la meşgul olmak üzere uyanık ol/uykudan uyan. Böylece Rabbinin seni övgüye layık bir konuma ulaştırması umulur.”

Bu ayet, kendisine ve ümmetine Kur’an okumak bir iman ve İslam şartı olarak emredilen Hz. Muhammed’e, gecele- yin de Kur’an’la meşgul olmak özel olarak emredilmektedir. Gündüz saatlerinde Kur’an okumak (Kur’an’la, Kur’an ilim- leriyle meşgul olmak) bütün insanlara emredilmiştir ama bu emir özel yetileri ve misyonları olan kişilere geceleri de kap- sayacak biçimde yöneltilmiştir.

Geleneksel müdahale, önce namazı Kur’an okuma emrinin yerine oturtmuş, ardından da geceleyin Kur’an’la meşgul olma emrini (teheccüdü) namaza dönüştürmüştür. İsra 79’un açık, tartışmasız ifadesine rağmen. Yani âdeta despotik bir müdahaleyle Kur’an buyruklarının mahiyeti değiştirilmiştir.

Teheccüd, uyku anlamındaki ‘hücûd’ kökünden türemiş bir sözcük olup ‘uykuyu gidermek, uyuduktan sonra uyanmak’ demektir. Kur’an, Hz. Peygamber’e “Kur’an’la teheccüd et yani Kur’an’la uykusuz kal!” emrini veriyor. Bunun anlamı, gecenin bir kısmını bir şekilde Kur’an okuyarak, Kur’an’ı in- celeyerek geçir demektir. Müzzemmil 2-3, bu tanrısal isteği ifadeye koyarken şöyle diyor:

“Geceleyin kalk! Kısa bir süre hariç, gecenin yarısını ayak- ta ol yahut bundan biraz eksilt! Yahut buna biraz ekle! Ve Kur’an’ı ağır ağır, düğüne düşüne oku!”

Kur’an ile uykusuz kalmak veya Kur’an için uykuyu bölmek

şu şekillerden biriyle olur:
1. Kur’an’ı okumak,
2. Kur’an’la ilgili araştırma, bilimsel çalışma yapmak,
3. Kur’an’la ilgili yazılmış eserleri okumak,
4. Kur’an’la ilgili sohbet etmek,
S. Kur’an okuyarak namaz kılmak.
Ne ilginçtir ki geleneksel anlayış, bu beş şıktan ilk dördünü
-ki esas olan onlardır- yok saymış, hiç anmamış, sadece na- maz kalmayı korumuştur. Bu kadarla da yetinmemiş, teheccü- dü, namaz kılmakla dondurup kurallaştırmıştır. Öyle ki me- allerde teheccüd, sadece gece namazı kdmak diye tercüme edilebilmiştir. Tam bir Kur’an dışılık, tam bir saptırmadır.

Bu saptırmayl fark eden İslam bilginleri elbette ki vardır ama ne hikmetse susmayı veya lafı dolandırmayı yeğlemişlerdir. Neyse ki, birkaç kişi olsun, genel anlamda bir eleştiri getirme insafını göstermiştir. Celaleddin Ebu Bekr es-Süyûtî (ölm. 911/1505) sonraki müdahalelerle dine sokulan uydurma ve saptırmaları sıraladığı eserinde şöyle diyor:

“Nevâfil (sevap kazanmak için) ibadetin ilimle uğraşmanın önüne geçirilmesi, büyük afetlerin giriş sebebi olmuştur.” (Süyûtî, et-fftibn’, 84-87)
Süyûtî bunu söylüyor ama oynanan oyunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuyor; bundan ötesini de siz anlayın demeye ge- tiriyor.

Okumak emrinin, ilk vahyedilen 5 ayette iki kez tekrarlanmış olması, okumanın insan hayatı bakımından önemine ikinci bir dikkat çekiştir.

‘WaratanRabbininadıylaoku/çağır! Oku! Rabbin Ekrem’dir/ en büyük cömertliğin sahibidir." (Alak,1,3)
“Oku!” emrinin tümleçsiz verilmesi, yani neyin okunacağının gösterilmemesi tüm varlık ve oluşun okunması gerektiği- ni gösterir.

Kur’an’a göre, tüm varlık ve olurlar Allah’ın ayetleridir ve bü- tün ayetler okunmalıdır. Bilimler arasında hiyerarşi yoktur. Kutsal bilim-hutsal olmayan bilim ayrımı yohtur. Kur’an bir kitaptır; insan ve evren de birer kitaptır. “Oku!” emri bu üç kitabın okunmasını gerektirir. Kur’an’m ilk emrini yerine getirmeyenler ondan sonraki emirlerini icra ederek bir yere varamazlar.
İlk ayetlerdeki temel emir olan “İkra!” (Oku) buyruğunun ikinci bir anlamı vardır ki o da “çağır, davet et!” buyruğudur. Oku anlamındaki “İkra” sözcüğünün İbranice aslı ‘kre’dir ve anlamı da çağırmak, davet etmektir. Biz, kelimenin önce Arapça’daki anlamını, ikinci olarak da ibranice’deki anlamı- nı verdik. Kur’an Arapça bir vahiy olduğu için Arapça anlam esas olmakla birlikte, kullanılan kelimelerin öteki dillerdeki anlamları da göz ardı edilemez.

ÜÇ İSİM VE BİR EMİR

Kur’an’m bizzat kendisi, kendisinin birkaç ismini vermekte- dir. Furkan, Tenzil, Kitap, Zikir, Kur’an, Nur bunlardan ba- zılandır. Kur’an’m, en önemli ve en sık geçen adlan Kur’an, Kitap ve Zikir’dir. Zikir; öğüt veren, hatırlatan, uyaran, dü- şündüren söz ve metin anlamında olduğu gibi şeref anlamına da gelmektedir. Kur’an, tüm bunlari içeren bir kitaptır. O, kendisi hakkında şöyle konuşuyor:

“Andolsun, size bir kitap gönderdik ki öğüt ve uyarınız/ Allah’ı zikriniz/şerefiniz yalnız ondadır. Hâlâ aklınızı çalış- tırmayacah mısınız?” (Enbiya, 10)

Kitap kelimesi, Kur’an’ın (daha genel çerçevede vahyin) adı olarak 250’ye yakın yerde geçmektedir. Biraz aşağıda incele- yeceğimiz gibi, Kur’an’a göre, evren ve insan da birer kitaptır ve bu kitaplar da, tıpkı Kur’an gibi, incelenmesi gereken ayetlerle doludur. En çok kullanılan adını ‘Kitap’ olarak be- lirleyen Kur’an, kendisine mühür ad olarak ‘Kur’an’ kelime- sini seçmiştir. Kur’an, ‘okunacak şeyleri bir araya getiren ki- tap, okunması gereken kitap’ demektir. Kur’an’ın bu mühür ismi 58 kez tekrarlanmıştır.

İslam dünyası bugün Kur’an’ı okumuyor, üfürüyor. ‘Hatim’ ve ‘sevap’ edebiyatının altını çizdiği gerçek, Kur’an’ın, okun- mak yerine üfürülmesinin din yapıldığıdır. Okunacak kitabı üfürmekle yetinenler, o kitabı hayata sokmamayı din yapmış olurlar. Kur’an’ı tebliğ eden Peygamber, en büyük mahke- mede, mahşer meydanında, kendisine uyduğunu söyleyen ‘ümmeti’nden şöyle şikâyetçi olacaktır:

“Resul diyecektir ki, ‘Ey Rabbim, şu bir gerçek ki, benim top- lumum bu Kur’an’ı, hayatın dışına itilmiş/dışlanmış halde tuttu.” (Furkan, 30)

Okunacak kitabı üfürülecek kitap haline getirenlerin yaptık- ları budur; sanığı olacakları şikâyet de budur. Bir sadet nok- tası daha vardır: Okunacak kitabı, üfürülecek kitap haline getirmekten tam anlamıyla kurtulmak, o kitabın bağlılarına kendi ana dillerinde (o kitabın çevirisiyle) ibadet etme hak- kını vermekle gerçekleşir. Aksini dayatmak, engizisyon man- tığıyla din yapmaya kalkmak ve kitleyi üfürükçülüğe talim ettirmektir. ‘Kur’an öğretmek’ adı altında Arap harfterinin gırtlak ve karından çıkış yerlerini gösteren ve bunun finans- mamur halka yaptırmaya da ‘cennet belgesi’ diye tanıtan sek- törlerin, ‘anadilde ibadet’ denince sövüp saymalarının gerçek sebebini bir kez daha telaffuz edelim:
Büyük çoğunluk, kendisine, anadilinde yakarma imkânı ver- meyen bir kitabı kendi dilindeki çevirisinden okumayı aklı- na getirmez, getirse de içine sindiremez. Sonuç, Kur’an’ın, Arapça bilmeyen büyük kitlelerin el süremeyeceği bir ‘üfürük kitabı’ olarak kalmasıdır. Ve asırlardır böyle olmuştur.

OKUYORSANIZ VARSINIZ!


Fransız filozofu Descartes (ölm. 1650) “Düşünüyorum, o hal- de varım!” (Je pense donc je suis) demiş ve bu söylem felsefe tarihinde bir devrim sayılmıştı. Descartes’ın söylediğinin kısa anlamı şuydu:

İnsanım diyorsan düşüneceksin, düşünmüyorsan insanım de- meyeceksin!

Biz, Descartes’ın söylediğinden daha anlamlı, daha kuşatlcı bir söyleme dikkat çekmek istiyoruz: Kur’an’ın ilk sözü ve ilk buyruğu olan “Oku!” emri. “Oku!” emri hem düşünmeyi hem de okumayı gerektirir. Yani okumak düşünmekten daha ge- niştir. Her okumak düşünmeyi mutlaka içerir ama her düşün- mek okumayı içermeyebilir. Şöyle de diyebiliriz: Her okumak aynı zamanda düşünmektir ama her düşünmek aynı zamanda okumak değildir.

Kur’an, teoriyle pratiği birleştirmek, üst düzeylerle alt düzey- leri aynı anda düşünmeye itmek için esrarll bir yöntem getir- miştir: Okumak. Neyin okunacağı söylenmemiştir. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur:

Her şeyi okuyacaksın! Kur’an, kendi parçalarını birer oku- nacak ayet saydığı gibi, fosilleri, yıldızları, yosunları, dilleri, gözyaşını, geceyi, renkleri ve desenleri de okunacak ayetler olarak görür. Firavun’un mumyası bile okunması gereken bir ayettir. Kur’an, insan ve evreni de kendisi gibi kitap kabul ettiği için onun “Oku!” emri, tüm varlığın okunmasınl isteyen bir buyruk olarak alınmalıdır.

Yapılan tespitlere göre, Müslüman kitleler en az okuyan top- luluklar arasındadır.

21’inci yüzyıla girmiş bulunuyoruz. Otoritelere göre bu, sa- nayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş olarak değerlendi- riliyor. Bunun bir anlamı da, bilginin yaygınlaştırılması olacaktır. O halde, önümüzdeki yıllar eğitimin, üniversitenin ön plana çıkması, insanın mutluluğu yolunda kültürel tatminin yeniden değerler listesinin başına oturması sürecini başlata- caktır. Kitap, yeniden en yüce değer olacaktır. Bunun, daha kısa bir cümle ile ifadesi şudur: “Oku” emri, yeniden öncelik kazanıyor; Kur’an mucizesi yeniden ve bir kez daha belirgin- leşiyor. Kur’an bağlıları için bu, hem bir bahtiyarlığın hem de bir ürperiş ve üzüntünün habercisidir. Bir bahtiyarlığın ha- bercisidir, çünkü tanrısal kitabın zamanüstülüğü, çağın ortak itirafıyla belirlenmiş bulunuyor. Bir ürperişin habercisidir, çünkü bu, “Oku” emriyle irtibatları asgariye inmiş bir islam dünyasının kendi değerler kaynağına ne denli ters düştüğü- nün acı bir belgelenişidir.
İnsanın üstünlüğü, onuru, evrensel ve kozmik olduğu için, onun cehalete yenik düşmesinin doğuracağı musibetler ve fe- laketler de evrensel ve kozmik olacaktır. Çünkü insan onuru- nun zeminini bilgi oluşturuyor. Büyük Sokrat’ın büyük sözle- rinden biri de, onun, “Bilen insanın bilgisiz insana üstünlüğü neye benzer?” sorusuna verdiği şu muhteşem cevaptır:
'Bilgi sahibinin cahil insana üstünlüğü, diri insanın ölü in-
sana üstünlüğü kadardır.”

EVREN VE İNSANIN AYETLERLE DOLU KİTAP İLAN EDİLI¥IESİ
‘derde de gökte de zerre ağırlığınca bir şey, ondan daha küçüğü de daha büyü- ğü de Rabbinden uzakta/gizli kalmaz, tümü apaçık bir kitaptadır.”
Yunus suresi, 61

ÜÇ KİTAP GERÇEĞİ

Ana başlığımızın altına koyduğumuz Yunus 61. ayetin bir benzeri de Sebe’ suresindedir. Orada da evren ve insan bir kitap olarak anılmıştır. Şöyle deniyor:

“Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile Rabbimden gizli kalmaz. Zerreden daha küçük veya daha büyük hiçbiri istisna olmamak üzere, her şey apaçık bir kitapta belirlen- miştir.” (Sebe’, 3)

Kur’an’ın kendisini defalarca, ‘kitap’ olarak andığını biliyo- ruz. Kur’an, peygamberlere gelen vahyin genel adı olarak da kitap kelimesini kullanmaktadır. Yani, kitap, Kur’an'ın adla- rından biri olduğu gibi vahyin de genel adıdır. Yine Kur’an’a göre, kitap, ayetlerle doludur. Bütün kutsal kitapların bel- li söz kümeleri ayettir. Fakat işin esas hayranlık uyandıran kısmı bundan sonrasıdır: Tıpkı Kur’an gibi, insan ve evren de ayetlerle doludur. Dahası: Üç kitapta yer alan tüm ayet- ler kutsaldır. Çünkü onların tümü Allah’ın ayetleridir; tümü O’nun varlığına kanıttır. Bir Müslüman şair, darbımesel hali- ne gelmiş bir beytinde bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

“Her şeyde O’na çağıran, O’nun birliğine delalet eden bir ayet vardır.”

Tam bu noktada ayet kavramını tanımalıyız. Kur’an termi- nolojisinin en önemli kavramlarından biri olan ayet, (s 2 âyât ve ây) Arap dilinde, işaret, iz, belirti, delil anlamlarına gel- mektedir. Kur’an, ayet deyimini, mucize karşılığı olarak da
kullanmaktadır. Çünkü Kur’an’m anlayışında bütün evren ve bütün oluşlar birer mucizedir. Kur’an ayrıca, ayet keli- mesini genellikle beyyine (as'° ık, aydınlık, delil) kelimesiyle nitelendirmektedir.

Kur’an terminolojisiyle konuşursak, ayetin, insanı Allah’a kılavuzlayan, ona Allah’a gidişinde iz ve işaret veren her şey olduğunu söylememiz gerekir. Bugünkü tertip şeklini esas alırsak Kur’an’da, 6300 küsur ayet vardır. Bunların bazıları bir cümle, hatta bir harf olduğu halde, bazıları bir sayfa tu- tabilmektedir.

Kur’an ayetlerin insanı kuşatan dünyada yer alanlarına âfâhî ayetler, insanın kuşattığı âlemde, yani insanın iç dün- yasında yer alanlarına enfüsî ayetler demektedir. (Bakara, 190; Zâriyat, 20-21; Fussılet, 53)

Varlık ve oluşun tamamını ayet olarak gören Kufan, varlıh ve oluşun tamamını mucize sayıyor demektir. Bu demektir ki, Kur’an’a göre, hayatın tümü bir büyük mucizedir. Bu muci- zenin görünümü arkasındaki evrensel şuuru fark edebilmek, hiçbir ayrım yapmadan bütün ayetleri tetkik etmeye bağlı bulunuyor. Ayetler arasında ayırım yapmak, gerçeğin yaka- lanmasını engeller veya insanın yanlış, eksik bilgilere teslim olmasına yol açar.
Kur’an’ın ifadelerini kullanırsak, tanrısal vahiyler, peygam- berler, gökler, yeryüzü, gece, gündüz, diller, renkler, tarihsel
kalıntılar, böcekler, fosiller, gözyaşı, keder, sevinç, rüzgâr, yağmur, doğum, ölüm, sevgi, nefret vs. vs. hep birer ayettir ve hepsinin incelenmesi, insanın görevidir.

Demek oluyor ki, vahiy aracılığıyla indirilen ayetler olduğu gibi, yaradılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan (tekvinî) ayetler de v dır. Ve bu ayetlerin tümü yaratıcı şuuru göster- me bakımından delil niteliğindedir. Sûfi-müfessir Bursalı İsmail Hakkı (ölm.1137/1725) bu gerçeği şu güzel cüm- lesiyle ifadeye koymuştur: “Ayât-ı tenzîlîye nice ise ayât-ı tekvîniye dahi burhan-ı ilahîdir. (Kenz, 136)

İnsanlık tarihinde şu gerçeği bize ilk bildiren metin de Kur’an’dır: Evren sonsuz değildir ama sınırlı da değildir. Evrenin bir sonu vardır ama bu son gelinceye kadar geniş- leme devam etmektedir. Bu demektir ki, oluş, yani ayetler resmigeçidi devam etmektedir. Kur’an bu inceliğe dikkat çe- kerken şöyle diyor:

“Biz bir ayeti silip yok ettiğimizde veya onu unutturduğu- muzda yerine ondan daha iyisini yahut onun bir benzerini mutlaka getiririz.” (Bakara, 106)

“Hamt, Fâtır olan Allah’adır, gökleri ve yeri yaratan, me- lekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan O’dur! Yaratışta/yaratılmışlarda dilediğini artırır 0. Hiç kuşkusuz, Allah her şeye gücü yetendir.” (Fâtır, 1)

Kısacası, Kur’an, yaratılan kitap olan evreni tetkik yolunun yürünmesini bir materyalizm olarak görmez. Materyalizm, bir inceleme yöntemi halinde alınmak ve yaratıcı şuuru inkâra araç yapllmamak şartıyla, Kur'an'ın ayetleri tetkik emrinin bir ihyasıdır. Ne yazık ki, materyalizm, dine (kiliseye) rağmen vücut bulduğu için onun inkâr edilemez zaferi, dinlerin iflası gibi görülmüştür. Eğer böyleyse, bu iflas, Kur’an’m dini dışın- daki dinlerin iflası olarak tescil edilmelidir.

Ayetler nasıl incelenir?

Bir ayetler topluluğu olan varlık ve oluş, insan tarafından incelenmeli, ayetlerin taşıdığı sırlar ortaya çıkarılmalıdır. İnsanın görevi de budur, varoluş nedeni de. Kur’an’m insan- dan istediği temel faaliyet, işte bu ayetlerin incelenmesi faali- yetidir. Çünkü hem insana hizmet hem Allah’a ibadet ve hem de yeryüzünün mamur ve mutlu hale getirilmesi, ayetlerin gereğince incelenmesiyle gerçekleşecektir.

Ayetlerin incelenmesinde sadece bu işe özgü özel bir bilgin den, örneğin George Friedrich Meier (ölm. 1777) tarafından öncülüğü yapılan semiology (işaretler ilmi) denen bilgi dalm- dan değil, tüm bilgi imkânlarından yararlanmamız istenmek- tedir. (Ayetler, Meier ve semiology hakkında bk. Grondin, Introduction to the Philosophical Hemıeneutics, 55-57)

KÂFiRLER VE ÇİFTE KAYRULMUŞ KÂFiRLER

Şunu da unutmayalım: Kur’an’ın itham edici kavramlarından biri olan ‘küfür’, en çok kullanıldığı anlamlardan biriyle, ‘ger- çeği, ayetleri örtme’ anlamındadır. Ayetleri tetkik dışına it- mek, onlara sırt dönmek küfürdür; bunu yapanlar da kâfirdir. Sırt dönülen ayetin madde dünyasına ait olması (örneğin fo- siller veya tarih kalıntıları olması) ile Kur’an ayeti olmasıyla arasında hiçbir fark yoktur.

Küfür, Kur’an’a dayanılarak, ‘bilimin işlerliğine engel olmak’ anlamında da tanımlanabilir. Bunda şaşılacak hiçbir yan da yoktur. Âli İmran suresinin 7. ayeti olan o omurga beyyine- ye göre, Kur’an’ın ayetleri muhkem ve müteşâbih olarah iki ana kısma ayrılır. Muhkemler Kur’an’m az bir kısmıdır. Büyük çoğunluk (yüzde 90 civarmda) müteşâbih ayetlerdir. Müteşâbihleri bir Allah bilir, bir de bilimde derinleşen bil- ginler.
Müteşâbih ayetleri yani Kur’an’m yüzde doksanına yakınım işler hale getirip insan hayatma sokmak bilim faaliyeti gerek- tirmektedir. Kur’an ayetlerinin iman ve ibadet konusu olan iki yüz civarındaki muhkemlerini inkâr edenlere kâfir der- ken, yiizde doksanlık müteşâbih kısmın inkâr veya ihmaline ses çıkarmamak Kur’an’ın onaylayacağı bir tavır değildir. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Allah’ı, âhireti, namazı, orucu. inkar insanı nasıl kâfir yaparsa bilimi, düşünceyi, göz-
lemi, deneyi, tetkik ve tahlili inkâr da aynen öyle kâfir yapar. İkisinin inkârı ise kişiyi deyim yerinde ise ‘çifte kavrulmuş kâfir’ yapar.

O halde, Kur’an’dan baktığımızda, bizim kâfirler diyarı de- diğimiz bilim ve teknolojide öne geçmiş ülkelerin insanları birinci anlamda, bilim ve teknolojide yani varlık ve evren ayetlerini tetkikte yan yatan İslam dünyası ise ikinci anlamda kâfir durumuna düşmüş bulunuyor. Bu iki dünyada, iki anla- mıyla kâfir olan ‘çifte kavrulmuş1ar’ da vardır.

Kur’an, insanın ayetlere karşı tavrını eleştirmekte ve ona si- tem etmektedir. Çünkü insan, birçok ayeti görmezlikten gel- mektedir. Kimi, içine kapanarak dış dünyadaki ayetleri ihmal etmekte, kimi, dış dünyaya açılıp içindeki ayetleri unutmak- tadır. Şu yakınışa bakın:

“Göklerde ve yerde nice ayetler/mucizeler var ki yanlarından
geçerler de dönüp bakınazlar bile.” (Yusuf, 105)

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin yardımıyla da iki âlemi, daha doğ- rusu diğer iki kitabı oluyoruz: Evren kitabı ve benliğimizin kitabı. İç alemimizin kitabı, evren kitabından çok zor, çok büyük. Onu okumak ileri bir aşama. Bu yüzden insana bü- yük evren (âlem-i ekber), insanın kendi içinde verdiği savaşa da en büyük savaş (cihad-ı ekber) denmiştir. (Ayetler konu- sunun ayrıntıları için bizim Aurön’d £i islam adlı eserimizle islam fistisizmi adlı eserimize bakılabilir.)

Dış âlemi okurken elde ettiğimiz verilerle iç âlemi okumaya
başlıyoruz. Muhammed İkbal (ölm. 1938) şöyle diyor:

“Aklın gözünü kesret âlemine (çokluk âlemi, dış âlem) iyice aç ki vahdeti gözleme imkânına eresin.”

Çoklukla bilenip gelişen bakışlarımız birliği seyredebileceh hale geliyor. Sonra, çoklukta birliği, birlikte çokluğu görebil- me kudretine ulaşıyoruz ki gaye, bu güce ulaşmış insan yetiş- tirmektir. Sûfi şair Niyazî Mısrî (ölm. 1694) bu gerçeği çok güzel ifade etmiştir:

'Kesreti vahdette görmek, vahdeti kesrette hem
Bir ilimdir ol ki, cümle ilm ü irfan andadır.”

Kur’an-ı Kerim, dış âlemdeki ayetlere âfâkî (objektif), iç âlemdekilere enfüsî (sübjektif) ayetler adını veriyor demiştik. Kemal noktasına varmak isteyen, bu iki ayet grubunun hiçbi- rini ihmal etmeyecektir:

“Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıllarını/gönüllerini iş- letenler için çok ibretler vardır.” (Âli imran, 190)

'Yeryüzünde ayetler vardır görürcesine bilenler için. Ben- liklerinizin içinde de. Hâlâ bakıp görmeyecek misiniz?” (Zâriyât, 20-21)

“Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve öz benliklerinin içinde göstereceğiz. Ta ki, onun hak olduğu kendilerine ayan beyan belli olsun. Kendisinin her şey üzerinde bir tanık oluşu, se- nin Rabbine yetmez mi?” (Fussılet, 53)

AYETLERİ DEĞERLENDİRMENİN GELİŞİMİ

Kur’an’dan anlaşılıyor ki, ayetleri gözlemleme, insanlığın tekâmülüne paralel bir gelişme göstermiştir. Peygamberlerin mucizeleri bunun en açık örneği ve delilidir. İlk peygamber- lerin mucizeleri (ayetler) daha çok dış dünya ile ilgili, göze, kulağa... kısaca beş duyuya hitap eden ve her seviyede insa- nın etkileneceği tipten ayetlerdir. Ayetler, zaman geçtikçe
daha derin düşünce ve gözleme konu olacak bir nitelik ka- zanıyordu. İnsanlık her devirde ilkel, kaba idrakı doyurucu ayetlere hevesli tiplerle doludur. Bugünkü dünyam, ‘velîden kerametler’ isteyen insanları da buna bir delildir. Kur’an-ı Kerim’in şu beyanları, konumuz bakımından çok ilginçtir.
“Şunu da söylediler: ‘Ne biçim resuldür bu; yemek yiyor, so- kaklarda yürüyor. Üzerine bir melek indirilmeli, beraberin- de özel bir uyarıcı olmalı değil miydi? Yahut ona bir hazine gönderilmeli yahut ürününden yediği bir bahçesi olmalı de- ğil miydi?’ O zalimler şunu da söylediler: ‘Sizler büyülen- miş bir adamdan başkasının ardı sıra gitmiyorsunuz.’ Bak da gör, nasıl benzetmeler yaptılar senin önünde! Sapıttılar, artık bir daha yol bulamazlar.” (Furkan, 7-9)
Burada sergilenen anlayış, çok geri bir anlayıştır. Kur’an, mu- hakeme ve düşünceden uzak benliklere hitap edecek bu tür ayetler istenmesini, işte böyle biniyor. Buna karşın bizi, başı- boş sandığunız eşyayı, umursamayıp kenara attığımız olayları derinden incelemeye çağırıyor ve bize bu hususta anahtarlar veriyor. Sineğin kanadı, gecenin karanlığı, rüzgârın sesi, hat- ta cansız saydığımız maddelerin, fark edemediğimiz tespihi...
Bütün bunlar yüzlerce ayet taşımaktadır. Kısacası, Kur’an, varlık ve oluşun bizzat kendisini bir mucize halinde tanıtıyor.

Kur’an vahyinden sonra ilkel ayetler istemek bir geriye dö- nüştür. İnsanlığı getirildiği zirveden alıp çukura indirmektir. Bu yüzden, Kur’an, atalarının izinden gideceklerini söyleyen müşrikleri şiddetle kınamaktadır.

Son Peygamber Devrinde Ayetler:
Son Peygamber dönemi, ayetlerde kemal devridir. Bu dö- nemde ayetler tefekkür, taakkul (düşünme, aklı çalıştırma), ilim, sanat gözlem konusu olmuşlardır. Enfüsî ayetlerin in- celenmesi de ilk defa Muhammed ümmetine öğretilmiştir. (Zâriyât, 20-21) Son Peygamber döneminde, kelam (söz) en

büyük ayet olmuştur. Bir kelam olan Kur’an’ın bizzat ken- disi en büyük ayettir. Bu yüzden, onun küçük bölümlerine, Cenabı Hak, ayet adını vermiştir. Kur’anda, Kelime, cümle ve surelerin tertibi de mucizedir. Mucizelik, Kur’an’daki mate- matiksel kod sistemleriyle de perçinlenmiştir. 19 Kod Sistemi bunlardan biridir. Mesela, birkaç surenin başına gelmiş bulu- nan Elif-Lâm-Mîm v.s. gibi harfler -ki bunlar, teknik anlamda birer ayettir- her surenin başında aynı anlama gelmez. Çünkü dikkatle bakıldığmda görülür ki, Kur’an’da tekrar yoktur. O harfler bulundukları yerlerde birlikte bulundukları diğer harflere göre değişik anlamlar taşır.

Kur’an hayat gibidir. Hayat, aynı şeylerin, aynı veya benzer olayların sergilenişi, tekrarı gibi görülür. Oysaki en basit san- dığımız vücudumuz bile dakikada birkaç kere değişmektedir. Kur’an da böyledir. Kur’an hayata benzer. Mekanik sınıfta- malardan, zihnimizin alıştığı silsileler takip etmekten uzaktır.

Kur’an, ne kronolojik ne de sistematiktir. O, statik bir dü- şünce sistemi değü, dinamit bir hayat seyri ortaya koyar. Muhammed İhbal, Kur’an’ın ruhunu ‘antiklasik’ olarak ni- telendirip onun Yunan düşüncesiyle barışmayacağını ifade ederken haklıdır. Kur’an, bakarsmız bir bahar sabahı sizi bahçelerde gezdirirken, birden ağır bir fırtına ile yüz yüze getirir. Bir hukuksal kavramı verirken aniden şiirin fezasma sıçrar. Bu özellik, Kur’an’daki tannsal hürriyetin üslup ve ter- tibe sinmiş esrarlı bir görünüşüdür.

Ayetler ve Yetenekler:
İlkel insana hitap eden ayetlerle, son dönem ayetleri arasın- daki farklardan biri de evvelkileri incelemenin üim, kültür
v.s. gibi birtakım niteliklere ihtiyaç göstermemesidir. İkinci tür ayetler bazı yetenekler olmadan incelenemezler. Demek olur ki, ikinci dönem ayetleri daha gelişmiş insana hitap eder, birtakım niteliklerle donanmış insan ister. Bu vasıfların, ge- nel olanlar, yani her ayet için gerekli görülenleri yanında, sadece bazı ayetler veya ayet grupları için arananları da var-


dır. Örneğin, ilim her ayet için bir gözlem şartıdır. İlim olma- dan Kur’an’m sergilediği veya dikkatinizi çektiği ayetlerden bir şey anlayamayız. Bu inceliğe işaret için olmalı ki, ilk ayet “Oku!” diye başlamıştır. Buradaki ilmin, terminolojik anlam- da ilimden çok, genel çerçevede kültür anlamında olduğunu söyleyebiliriz.

Basit bir dinleyici kültürüne sahip bireyle, uzman bir âlimin ayetleri değerlendirmeleri aynı derecede verimli olmayacak- tır. Mesela, Kur’an, tarihsel tetkike çok önem vermektedir. Ve tarih felsefesi üzerinde ilk sistemcilik Müslümanların na- sibi olmuştur. Sosyolojinin de bu yaklaşımın meyvelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu, bir filozof işidir. Fakat Kur’an bizi her zaman ve her şeye ibretle bakmaya çağırıyor. Bu ibretle bakış, vurdumduymazlıktan, ilkellikten, ‘yürürken uyumak’tan kurtulmuş olmakla başlar, atomların tetkikini yapabilecek seviyeyi elde etmeye kadar gider. Bu noktada, çağdaş bir Müslüman düşünürün konumuzla ilgili görüşü önemle kaydedilmelidir:
“Kur’an, kâinata, ‘Allah’ın ayetleri’ demektedir. Kur’an esas itibariyle üç çeşit ilmi teşvik etmeye derin ilgi duymuştum. Birincisi tarih ilmidir. İlk tarih filozofunun bir Müslüman olan İbn Haldûn (ölm. 1405) olması bir tesadüf değildir. Şüphesiz bu, coğrafyanın tetkikini de içine almaktadır. Müslümanların coğrafyaya olan hizmetleri hususundaki hakları henüz tam teslim edilmemekle beraber, bu alana yaptıkları katkılar ar- tık bir sır değildir. İkinci olarak da Kur’an, sık sık temas et- tiği fizik âlemle çok yakından ilgilenmektedir. Üçüncü tetkik sahası bizzat insanın kendisi, yani davranışı ve psikolojidir. Kur’an, dış âleme, âfâk derken, insanın iç tabiatına enfüs demektedir. Böylece her üç alan tarih (ve coğrafya), kâinat ve beşerî davranışa ait iç kanunlar, Kur’an’a göre, Allah’ın ayetleriyle doludur ve insanlık için hidayet ilkelerini vermek- tedir.”

“Kur’an’a göre, ilim bir tevhittir ve o halde, parçalanamaz. Her ilim dalmda ilerlemek için ihtisas zorunludur; ancak bilgilerin sonuçları, büyük insanlar tarafından hayatın ve kâinatın genel bir manzarasını verecek tarzda tamamlanmaz- sa insanlık sayısız zarar görür. Günümüzde fen ilimleri ve teknoloji alanındaki ihtisas, ilme ve teknolojiye yön verecek olan yüksek değerlerin yetiştirilmesi pahasına bu alanlardaki yoğunlaşma, insanlarda korkunç bir dar ve kısa görüşlülük meydana getirdi ki, bu da zararlı sonuçları henüz görünmeye başlayan huzursuzluk ve kafa boşluğunu doğurdu.” (Fazlurrahman, Major Themes of the Koran, 27-28)

Kur’an, ilmin insan hayatının gelişmesine hizmet eden bir kompozisyon olmasını ister. Bu da parça bilgilerin büyük ze- kalar tarafından birleştirilmesini gerektirir. Kur’an buna, ‘gök- lerin ve yerlerin melekûtunu tefekkür’ adını veriyor ki bunu ancak filozoflar ve filozofik yanı olan bilim adamları yapabilir.

İm:

Yukarıda sözünü ettiğimiz esaslar dahilinde ilim, ayetleri in- celemek için kaçınılmazdır. Bütün ayetler ilim sayesinde in- celenir. Şu dikkat Sekişe bakın:

“Paranın ve denizin ltaranlıklarında, kendileriyle yol bul- manız için yıldızları hizmetinize veren O’dur! Bilgiden na- sipli bir topluluk için ayetleri gerçekten ayrıntılı kılmışız/ fasıllara ayırmışızdır.”(En’am, 97; Ankebût, 49)


Ayetleri tetkik edebilmenin bir şartı da imana sahip olmaktır. Burada iman mutlak anlamda inanmaktır. Bunu, İslam di- nindeki terminolojik imanla eşitlemek yanlıştır. O anlamda iman, her ayet için aranan özelliklerden değildir. Materyalist bir ilim adamı da imana muhtaçtır.

İlim adamlarının muhtaç oldukları sabır ve gayret bu anlam- da imandan başka şey değildir. Yıllarca süren yoğun dene- me-yanılmalar, kanun haline gelmiş teorilerin gerektirdiği


yorucu çalışmalar, inançlı insanların göğüsleyeceği zorluklar- dır. Bu iman da saygıya layıktır. Esasında, en basit bir okulu bitirmek bile bir iman işidir. İlim, felsefe ve sanat yolundaki sabır ise imanın ideal şeklini çerçeveler.

Taakkul, TefeMür, Teşekkür, Tafakkuh, Tevessüm, Dolaşmak (Aklı, kalbi, duyuları iyice işletmek, yeryüzünü, uzayı dolaşarak gözlemlemek)

Kur’an, ayetlerden anlamlı sonuçlar çıkarmak için aklı ça- lıştırmayı ısrarla önerir.(bk. Nahl, 12; Bakara, 164) Yer ve gökler senfonilerle doludur. Bu senfonileri, bilgin bir dille, sanatçı başka bir dille, filozof ve mistik daha başka bir dil- le ifade eder. Esasında ayetler sayılamayacak kadar çoktur. Bir tek ayet binlerce dilden, binlerce eğilim ve meslekten ko- nuşur. Konuşturabildiğiniz, konuşabildiğiniz kadar konuşur. Özetleyelim:
Kur’an, Yaratıcı kudretin indirdiği kitaptır. Kur’an bize bildi- riyor ki, indirilmiş kitap yanında bir de yaratılmış kitap vardır. Bu ikincisi, evrendir. Yine Kur’an bildiriyor ki, Yaratıcı’nın bir de bu iki kitabı okuyacak şuurlu bir kitabı vardır: İnsan. Kur’an ve evren kitaplarının ‘okunan kitap’ (Kur’an’ın keli- me anlamı da budur) olmalarına karşın insan, okuyan kitap- tır. Gerçekten de insan, kitap okuyan kitaptır.


VARLIK VE OLUŞUN 7ÜMÜNÜN MUCİZE İLßN
EDİLMESİ
Kur’an’in belirli parçalarini ifade etmek için kullanilan ‘ayet’ tabirinin, ayni zamanda mucize anlamina geldiğini yukarida söylemiştik. Öte yandan, Kur’an, kendisinin ayetlerle dolu olduğunu bildirdiği gibi, evrenin ve insanin da ayetlerle dolu birer alan, daha doğrusu birer kitap olduğunu bildirmekte- dir. O halde, ayetlerden oluşan Kur’an kitabi nasil mucize- lerle dolu ise yine ayetlerden oluşan evren ve insan kitabi da mucizelerle doludur. Bunun açik ve formüler anlami şu olacaktir:
Varlik ve oluşun tümü, mucizedir.
Her şeyden önce yerküre incelemeye açilmiş, insan bu incele- meyi yapmak üzere israrla teşvik edilmiştir. Yerin üstü de alti da incelenecektir. Çünkü yerkürenin tümü mucizelerle dolu- dur. Boğulan Firavun’un geriye birakilmiş mumyasi bile bir ayet-mucizedir. Son nefeslerini vermek üzere olan Firavun’a şöyle deniyor:

“Bugün senin bedenini kurtaracağiz ki, arkandan gelenlere bir ayet olasin. Anna insanlarin çoğu biziin ayetlerimizden gerçekten habersiz bulunuyor.” (Yunus, 92)

O halde, Firavun’un sonraki asirlara birakilmiş mumyasi bile, tipki Kur’an ayetleri gibi incelenecektir. Çünkü Kur’an, ayet- ler arasinda hiçbir ayrim, hiçbir hiyerarşi kabul etmez; o, eski uygarlik kalintilarinin dikkatle incelenmesini israrla emret- mektedir. Bu konudaki emirler siralandiğinda, insanliği ar- keolojik araştirmalara ilk sevk eden kitabin Kur’an olduğu
den bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, bir tek suyla sulanırlar. Biz bunların, yemişlerde bir kıs• mını diğer bir kısmına üstün kıldık Bütün bunlarda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette ki ayetler vardır.” (Ra’d, 4)

“Görmüyorlar mı ki, biz o yerküreye geliyor, onu uçlarından eksiltiyoruz. Allah hükmeder, O’nun hükmünü denetleyeceh de yoktur.” (Ra’d, 41)

“Biz, gökleri de yeri de bunlar arasındakileri de eğlenip eğ- lendirelim diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek iste- seydik onu kendi katımızdan edinirdik. Ama böyle yapanlar değildik/yapsaydık öyle yapardık.” (Enbiya, 16-17)

“Allah gökleri de yeri de hak olarak yaratmıştır. Kuşkusuz, bunda, iman sahipleri için mutlak bir mucize vardır.” (Ankebût, 29; Hicr, 85; Rûm, 30; Sâd, 27; Dühan, 38; Ahkaf, 3)

“Ölü toprak onlar için bir mucizedir. Onu dirilttik, ondan dâne çıkardık; bak işte ondan yiyorlar. Onda hurmalardan, üzümlerden bahçeler oluşturduk, ondan pınarlar fışkırttık” (Yasîn, 33-34)

Bu mealde ayetlerin sayısı, ikiyüze yakındır. İnsanlık tarihinde ilk kez Kur’an, insanlığın bakışlarını ve düşüncesini yerküre- nin mucizelerle dolu yapısına çevirmiş ve bu ‘ayetler’ mecmu- asının inceden inceye tetkik edilmesini istemiştir. (Ayrıntılar için bizim ’KilreselÂfetler’ adlı kitabımıza bakılabilir.)

GELECEĞE UFUK AÇAN AYETLER

Bir yandan, üç kitabın mucizelerle dolu yapısı önümüze açılır- ken, bir yandan da bu yapıda, gelecek zamanlarda vücut bu- lacak yeni ayetlere (mucizelere), esrarlı işaret ve delaletlerle dikkat çekilir. Bu tür ayetler, deyim yerinde ise mucize içinde mucize sergileyen beyyinelerdir. Bir örnek olarak Yasîn sure- sinin 32-44. ayetlerini görelim. Bu ayetler, bir yandan, evren kitabının taşıdığı ayetlerin bir kısmındaki mucizelere dikkat
çekerken, bir yandan da gelecek zamanlarda fark veya keşfe- dilecek yeni bazı ayetlerin ufuk çizgilerine bakmamızı sağla- maktadır.

Antlan ayetlerde, önce yerkürenin taşıdığı mucizelere yer ve- rilmiş, ardından yerküre ile uzay arasında ilişki kurulmuştur. Bir kelam mucizesi olan Kur’an burada, bakış ve düşüncemi- zi, uzay olaylarına, güneş sisteminin işleyişine, Ay’ın evrele- rine, gece ile gündüzün seyrine çekiyor, ardından da bizi bu olaylarda eksen kelime olan ‘felek’ (çoğulu: fülk) sözcüğünün yeryüzündeki gemileri ifade için kullanılan şekli olan ‘fülk’ (gemi/gemiler anlamında, tekili ve çoğulu aynı) sözcüğüne yönlendiriyor. Bunu yaparken, insanlığın bin küsur yıl sonra imalve inşa edeceği uzay gemilerine de ince bir işaretle ufuk yönlendirmesi yapıyor. Bütün bunlar, kelam mucizesi olan Kur’an’ın kullandığı ‘fülk’ kelimesiyle gerçekleştirilmiştir. Yani tek kelimenin kullanımıyla. Önce o ayetleri görelim:
“Gece de onlar için bir mucizedir. Gündüzü ondan soyup alı- rız da onlar karanlığa gömülüverirler. Güneş, kendine özgü bir durak noktasına/bir durma zamanına doğru akıp gidiyor. Azîz, Alîm olanın takdiridir bu. Ay’a gelince, biz onun için de birtakım menziller/birtalum evreler belirledik. Nihayet o, eski hurma sapının eğrilmişi gibi geri döner. Güneş’in Ay’a ulaşıp çatması gerekmiyor. Gecenin de gündüzü geçmesi ge- rekmez. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. Zürriyetlerini o dolu gemide/sularda seyreden yük gemilerinde/uzayda sey- reden uzay gemilerinde taşımamız da onlar için bir ayettir. Onlar için, tıpkı o gemi gibi/anılan gemiler misali biniyor oldukları başka şeyler de yarattık. Eğer dilersek onları bo- ğarız. Bu durumda ne kendileri için feryat eden olur ne de kurtarılırlar.” (Yasîn, 37-43)

Uzay varlıklarının seyrinin, bin küsür yıl öncesinde ‘yüzme’ (sibaha) kavramıyla ifade edilmesi de bir mucizedir. Uzay ci- simleri ve uzay gemileriyle yerküredeki gemilerin hareketleri- ni ifade eden iki ortak kelime seçilmiştir: Felek-fülk ve sibaha.
Fa, Lam, Kef harflerinden oluşan felek (Fe, Lam, Kafitan


oluşan felak değil) sözcüğü esrarlı bir sözcüktür. Kur’an’da ‘felek’ şeklinde tekil alındığında uzay olaylarına ifade için kullanılmaktadır. Fülk şeklinde çoğul kullanıldığında yerkü- redeki gemileri ifade için kullanılır. Yasîn, 39-41. ayetlerde- ki kullanım da budur. Burada, yerküre gemileri ve onların seyriyle, uzay cisimleri ve onların seyri arasındaki paralellik, benzerlik ve terminoloji birliği yine bir mucize olarak (tabiî ki işaret yoluyla) kuru1muştur. Ve insanlık, evren kitabının ayetlerinde sergilenen bu mucize paralellik üzerinde durma- ya çağırılmıştır. Müfessirlerin babası diye anılan Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/1209), bu paralelliğe hayranlık verici bir şekilde dikkat çekmiş, bu ayetleri açıklarken şu tabiri kul- lanmıştır:

“Yüce Tanrı, bu ayetlerde gök cisimlerinin uzaydaki yüzü- şüyle o yüzüğün bir benzeri olan sulardaki gemilerin yüzüğü- nü açıklamaktadır.” (Râzî, hfefâtîhu’l-Gayb, 26/78)

Tabii ki, uzay gemilerinin keşfinden sekizyüz küsur yıl önce yaşamış Râzı den, ‘uzay cisimleri’ yerine ‘uzay gemileri’ de- mesini bekleyemeyiz.

Burada, elbette ki bu kitabın izin verdiği ölçüde, 41. ayet üze- rinde ayrıca durmak isteriz: Bu ayet, geleneksel meallerde, o arada Elmalılı Hamdi üstadın tefsirinde, anlam boyutlarından sadece birine hapsedilmiştir. Şöyle ki, ‘dolu gemi/gemiler’ veya ‘yük gemisi’ anlamındaki ‘el-fülkü’l-meşhûn’ ifadesi sadece ‘dolu gemi’ diye tercüme edilip bundan maksadın da Nuh'un gemisi olduğu söylenmiştir. Elmalılı, daha da garip bir şey ya- pıyor: Buradaki geminin Nuh’un gemisi olmadığını, bundan maksadın ana rahmi olduğunu söylüyor ve hiçbir gerekçe gös- termiyor. Ondan hiç beklenmeyecek bir sürçmedir bu.

‘el-Fülkü’l-meşhûn’ tabiri hem ‘bir gemi’ hem de ‘gemiler’ anlamını aynı anda ifade eder. O halde, ayeti tercüme eder- ken bu iki anlamın ikisini de kaydetmek gerekir. Hem de pa- rantez açarak, kendi yorumunu katıyor havası vererek değil, bir kesme işareti koyup kelimede iki ayrı anlaman bulunduğu- nu göstererek. Çünkü fülk sözcüğü tekili ve çoğulu aynı olan


kelimelerdendir ki, Arap dili lügatleri buna mutlaka işaret ederler. O halde bu tabiri, ‘dolu gemi’ diye çevirmekle yetin- mek tamamen yanlıştır; bu yanlış, kelamın esas mesajını örse- lemektedir. Ayet, mucize bir ifadeyle, hem Nuh’un gemisini hem de bütün zamanlardaki gemileri ifade etmekle kalmıyor, ‘fülk’ kelimesindeki mucize yapıyla, geleceğin uzay gemileri- ne de işaret ediyor.

42. ayette, gemi tabirine yollama yapilirken tekil zamir kiil- lanilmiç ve ‘gemiler’ diye anlamamizin önü kesilmiştir gibi düşünü1ebilir. Hiç de öyle degildir. Kur’an, çoşul gibi duran bazi olaylar veya eçyalar bütününe, anlatilanlarin özetini esas alarak bazen tekil zamirle atif yapmaktadir. Yani 42. ayetteki zamirin tekil olmasi, 41. ayetteki ‘fülk’ kelimesinin tekil alin- masini zorunlu kilmiyor. Kur’an’da bunun başka örnekleri de vardir. Nitekim müfessir er-Ràzî, bu sorunun zihinlere takila- bilecegini düşünmüş olacak ki bizim şurada verdigimiz açik- lamanin bir benzerini eserinde kayda geçirmiş ve Kur’an’dan örnekler vermiştir. (bk. Ràzî, age. 81) Özetleyelim:
Kur’an, Newton’un, yıldızlı bir gecede semaya bakarak “Tanrı’nm en büyük kitabı bu!” dediği evreni işte böyle oku- yor ve böyle okunmasını istiyor. Ne yazık ki Kur’an’ı me- zarlığa hapsedenlerin, onun tanıttığı evren kitabını bırakın böyle okumayı, sevap için bile okumaları mümkün değildir. Kur’an’ı, kafalarında oluşturdukları bir ‘sevap’ı elde etmek için okuyanlar, evren ve insan kitabını sevap almak için bile okuyamazlar. Ta, Kur’an’ı ve evreni Kur’an’ın istediği gibi okumayı öğreninceye kadar. Ve sevabın, ancak böyle bir oku- yuşla elde edileceğini anlayıncaya kadar.



İLMİN TEK USTUNLUK OLÇUSU YAPILMASI
“Hiç, biliyor olanlarla bilmiyor olan- lar/ilimden nasipli olanlarla ilimden nasipsiz olanlar eşit olur mu?”
Zümer suresi, 9

Kur’an’da ilim kökünden kelimeler 850 civarında yerde geç- mektedir. Bunların 400 küsuru fiil halde kullanımdır. Bu da gösterir ki ilim Kur’an tarafından bir faal değer olarak alın- maktadır. İsim kullanımların 200’ü aşkın kısmı Allah’ın isim- sıfatl olarak geçmektedir. Allah’ın isim-sıfatlarından biri olan Alîm kelimesi 162 kez kullanılmıştır. Bizatihi ilim sözcüğü 110 civarında yerde geçiyor.

Kur’an’da kullanıldığı şekliyle ilim, geçtiği yere göre, bilimsel bilgi, aklî bilgi, deneyime dayalı bilgj, vahyî bilgi anlamlarından birini ifade etmektedir. İlmin karşıtı, cehalettir.

Kur’an, kendisinden önceki dönemi, özellikle kendisine karşı çıkanların yaşadığı toplumun Kur’an öncesi dönemini Cahiliye diye anarak kendisinin esas amacının ve mesajındaki omurganın ilim olduğuna çok muhteşem bir vurgu yapmakta- dır. Kur’an, kendisinin layıkıyla tanınmasını sağlayacak değe- rin de ilim olduğunu ifade etmektedir:

“Kendilerine ilim verilenler onun, senin Rabbinden bir hak olduğunu bilsinler, ona inansınlar da kalpleri ona saygı duy- sun diye böyle yapılmıştır.” (Hac, 54)
Dil açısından baktığımızda, Kur’an dili lügatlerinin ilim kelimesinin anlam çerçevesi konusunda şunları kayda geçirdiklerini görüyoruz:

“İlim, bir şeyin hakikatini bilmektir. İlim, şuur ve kavrayış yetisini de içerir. Bunun içindir ki Allah’m bilmesinden söz edilirken, ‘ya’lemu’ (ilim yoluyla bilir) denir de ‘ya’rifu’ (irfan yoluyla bilir) denmez.” (Fîrûzâbâdî, Kaamus)

“İlim bir şeyi hakikatiyle idraktir ki bu da iki şekilde olur:

1. Şeyin zâtını (gerçek kimliğini) bilmek,

2. Şeyin varlığına veya yokluğuna hükmetmek. Bu hükmet- menin de iki şekIi vardır: Birincisi, bir şey hakkında, kendisi için varolduğu şeyin vücuduyla hükmetmektir. İkincisi, ol- mayacağına delil olduğu şeyin yokluğuna dayanarak hüküm vermek.” (Râgıb, eI-Müfredât, ilm maddesi)

İlim, şuur anlamı da taşımaktadır ve Kur’an ilim sözcüğünü bu anlamda da kullanmıştır. Mesela, Nisa 43. ayette bu an- lamdadır.

Demek ki, ilim, şeylerin varolup olmadıklarına karar verme- nin belirleyicisi olduğu gibi, varolan şeylerin yapılarının ve kimliklerinin mahiyetini bilmenin de tek yoludur.

İLİM İLE İRFANIN MÜNASEBET VE MUKAYESESİ

Arap dilinin bu bilgiyi veren anıt lügatleri ilimle irfanın mu- kayesesini yapmayı da ihmal etmemişlerdir. İlmin aksine, “irfan, bir şeyi izinden, işaretinden hareketle tedebbür ve te- fekkür ederek bilmektir. Allah’ı bilmeye ilim değil de marifet (irfan) denmesi, beşerin onu ancak eserleri üzerinde düşü- nerek bilebileceği gerçeğine işaret içindir. Beşer, Allah’ı za- tıyla bilemez ki o bilmeye ilim densin. Ona irfan denir, çün- küz irfan, noksan olan ilim (el-ilmü’l-kaasır) için kullanılır.

Noksan bilgiye irfan dendiği içindir ki, Ehlikitap, bildikleri şeyleri tasdik edici olarak gelmesine rağmen Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i inkâr etmiştir. Bakara Suresi, 89 ve 146. ayetler onların bu noksan bilme halini ifade için ilim kökünden değil de irfan kökünden kelimeler kullanmıştır. Çünkü onların o ilimleri noksan bir ilimdi ve nitekim bu noksan ilim onları inkârdan kurtaramamıştır.” (Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredât, irfan mad.)
İlim ve irfan mukayesesi münasebetiyle, verilen bu bilgiler bir büyük gerçeği daha ortaya koyuyor, daha doğrusu bir büyük saptırmayı düzeltmemize yardımcı oluyor:

Tasavvuf-tarikat geleneği hep şuna vurgu yapmıştır: İrfan ilimden üstündür, çünkü Allah irfan sayesinde bilinir ama ilim sayesinde bilinmez. Buna bağlı olarak, aynı gelenek, Allah’ı bilmeye 'mârifetullah’ der, ‘ilmullah’ demez. Kendi üstadlarına da ‘âriP der, ‘âlim’ demez. Ve bunu kendi lehin- de bir üstünlük olarak kayda geçirir.

Gerçek, bunun tam tersidir: Allah’ı bilme konusunda ilim ke- limesinin değil de irfan kelimesinin kullanılması, sûfi gelene- ğin söylediği gibi, ilmin yetersizliğinden değil, irfanın yeter- sizliğindendir. ‘Bir şeyin hakikatini bilmek’ olan ilim, gerçek kimliği asla bilenemeyecek olan Allah’ı bilmeyi ifade etmek için, işte bu yüzden kullanılmaz. Ve Allah’ı gerçek mahiye- tiyle bilmek mümkün olmadığı içindir ki, O’nu bilmekten söz edildiğinde ‘noksan ilim’ olan irfan tercih edilir. Yani burada üstünlük irfan lehine değil, ilim lehine kayda geçirilmelidir. O halde, tarikat büyüklerinin ‘âriP sıfatları onları âlimlerin önüne geçirmez, arkasında sıraya dizer.
Âlim sıfatı olmayan ve böyle bir sıfata sahip olmayı da iste- meyen tarikat çevreleri, önderlerine verdikleri ‘âriP unvanı- nı ‘âlim’ unvanının üstüne çıkarmak üzere oyunlar oynadı- lar. Gerçek ise onların söylediklerinin tam tersidir. Kur’an. Allah’ı bilmeye ‘ilim’ denmeyeceği yolunda işaretler taşıyor Öte yandan, Allah’tan hakkıyla korkabileceklerin de ilim sa- hipleri olduğunu söylüyor:

“Kulları içinde Allah’tan ancak bilginler ürperir.” (Fâtır, 28)

Ârifin âlimden üstün olduğunu söyleyen anlayış, ‘irfanî bil- gi’ veya ‘bâtınî bilgi’ olarak gördüğü ilhamı da ilimden üstün görmektedir. ‘İlhamî bilgi’ veya ‘bâtınî bilgi’ tabirleri Kur’an dışıdır. Kur’an böyle bir ilim türünden söz etmemektedir. Bir kere Kur’an, ilimden nasibi olmayanların kalplerinin mühür- leneceğini as' k seçik bildirmektedir:
“İlimden nasipsizlerin kalpleri üzerine Allah işte böyle mü- hür basıyor.” (Rum, 59)

Hal böyle olunca, ‘ilhamî bilgi’ veya ‘kalp gözüyle elde edilen bilgi’ nasıl ve nereden elde edilecektir. Mühürlenmiş kalbin ilham ve irfan üretmesi mümkün müdür.

Kur’an, Allah’ın bilgi kudretini ifade etmede sadece ilim kö- künden kelimeler kullanmış, irfan kökünden tek kelime kul- lanmamıştır. Bu da Allah’a yakınlık açısından âlimin âriften üstün olduğunu gösterir. Allah’in isim-sıfatları içinde ilim kö- künden türeyen 4 isim-sıfat vardır: Âlim, Alîm, Allâm, A’lem. Bu sıfatların özellikle ilk ikisi, onlarca kez geçmektedir. Alîm 162 kez, A’lem 49 kez, Âlim 20 kez, Allâm 4 kez.

Hz. Yusuf, olayların tevilini bildiği halde kendisini ilim üstü bir yetiyle donanmış, ârif, ilham sahibi vs. diye göstermiyor, ilimden nasipli biri (alim) olarak gösteriyor:
“Ben, hafızası çok güçlü/emanetleri iyi koruyan, alîm/bildi-
ğini çok iyi bilen biriyim.” (Yusuf, 55)

Kur’an dilinin anıt lügatçilerinden biri, belki de en büyüğü olan Ebu Mansûr Muhammed bin Ahmed el-Ezherî (ölm. 370/980), bu gerçeği fark etmiş ve şöyle ifadeye koymuştur:
"Yusufun olayları tevil yetisi onun bu ‘âlim’ yapısına dayanıyordu.” (Ezherî, Tehzîbu’l-Lüga, ilim mad.)

Yusuf’a verilen olayları tevil yetisi, tarikatçı geleneğin söyle- diği gibi, keramet, doğaüstü yeti falan değil, bilgi ürünü bir yeti olarak tanıtılıyor. ‘Ona olayların yorumunu öğretmek’ten söz ediliyor. (Yusuf, 21) Bu eğitimin ifade edilişinde kullanı- lan kelime de ilim kökünden bir kelimedir. Yusufun olay- ların arka planını görme yetisinden söz eden tüm ayetlerde, ilim kökünden isim ve sıfatlar kullanılmaktadır. Hz. Musa’ya bazı özel bilgiler öğreten kişiden söz eden ayetlerde de hep ilim ve ilim köklü kelimeler kullanılmıştır. (Kehf, 65-83) Yani Kur’an, ilimden nasibi olmayan, ilimle bağı kesik veya kopuk hiçbir keramet, sezgi veya ilhamı kabul etmemektedir. ilke son derece açık ve çok sert konmuştur:

“Allah, ilimden nasibi olmayanların kalpleri üstüne mühür
basmıştır” (Rum, 59; Tevbe, 93) )

Kur’an, insan onurunu ilimle irtibatlandırdığı gibi, imanı da ilimle bağlantılı kılmıştır. Bir kere, peygamberlere bu büyük vehbî yeti verilirken onlara bir şey daha verilmektedir: İlim. Başka bir ifadeyle peygambere iki şey birden verilmektedir: Hüküm, ilim. (Yusuf, 22; Enbiya, 74; Neml, 15; Kasas, 14) Bu özellik sadece birkaç peygamber için geçerli değildir. Böyle bir iddianın öne sürülmesini önlemek için, hem de Enbiya (peygamberler) suresinde şöyle diyor Tanrısal kitap:

“Peygamberlerin her birine hükümdarlık ve ilim verdik. Dâvud’a dağları boyun eğdirdik. Kuşlarla beraber tespih ediyorlardı. Yapmak isteyince yapanlarız biz!” (Enbiya, 79)

Bunun içindir ki, nebilerin sonuncusuna bile şöyle dua etmesi emredilir:

“O’nun sana gönderilen vahyi tamamlanmadan önce, Kur’an hakkında aceleci olma. Şöyle de: ‘Rabbim, ilmimi ar- tır!” (Tâha, 114)

Kur’an’ın mucize devrimlerinden biri de şudur: Kur’an, ilim ve taibat üstü bir gerçek olan vahyi bile, özellikle yeryüzü- ne indiği andan itibaren ‘ilim’ diye nitelemekte ve böylece, vahyin yeryüzüne inişinden itibaren ondan yararlanmak iste- yenlerin bunu ancak ilim sayesinde gerçek1eştirebilecekleri- ne dikkat çekmektedir. Kur’an o esrarlı üslubuyla bu gerçeği şöyle ifadeye koyuyor:

“İlimden sana ulaşan nasipten sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir dostun/destekçin olur ne de bir yardımcın.” (Bakara, 120)

“Eğer sen, ilimden nasibin sana geldikten sonra onların boş ve iğreti arzularına uyarsan, işte o zaman, kesinlikle zalim- lerden olursun.” (Bakara, 145. Ayrıca bk. Âli İmran, 19, 61; Ra’d, 37)

Peygamberlik aynı zamanda ‘ilimde genişlik ve üstünlük’ an- lamı da taşır. (2/247) Peygamberler vasıtasıyla gelen ayetleri anlamak da ilimde derinleşmiş olanların nasibidir. Kur’an’ın yüzde doksanı aşan kısmını oluşturan müteşabih (çok anlam- lı, çok boyutlu) ayetlerini anlamak, Allah ile ilimde derinleş- miş olanların hakkı ve yetkisi içindedir:

“Kitabı sana indiren O’dur. Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik/bozukluh bulunanlar, fitne aramak, onun teviline öncelik tanımak için kitabın sadece müteşâbih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır.’ der- ler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşüne- mez.” (Âli İmran, 7)

Tanrı, kendisinin varlığına kanıt ve tanık olarak kendini, me- lekleri ve bir de ilim sahiplerini gösteriyor:

“Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına tanıklık etmiştir. Meleklerle ilim sahipleri de adalet ölçüsüne sarılarak ta- nıklık etmişlerdir ki, o Azîz ve Hakîm olandan başka hiçbir ilah yohtur.” (Âli İmran, 18)

İnsanlar arası ilişki ve çekişmelerde de iki tanık güvenilir kı- lınmıştır: Tanrı, ilim sahipleri:

“Küfre sapanlar, ‘Sen gönderilmiş bir elçi değilsin!’ diyor- lar. De ki, ‘Benimle sizin aranızda tanık olarak Allah, bir de yanında kitaba dayalı ilim bulunanlar yeter!” (Ra’d, 43)

İlim, maddede ve ruhta ışık ve mürşit olduğu ›sindir ki il- mine sahip bulunmadığlmız hiçbir şeyin peşi sıra gitmeme- liyiz. İzlemek için izlenen şeye iman gerekir, ama iman için de ilim gerekir diyor Kur’an. O halde, hakkında ilim sahibi olmadığımız şeye inanmamallyız. Esrarlı formül şöyle veril- miştir:

“Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutula- caktır.” (İsra, 36)

İlmine sahip olmadığınız şeyin ardınca gitmek, her şeyden önce ehliyetsizliğe teslim olmaktır ki, ziraattan sanayie, felse- feden ekonomiye, sanattan dine kadar tüm alanlarda felaket getirir.

Tanrı’nın “Emanetleri ehil olanlara verin!” (Nisa, 58) emri- nin elle tutulur bir gerçek olabilmesi 's in tüm yürüyüşlerin ilimden nasibi olanlarca ge•s ekleştirilmesi gerekir. Ahlak alanında da, gıybetten iftiraya kadar bütün kötülükler, il- mine sahip olmadığımız şeyleri dilimize dolamamızın ese- ridir.

İimine sahip olmadığımız şeyin ardına düşmenin en büyüh yıkımı din alanında vücut bulmaktadır. Bu yıkımın göster- gesi, dinde taklit tutkusudur. Müşriklerin, gerçeğin ölçüsü olarak atalarına atıf yaptıklarını bildiren ayetler, Kur’an üslubu içinde dolaylı yoldan bir taklit tanımıdır. Araştırmak ve ilmine sahip olmak yerine “Ulema böyle dedi, efendilerimiz böyle buyurdu, eedadımız böyle uyguladı...” lakırdılarıyla ilimsizlik ve taklide teslimiyet kutsallaştırılmakta ve peri- şanlık asırlardır sürüp gitmektedir.

Kur’an, varlık katmanlarının da birer bilim konusu olduğunu ifade etmek istemektedir. İlim kökünden türeyen ve varlık katmanlarına veya varlığın boyutlarını ifade için kullanılan ‘dlem’ (çoğulu: âlemûn) sözcüğü 73 kez geçmektedir. Bu varlık katmanlarına, Kur’an’m deyişiyle, ‘göklerin ve yerin katmanlarına-tabakalarına nüfuz’ ancak ‘sültan’ (hüccet) sayesinde mümkündür. Sültanın esas anlamı olan hüccet, Isfahanlı Râgıb’ın ifadesiyle, bilinmek istenen şeye kanıt olan beyyinedir. O halde, sültan kavramının esasını beyyine yani ilimden elde edilen kanıt oluşturur. Sültansız konuşmak, ilimsiz konuşmayla eşitlenmiştir:

“Allah çocuk edindi!’ dediler. Hâşâ! Allah bundan arınmış- tır! O Ganî’dir, hiçbir şeye muhtaç olmaz! Göklerdekiler de yerdekiler de O’nundur. Elinizde, söylediğinize ilişkin hiçbir kanıt yok Allah hakkında ilmine sahip olmadığının şeyi mi söylüyorsunuz?” (Yunus, 68)

Ayette kullanılan kelime ‘sültan’ kelimesidir. Kur’an, gök- lerin ve yerin sırlarına, yapılarına nüfuzun bu sültan/hüccet sayesinde mümkün olacağını bildirmektedir:

“Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından/ köşelerinden geçip gitmeye/göklerin ve yerin katmanlarına nüfuz etmeye gücünüz yeterse, hadi, geçin gidin/nüfuz edin! İlme dayanan hüccet dışında bir şeyle nüfuz edemezsiniz!” (Rahman, 33)

Kur’an, kendisine ve peygamberlere karşı savaşanlarm hüc- cetsiz savaştıklarını defalarca ifadeye koymuştur. (bk. örnek olarak İbrahim, 10; Ğâfir, 23, 35) Hayatın ve ölümün beyyi- ne (bilim ve akılla belirlenen kanıt) üzerine olmasını isteyen kitap, elbette ki, ilimsizliği körlük sayacaktır. Körlükse yolu sarpa sardırarak insanın önündeki tüm boyutları karartır.
“Bu dünyada kör olan, âhirette de kördür. Yolca da daha
sapıktır o.” (İsra, 72)

Kur’an’a göre, ilimle en büyük zıtlık şirk arasındadır. Yani akıl düşmanlığı ve geleneği ilahlaştırma arasında. Vahyin ve aklın temsilcileri, geleneğin ve akıldışılığın temsilcisi müşrik- lere son söz olarak şunu söylediler:
“Eğer doğru sözlü iseniz bana ilimle haber verin!” (En’am, 143; Ahkaf, 4)

Şirk çocukları ise vahyin ve aklın temsilcilerine şunu söyledi:

“Doğru sözlü iseniz atalarımızdan kanıt getirin!” (Dühan, 36; Câsiye, 35)

ÜÇ KİTAPTAN YARARLANMANIN TEK YOLU: İLİM

Tanrısal kitabın defalarca ve ısrarla altını çizdiği gerçekler- den biri de şudur: Kur’an’m bahsettiği üç kitabın, yani evren, Kur’an ve insan kitaplarınm ayetleri, ilimden nasibi olanlar için ayrmtılanmıştır:

“Bilgiden nasipli bir topluluk için ayetleri gerçekten ayrıntılı kılmışızdır.” (En’am, 97; A’raf, 32)

“Ayetleri bu şekilde, çeşitli başlıklarla veriyoruz ki, ‘Sen ders aldın!’ desinler, biz de ilimden nasiplenen bir toplum için onu iyice açıklayalım.” (En’am, 105)

“Biz ayetlerimizi, bilen bir topluluk için böyle açık seçik ortaya koyarız.” (Tevbe, 11)

“Güneş’i ısı ve ışık kaynağı, Ay’ı, hesabı ve yılların sayısını bilesiniz diye bir nur yapıp ona evreler takdir eden O’dur!

Allah bütün bunları, şaşmaz ölçülere bağlı olarak yaratmış- tır. Bilgiyle donananlardan oluşan bir topluluk için ayetleri ayrıntılı kılıyor.” (Yunus, 5)

Evren, Kur’an ve İnsan kitaplarının okunmasıyla elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi de âlimlerin yapacağı bir iştir. Yani hikmet elde etme ve elde edilmiş hikmeti değerlendir- me de bir ilim işidir. Orada bile ârif denmemiş, ilim sahibi denmiştir:

“Bunlar bizim, insanlar için yapmakta olduğumuz öyle ben- zetmelerdir ki, ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdi- remez.” (Ankebût, 43)

Ayette hem taakkul (aklı işletme) hem de ilim kullanılmqtır. Ve böylece, akletme işinin de âlimler tarafından yapılabile- ceğine vurgu yapılmıştır. Yani bir kitlenin aklını işleten kitle olabilmesi için eğitimli-bilgili kitle olması gerekmektedir.

Üç kitabın orta kitabı, Kur’an’dır. O, en büyük kitap olan ewen kitabıyla en küçük kitap olan insan kitabının tam or- tasında durur, o ikisinin layıkıyla okunması için rehberlik eder. Kur’an, öteki kitapların okunmasında isabetli yürümek için devrede tutulması gereken bir‘pusula kitap’tır. Oyüzden adlarından biri ‘Müheymin’ yani tashih edici, biri ‘Furkan’ yani eğriyle doğruyu ayıran, biri de ‘Nur’, yani ışık olmuştur. Orta kitap Kur’an, bütün bilgilerini, bütün sınıflamalarını ilim üzerine oturtmuştur:

‘temin olsun ki, biz onlara, ilme uygun biçimde aymntılı kal- dığımız bir kitap getirdik. İnanan bir topluluk için bir kıla- vuz, bir rahmettir o.” (A’raf, 52)

Bizzat Tanrı tanıklık ediyor ki, Hz. Muhammed’e indirileni ilim üzere indirmiştir:

“Allah, sana indirdiğini, kendi ilmiyle indirdiğine tanıklık eder. Melekler de tanıklık ediyorlar. Zaten tanık olarak
Allah yeter.” (Nisa, 166)

Kur’an, kendisini anlamanın ilim sahipleri için bir nasip oldu- ğunu bildiriyor:

“Bilgi ile donanmq bir toplum için ayetleri, Arapça bir Kur’an halinde ayrıntılı kılınmış bir kitaptır bu! Muştulayıcı ve uyarıcı olarak indirilmedir. Onların pek çoğu yüz çevirdi; kulak verip dinlemezler onlar.” (Fussılet, 3-4)

MÜRŞİTLİK, SADECE İLMİN VE ÂLİMİN HAKKIDIR

Kur’an, irşat (aydınlatma, iyiye ve doğruya kılavuzlama) işi- nin sadece ilimle mümkün olacağını defalarca ifadeye koy- muştur.

Kufan, hayatta bir tek mürşit tanır: İlim.

Peygamberlerin mürşitliği de ilim üzerine oturan bir yetidir. İlmi bir ‘şeytanî yeti’ gibi gösteren bazı tarikat çevrelerinin dillerine doladıkları ‘âriP tipin irşat ehli olduğuna işaret eden bir ima bile yoktur. Tam tersine, ilimden nasibi olmayanların yoluna asla ve asla uyulmaması buyurulmaktadır. Bu emir ve- rilirken yol tabirinin kullanılmasl ayrıca mucize bir ihbardır:

“Dosdoğru ve dürüst biçimde yol alın ve bilgiden nasipsizle-
rin yolunu sakın izlemeyin.” (Yunus, 89)

İlimsizliğin sevk ettiği yollar Allah’ın yolundan ayırır, parça- lanma getirir. İhtar son derece sert ve net yapılmıştır:

“Bu benim dosdoğru yolumdur, onu izleyin, başka yolları izlemeyin! Yohsa bu hal sizi O’nun yolundan uzaklaştırıp parçalara böler. Sakınıp korunasınız diye O size bunu öner- miştir.” (En’am, 153)

İlimden nasipsizlerin çağıracağı şey, heva ve heves (boş ve bitmez arzular) olur:

“Daha sonra seni, iş ve yönetimde bir şeriat/bir yol yöntem üzerine hoyduk. Artıh ona uy! İlimden nasipli olmayanların- heyifteri ardınca gitme! Kuşhun olmasın ki, onlar, Allah kar- şısında sana hiçbir yarar sağlayamazlar/Allah’tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar.” (Câsiye, 18-19)

Heva ve heves, dürtüler, sübjektif bakış açıları demektir. Objektif değerlere ve gerçeğe ulaşmanın yolu, ilimdir. İlim dışındaki değerlerin tümü, irfan ve iman dahil, sübjektiflik- ten kurtulamaz. Kur’an, yine mucize bir yaklaşımla, ilme hiç- bir kötülük ve çirkinlik izafe etmemiştir ama imana etmiştir. Bakara suresi, 93. ayet, Yahudilerin sapmalarını eleştirirken esrarlı üslubuyla insanlığa muhteşem bir ders vermekte ve imanın çirkinliklere âlet edilebileceğine vurgu yapmaktadır:

“Hani, sizden şu yolda hesin söz almıştıh da Tûr’u üzerinize kaldırmıştılu ‘Size verdiğimizi huvvetlice tutun ve dinleyin!’ Şöyle demişlerdi: ‘Dinledih ve isyan ettik.’ İnkârları yüzün- den gönüllerine buzağı içirildi. De ki, ‘Eğer müminlerseniz, ne kötü şeydir size imanınızın emretmekte olduğu!”

Ayette çirkinliğin izafe edildiği iki kelime var: İman, mümin. Şöyle bir sav ileri sürülemez: 'Çirkinliğin izafe edildiği iman Yahudilerin imanıdır, mümin de Yahudi müminidir. Bu eleştiri onlarla kayıtlıdır, başkalarını ilgilendirmez.”

Böyle bir say, Kur’an’ın ruhuna ve üslubuna aykırıdır. Kur’an öncelikle bir helam mucizesidir. Öyleyse hötülüh iza- fe edilirhen ses' len helimelerin bizatihi hendilerinde mesaj vardır. İlim sahiplerinden de birçok bozuk insan çıkmıştır, çıkacaktır; ama Kur’an hiçbir zaman ilme çirkinlik ve kötülük izafe etmemiştir. Kur’an, cevher olarah ilme kötülük izafe etmiyor ama cevher olarak imana çirkinlih ve kötülük iza- fe ediyor. Çünkü ilim objehtifdir-, daha doğrusu ilimden söz etmemiz için objektiflik şarttır. İmanm objektifliği söz konu- su edilemez. İmanda aslolan sübjektivitedir. Bu olgu, çok iyi

anlamlara kaynaklık edebileceği gibi çok kötü anlamlara da kaynaklık edebilir. Sübjektivite demek nefsin alanı demektir. Nefsin karıştığı şeyde genellikle hayır aranmaz. Hayır aran- mayacak şeyin de ardından gidilmez. Özetleyelim:

Allah korkusunun temeline ilim konduğu için (Fâtır, 28) hiç kimse ilimden nasipsiz birtakım adamların Allah adamı oldu- ğunu iddia edemez. Bu iddiaların tümü, ilimden nasipli olma önşartına bağlıdır. O önşart yoksa gerisi sadece aldatmaca olur. Böyle olduğu içindir ki, ilimsiz irşat konusu Kur’an’ın yakındığı konulardan biridir.

“İnsanlardan öylesi var ki, Allah uğrunda ilimsiz, kılavuz- suz ve aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın mücadele eder.” (Lokman, 20)

İlimsiz irşadın tehlikeli görünümlerinden biri de ‘hadis eğlen- cesi satın alarak’ insanları ilimsiz bir şekilde saptırmaktır. Bu noktaya parmak basan ayet, İslam tarihinin asırlık sıkıntıla- rından birine mucize bir biçimde dikkat çekmektedir:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce sap- tırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böylelerine rezil edici bir azap vardır.” (Lokman, 6)

ŞİRK VE KÜFÜR, BİR İLİMSİZLİK İLLETİDİR

Kur’an’m ana tezlerinden biri de şudur: Küfür ve şirkin Kur’an vahyinden anlamsız talepleri de Kur’an’a itirazları da ilimsizliğin bir sonucudur. Bu talep ve itirazları ileri sü- renler ya hiç bilmiyorlar yahut da ilimleri tam anlamalarına yetmiyor:

"Yahudiler, ‘Hristiyanlar hiçbir şey üzerinde değil’ dediler. Hristiyanlar da, ‘Yahudiler hiçbir şey üzerinde değil’ dedi- ler. Ve bunlar kitabı da okuyup dururlar. İlimden nasibi ol-

mayanlar da aynen onların sözleri gibi söz etti. Tartışmaya girdikleri şey hakkında, aralarında hükmü, kıyamet günü Allah verecektir.” (Bakara, 113, 118; Enbiya, 24)

Kur’an vahyine karşı çıkanların hareket noktası ataları- nın kabulleri, yani geleneğin kendilerine ezberlettikleridir. Kur’an’ın bu noktadaki tezi şudur: Ataların kabul ve inanç- larını benimsemek için akıl ve ilimden onay almak gerekir. Aksi halde o kabuller reddedilir:

“Onlara, Allah’ın indirdiğine ve resule gelin dendiğinde şöy- le derler: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.’ Peki, ataları hiçbir şey bilmiyor, doğru yolu bulamıyor idiy- seler de mi?” (Mâide, 104)

Kur’an şunda ısrarlıdır: Kur’an’a karşı çıkanların ilimden herhangi bir dayanakları yoktur. Onların dayandığı tek şey, kendi zanlarıdır:

“Hayır, düşündükleri gibi değil! Onlar, ilmini kuşatamadık- ları ve yorumu kendilerine hiç gelmemiş bir şeyi yalanladı- lar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamıştı.” (Yunus, 39)

“Bir de dediler ki, ‘Rahman dileseydi, onlara tapmmazdık.’ Bu konuda hiçbir ilme sahip değiller. Sadece saçmalıyorlar.” (Zühruf, 20)

“Dediler: “Şu dünya hayatımızdan başkası yok. Ölüyoruz, dinliyoruz. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.” Onların bu konuda herhangi bir ilmi yoktur. Sadece sanıda bulunu- yorlar.” (Câsiye, 24)

“Onların bu konuda herhangi bir ilmi yoktur. Yalnızca sa- nıya uyuyorlar. Sanı ise haktan hiçbir şey kazandırmaz.” (Necm, 28 )

“O gün, her ümmetin içinden ayetlerimizi yalanlayanlardan
bir zümre derleriz de onlar, toplu halde ortaya sürülürler.
Geldlklerlnde Allah onlara, ‘Ayetlerimi, onları ilmen kuşa- tamadığınız halde inkâr mı ettiniz, yoksa ne yapıyordunuz?’ der.” (Nem1, 83-84)

Allah’a ortaklar, kızlar ve erkek socuklar isnat eden şirkin bu yaptığı da ilimsizlik illetinin bir sonucudur. (En’am, 100)

Müşriklerin Allah’a sövüp saymaları da bir ilimsizlik tezahü- rüdür. (6/108, 119) Şirkin icraatı, örneğin, kız çocuklarını diri diri gömmeleri de ilimsizlik ürünü sapmalardan başka bir şey değildir.

“Şu bir gerçek ki, ilimsizlik yüzünden öz evlatlarını beyinsiz- ce katledenlerle Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları, Allah'a iftira ederek haramlaştıranlar gerçekten hüsrana uğramış- lardır. İnan olsun, sapıtmışlardır onlar, hiçbir zaman doğ- ruyu ve güzeli bulamazlar.” (En’am, 140)

KUR’AN’DAN ÇIKARILABİLECEK İLİMLER TASNİFİ

İslamî literatürün ilimleri tasnif eden ‘mevzûatü’l-ulûm’ türü eserlerinde yer alan ‘ilimler sınıflaması’ Kur’an’m verilerine tam anlamıyla uymaz. Geleneksel İslamî metinlerdeki, özel- likle ilk iki asırdaki ‘ilim’ kavrama, Kur’an’ın sözünü ettiği ‘bilimsel bilgi’den çok uzak bir kavramdır ve daha çok hadis- lere dayalı dinsel bilgilerden ibarettir. Montgomery Watt, bu noktayı isabetle teşhis etmiş ve as'° amıştır. (bk. Watt, Îsfom Düşüncecinin Teşekkül Devri, 76-77a

Gerçek şu ki, eski dönemin ilim anlayışı, ruhu itibariyle an- tiklasik olan Kur’an’m bilgi toplumuna hitap eden mesajını anlamakta yetersiz kalmıştır. Bunu elbette mazur görmek ge- rekir. Elverir ki geleneksel mirasın bu konudaki tespitlerinde ısrarlı olmayalım. Hicrî ilk yüz yılda ilim ‘hadis ezberciliği’ anlamında kullanılmıştır. İkinci-üçüncü yüz yılların bu an- layışa getirdiği değişim, ‘ilim’ kavrama içine fıkhın da sokulması kadar oldu. İmam Şâfiî (ölm. 204/820) gibi bir büyük fakîh bile ilmi, fikıh ve usul-i fıkıh anlamında kullanır. (Şâfiî, Cimâu’l-Um, bab: 2, s. 35-38) Kelam ilmi ve fıkıhta önemli bir otorite sayılan Farülislam Pezdevî (ölm. 483/1090) ünlü ‘Usûl’ünde iki tür ilim olduğunu söylemektedir: Tevhit ilmi, şeriat ilmi.

Bu sınıflamalar Kur’an’ın verilerinin çok az bir kısmını içer- mektedir. Göklerin ve yerin katmanlarına, tarih kalıntılarını, gece ile gündüzün seyrini, Firavun mumyasının incelenmesini tevhit veya şeriat ilimleriyle nasıl yapacaksmız? Kur’an bun- ların da incelenmesini istiyor.

Tasavvuf-tarikat geleneğinin, ilmi, ‘hal ilmi, kaal ilmi’ diye ikiye ayırması ve ilmi, 'içsel aydınlanma’ olarak tanıtan yaklaşımı da Kur’an’ın söylediğinin çok küçük bir kısmıdır. Tasavvuf-tarikat geleneğinin bu ilimler tasnifi, ilmin değil, olsa olsa irfanın tasnifi olabilir.
Kur’an, ‘kutsal olan ilimler-hutsal olmayan ilimler’ diye bir ayrıma da izin vermez. İlimler ve ilimler honusunda Kur’an adına bir kutsallıktan ve bir saygınlıhtan söz edecekseh bunu söyleyeceğiz: İstisnasız bütün ilimler hutsal, istisnasız bütün iilimler saygındır.

Elinizdeki eser, bu konuyu daha fazla irdelemeye müsait de- ğildir. Biz burada, teknik bir sınıflama yapmadan, Kur’an’ın ilimler tasnifi sayılabilecek bir tabloda mutlaka yer alması gereken unsurların çok önemlilerine işaret edeceğiz.

1. Vahyin mahiyetine ilişkin ilim:

Bu bilim dalı veya dalları vahyin mahiyetini, onu anlama yollarını ortaya koyacak ilim şubeleridir. (bk.Yusuf, 86, 96; Kehf, 65)

İlham, sahibine bir bilgi sunarsa da bu, ‘objektif-bağlayıcı’ bir bilgi değildir. Sadece sahibi için anlam ifade eder. Nitekim, Kur’an, ilhamla aynı kökten bir tek kelime kullanmıştır, o da benliğe ‘takvasının ve bozukluğunun ilhamı'dır. (Şems, 7-8) Yani benliğin bizzat kendini ilgilendiren bir uyarmadır. Burada söz konusu olan ilim olmadığı gibi sıradan bilgi bile değildir; bir vicdanî duygudur.

Gerçek şu ki, ilhamın ilim değeri yoktur. İslam din bilginleri bu gerçeği çok erken bir dönemde görmüş ve bunu İslam aki- desinin manifestosu içine bir ilke olarak koymuşlardır. İslam toplumlarına asırlardır egemen olan tasavvuf-tarikat gelene- ğince işlemez hale getirilen bu ilke hemen bütün akait kitapla- rında tekrarlanmıştır. Ebu Hafs Ömer en-Nesefi’nin ’Akaaid’ adlı eseriyle onun Sadeddin Teftezânî (ölm.791/1388) tara- fından yapılan şerhindeki şekliyle böyledir:

“İlham ve rüya ilim sebeplerinden değildir.”

Yani ilham ve rüya yoluyla elde edilen sübjektif bilgiler, başkalarını bağlayan ilmî veriler türünden bilgiler değildir. Tecrübeye dayalı bilgi, ilhamî bilgiden çok farklıdır. Çünkü bu tür bilgi, bir kişisel içe doğuş gibi görünmekle birlikte maddî olgulara dayandığı için, ilhamın aksine, kanıt değeri vardır.
2. Yaradılışa, özellikle ilk yaradılışa ilişkin ilimler: (bk. Vâkıa, 62)

3. Kıssaları değerlendirmeye ilişkin ilimler: (bk. A’raf, 7)

4. Tabiat olaylarının, sünnetullahın (tabiat kanunlarının) incelenmesine ilişkin ilimler:

5. Gök cisimlerinin seyrine, gök olaylarının izlenmesine, Ay ve Güneş’in menzillerini takdire, yılların gelip geçişiyle ilgili hesapların yapımına yarayan ilimler: (Yunus, 5; İsra, 12)

6. Silah ve savunma âletlerine ilişkin ilimler: (Enbiya, 80)

7. Kutsal metinler tarihine ilişkin ilimler:

Kutsal metinlere ilişkin ilimden habersiz olanlara ümmî di- yor Kur’an. (Bakara, 78) Ümmî, okuma yazma bilmemekle ilgili bir kavram değildir, Ehlikitap’m elindeki kutsal metin- lerle ilgili ilme sahip olmamakla ilgilidir. Kur’an bu anlamda bütün Arap Yarımadası Cahiliye toplumunu ‘ümmî’ diye ni- telemektedir. (bk. Bakara, 78; Âli İmran, 20, 75; Cumua, 2) Oysaki onlar içinde birçok okuma yazma bilen insan vardı. Bakara 78 ile Âli imran 20, ümmî sözcüğünün âdeta tanı- mınl vermektedir: Birinciye göre ümmî, kitabı bilmeyenler- dir. ikinci ayetse ‘kendilerine kitap verilenleri’ (Ehlikitabı) ümmîlerin karşıt kavramı olarak kullanmakta, böylece ümmî sözcüğünün okuma yazma bilmeyen değil, Ehlikitap ulema- sının elindeki kitapları bilmeyen anlamına geldiğini dolaylı yoldan ifade etmektedir.

Kutsal metinler bilgisi Ehlikitap ulemasında vardır, ancak on- lar bu ilimlerine rağmen gerçeği saklıyorlar. Kitabı arkalarına atıp kendi dayatmalarlnı öne çıkarıyorlar. Benliklerini basit karşılıklarla satıyorlar. (Bakara, 101-103, 144, 146; Âli İmran, 75, 78) Onların kutsal metinleri tahriflerinin arkasında da bu dayatmacılık ve satılmışlık vardır; bilmemek veya anlamamak değil. Kur’an, bu noktanln altını ısrarla çiziyor: Onlar gerçeği bildikleri ve meseleyi anladıkları halde tahrifçilik yapıyorlar. (Bakara, 75)

8. Kutsal metinlerin incelenmesine ilişkin ilimler:

9. Tanrı’nın koyduğu normları anlamaya yönelik ilimler:

Kur’an bu noktada ‘dinde tefakkuh’ tabirini kullanmaktadır. (bk. Tevbe, 122) Ayetteki tefakkuh sözcüğü, bugün İslam din ilimlerinden en önemlisinin adı olan ‘fıkıh’ kelimesinden tü- remiş bir sözcüktür ve ‘fıkıhta derinleşmek’ anlamı da taşı- maktadır. (Bakara, 230)

10. Eski medeniyetleri ve tarihsel kalıntıları inceleyen ilim: (Neml, 52)

GASP EDİLEMEYEN TEK DEĞER: İLİM

İlim, zorbalıkla elde edilemediği gibi, aldatmayla da elde edi- lemez. İlim dışında hiçbir değerin, hiçbir servetin, hiçbir kud- retin böyle bir niteliği yoktur. Yüce Yaratıcı bu niteliği, bu özelliği, bu seçkinliği sadece ilme vermiştir. Ve onun içindir ki ilim O’nun ikinci sıfatı olmuştur. Yüce Yaratıcı’mn en bü- yük hikmetlerinden biridir ki, akla gelebilecek bütün değer- lere ve servetlere sahip insanları bir biçimde aldatabilirsiniz ama ilmi olan insanı aldatamazsınız. Bütün aldatmaların ça- resi, panzehiri ilimdir. Onun içindir ki Kur’an, ilimden başka mürşit kabul etmez. Çünkü ilimden başka şeyler ve âlimden başka kişiler mürşit olduğunda insan hayatı kaosa yenik düş- mektedir. Tek çare, ilim dışında herhangi bir değere mürşit- lik vasfı vermemektir.

Ehlisünnet teoloji geleneği, Allah’ın zatî (varlığına ilişkin) sıfatlarının birincisini ‘hayat’ ikincisini ilim olarak belirlemiş- tir ki Kur’an’ın ilme yüklediği önemi ifade bakımından çok isabetli ve anlamlıdır. Bu tespiti ilk yapan düşünür, İslam fık- hının babası ve zulme karşı mücadelenin en büyük şehitlerin- den biri olan İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) oldu. ef-Fıkhu’l-Ekber adlı eserinin daha ilk sayfasında bu konuya değinmekte ve Allah’ın sıfatlarını ‘zatî ve fiilî sıfatlar’ olarak iki ana bölüme ayırdıktan sonra zatî sıfatları şöyle sıralamak- tadır: Hayat, ilim, irade, kudret, sem’ (görme gücü), basar (işitme gücü), kelam. (Ayrıntılar için bk. Beyazîzade Ahmet, el-Usûlü’l-Münîfe li’l-imam Ebî Zfanî/e)

Büyük İmam’ın bu tespiti, onun Ahmet bin Hanbel (ölm. 241/855), Ebu1 Hasan el-Eş’arî (ölm. 324/935), Ebu Mansûr Matüridî (ölm. 333/944) gibi meslektaşları tarafından aynen korundu ve sonraki zamanlarda ortak kabule dönüştü. Bu büyük teologlar anılan tespiti yaparken salt sayıyı yani bir isim-sıfatın Kur’an’daki tekerrürünü ölçüt olarak almamış- lardır. Sayı çokluğu kriter alınsa, mesela ‘Rab’ sıfatı ‘İlim’ sıfatından çok önde olmak gerekir. Çünkü Rab sıfatı Allah’a 960 küsur yerde doğrudan nispet edilmektedir ve bu haliyle


‘Allah’ isim-sıfatından hemen sonraya konması gerekir. Ama böyle yapılmamış, sıralamada ‘Hayat’ sıfatmın hemen ardın- dan ‘İlim’ sıfatı devreye sokulmuştur. Dikkat çekilen varoluş gerçeği, özellikle Ebu Hanîfe’nin şahsiyet, iman ve dehasına yakışır kıvamdadır. Denmek istenen şudur:

Hayat, ilim üzerine oturur. Hayatsız ilim olamayacağı gibi, ilimsiz hayat da olmaz.

Müslüman teologların bu sıralamadaki isabetlerinin arka planını gösteren hayranlık verici noktalardan biri de şudur: Kur’an, rab kelimesinin, tanrılaştırılan Firavun başta olmak üzere ‘dokunulmaz kılınmış’ bazı kişiler tarafından sıfat ola- rak kullanıldığını göstermektedir. Yani Rab sıfatı, ‘Allah’ın şirk ve despotizm tarafından ‘gasp edilmiş sıfat1ar’ından bi- ridir. Halbuki hiçbir despotun, hiçbir putun, hiçbir tâğutun ‘âlim’ sıfatıyla anıldığına tanık olamayız. Hayat buna izin vermemiştir. Anlaşılan odur ki, Kur’an, ilim sıfatının gasp edilemeyeceğini, o sıfatın ancak hak edenler tarafından kul- lanılabileceğini öngörmekte ve düzenlemelerini buna göre yapmaktadır.

Allah’ın hemen her sıfatı, ona ortaklık iddiasındaki kurum olan şirk tarafından gasp ve tecavüze uğramıştır. Tek istisna ilim sıfatıdır. çünkü mal, servet ve kudretin aksine ilimde gasp yapılamıyor. İlmin kazandıracağı güç ve itibara ya hak edersiniz ya da onlardan uzak kalırsmız. Bu gerçek, Allah’ın sıfatlarında da söz konusu olmaktadır. Mesela Allah’ın ‘Ve1i’sıfatı da, tıpkı 'Rab' sıfatı gibi, şirk tarafından gasp edilmiştir. Bizzat Kur’an, bu ‘müşrik gaspın yarattığı ve1i1er’den şikâyetlerle doludur. ‘Şeytan Evliyası’ tabirini kullanan, bizzat Kur’an’dır.

Kur’an, Allah’ın bazı isim-sıfatlarmın gaspçılarıyla mücade- le etmektedir. Yeli sıfatının gaspçıları bunların başında gelir. Rab sıfatı bunu takip eden ikinci sıfattır. Hemen tüm sıfat- lar, derece derece gasp edilmiştir. Mesela, kamunun mal ve haklarını gasp ederek fiilen münkir durumuna düşen (bk. Maun suresi) bazı riyakâr ve nitelikli kâfirler, o çaldıkları malların küçük bir kısmını ona buna dağıtarak, yarattıkları
‘sadaka toplumu’ bünyesinde birer ‘merhamet kahramanı’ gibi alkışlanabilmişlerdir. Bunların yaptığı, Allah’ın Rahim ve Rahman sıfatlarını gasptır.

Bir yandan haram yiyip öte yandan halkı Allah ile aldatan bü- tün sahte ‘lütufçular’ Allah’ın Rahman, Rahim, Latîf, Kerîm, Cevâd, Vahhâb gibi cömertlik ve bağış ifade eden sıfatlarını gasp etmiş alçaklardır. Ve bu yüzden bunların tümü bir bi- çimde müşriktir. Allah ile aldatan ruhban-haham-hoca-şeyh taifesi tarafından aldatılan, despotizm ve zulüm üreten kral- lar-sultanlar-padişahlar, ağalar, efendiler, zorbalar tarafın- dan ezilen kitleleri ve onları aldatanları bu gerçeklerin ışığı altında bir kez daha değerlendirmek gerekir.

Bu sayılan gaspçılardan herhangi birinin ilimden nasipli ol- duğunu göremezsiniz. İlimden nasiplendikleri anda bu kö- tülüklerden vazgeçerler. O zaman da şikâyete gerek kalmaz. Çünkü yönetimi ve servetleri ilimden nasipliler kontrol ettik- lerinde ne zorbalık söz konusu olmaktadır ne Allah’a kafa tutmak ne de haklara tecavüz. Yani gasp ve zulüm, ilimsiz- liğin ürünüdür. Biraz yukarıda da söylemiştik: Kur’an, ilme hiçbir kötülük izafe etmez ama imana eder. İlim, kötülüğün ve kötünün kirletemeyeceği tek değerdir. İlmi taşıyanların kirlenebilmesini bu gerçekle karıştırmayalım. Orada söz ko- nusu olan insandır, ilim değil.

‘BİLİMİN İSLAMÎLEŞTİRİLMESİ’ SAÇMALIĞI

İlim, bizatihi güç ve üstünlüktür. Kur’an, o esrarlı üslubuyla bu ayrımı yapmış, mümin olmayan kişilerin ilminin bile bir üstünlük sebebi olduğuna vurgu yapmıştır. Müslüman olma- yan âlimin değersiz olduğunu, onun ilminin bir anlam ifade etmediğini, çünkü ilmin nihayet şeytanda da bulunduğunu ifade eden söylem, tarikatlerin ilimden ürken çevrelerinde yaygınlaştırılmış Kur’an dışı bir bühtandır. 'Kutsal olan ilim- kutsal olmayan ilim’ ayrımı yapılmadığı gibi, ‘Müslüman âlim-Müslüman olmayan âlim’ ayrımı da yapılamaz. Böyle ayrımlar ilmin Tanrı’dan kaynaklanan kudret ve itibarına gölge düşürür. Mücâdile suresi 11. ayet bu Kur’anî inceliği vicdanlarımıza açmaktadır:

“Ey iman edenler! Size, ‘Meclislerde yer açın!’ dendiğinde, yer açın ki, Allah da sizin için genişlik sağlasın. ‘Kalkın!’ dendiğinde de kalkın ki, Allah, içinizden inananlarla kendi- lerine ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücâdile, 11)

Ayet, inananlar yanında ilim sahibi olanları da saygıya layık görmektedir. İlim, inançlar üstü bir saygınlık sebebi olarak kayda geçirilmiştir. Çünkü ilim, Allah’ın zatına izafe edilmiş bir değerdir. Hiçbir kayıt ve Marta bağlanmaksızın doğrudan doğruya Allah’a izafe edilen bir değer (daha doğrusu bir nu- maralı değer) nasıl olur da ‘islamî-gayrıislamî’ diye ayrılabi- lir.

Hüseyin Nasr, Nahib el-Attas, İsmail Farûki gibi yazarların ‘İlmin İslamîleştiri1mesi’nden söz eden gülünç söylemleri yetmiyorınuş gibi bir de ‘aklın is1amîleştirilmesi’nden söz edenler var.

Kur’an’ın bilime ve bilgine verdiği değerin gözden kaçması- na yol açan saptırmaların en yenisi, budur. Batılı bazı çev- relerin sinsi ve alaycı bir oyunla Müslümanlar arasına sok- tukları bu iddiaya göre, çağdaş bilim/bilimler, vahye, ruha, İs1am’a aykırı bir konumdadır, bunların islamîleştirilmesi gerekir. Müslümanların kafasına kimin soktuğunu çok net bilmediğimiz bu şeytanî saçmalık, temelden Kur’an dışıdır. Ve bir tür insanlık suçudur. İlmin İslamîleştirilmesinden söz eden Batı, Müslümanların mabedlerindeki minarelere bile tahammül edememektedir. Bu tahammülü göstereme- yenlerin ‘ilmin bile İslamîleştirilmesini önermeleri, teşvik etmeleri iyi niyet alameti sayılabilir mi?
Eğer amaçlanan, bilimlerin kullanımındaki materyalist-ego- ist-emperyalist saptırmaya dikkat çekmekse bunu ifade etmek için 'b llimlerin kullanımının islamîleştirilmesi’ demek gerekecektir. Bu bir ahlaksal meseledir. O takdirde Batı bunu Müslümanlara önermek yerine kendisi yerine getir- melidir. Çünkü bilimin kötü kullanımının öncüsü Batı’dır. Bilimin ahlak dışı kullanımı her devirde olmuştur, bugün de vardır, yarın da olacaktır. Bilimin islamîleştirilmesi deyimi ise bilimin üretilmesi, yapısı, varlığı ile ilgili bir deyimdir. Bu de- yimin ifade ettiği kaygı ahlaksal bir kaygı olarak algılanamaz; tam tersine, bilim düşmanlığı görüntüsü verir. Ve zaten iste- nen de bu görüntünün doğmasıdır. Bu doğunca Müslümanlar hakkında en yıkıcı ithamlara kapı aralanmış olacaktır. Hem de bizzat Müslümanların eliyle.

Gerçek şu ki, bilimin dini-imanı, vatanı, rengi, deseni ol- maz. Bilim bizatihi tanrısal bir ışıktır. Bu ışığın islamîsi, gayrıislamîsi olmaz. Dünyanın birçok yerinde birçok sö- züm ona bilim adamı, böylesine açık bir gerçeği göremeden İslam’a büyük zararlar verecek bir gaflet sergilemektedir. İlimlerin islamîle3tirilmesi hezeyanıyla Müslümanlara musal- lat olan yıkımın son anlamını, Mısırlı düşünür Nasr Hâmid Ebu Zeyd’in şu tespiti çok güzel vermektedir:

“İlimlerin, edebiyat ve sanat dallarının islamîleştirilmesi ça- baları, dışı ferahlık, içi ise azap olan bir çağrıdan ibarettir.’ (Ebu Zeyd, Nakdü1-H8db ed-Dini, 176)

UZAY ARAŞTIRMALARINA VE UZAYDAN GELECEK
TEHDİDE DİKKAT ÇEKİLMESİ

EVRENDEKİ SIRLARI DA ARAŞTIRIN!

Kur’an, yerkürenin incelenmesini istemekle yetinmemiş, bu kürenin de içinde bulunduğu tüm sistemin yani göklerin, uza- yın incelenmesini de istemiştir. İnsanlık tarihinde bu talep ilk kez Kur’an tarafından öne çıkarılmıştır. Yerkürenin incelen- mesini isteyen ayetlerin hemen tümünde ‘semavât’ (gökler) de anılmış, onun dikkatle incelenmesi de istenmiştir. Taklit ve uyuşukluk dönemi Müslümanlarının hatalarını ve aymaz- lıklarını Kur’an’a yüklemek gibi bir yanlışa kurban gitmeyen herkes şunu itiraf etmek zorundadır:

Uzay araştırmalarını başlatan da Kur’an’dır. Çünkü uzay araştırmalarına çağıran ve uzaydaki sırları kayıtsız kalmayı bir tür imansızlık olarak gösteren ilk uyarı Kur’an’ındır:

“De ki, ‘Göklerde ve yerde neler var/neler oluyor, bir bakın!’ O ayetler ve uyarılar iman etmeyen bir toplumun hiçbir işine yaramaz.” (Yunus, 101)

Buradaki imanın, bilimin gerektirdiği sabrı kazandıran iman olduğunda kuşku yoktur. Aksi doğru olsaydı, bugünkü bilimsel başarıların altında gayrimüslim dünyanın değil de Müslüman coğrafyalarm imzası olurdu. İtiraf edelim ki, bu Kur’ansal buyrukların gereğini yerine getirenler, ‘Müslüman nüfus kağıdı taşıyanlar' olmadı. Buyruk, deyim yerinde ise, ‘nüfus kağıtsız Müslümanlar’ tarafından yerine getirildi.

Dlğor birçok Kur’an buyruğunda olduğu gibi!

Uzayln sırlarını çözmek, Rahman 33’e göre, bilim, hikmet ve kudretle (sültan) mümkün olacaktır. Ve öyle olmuştur. Uzayla, uzay araştırmalarıyla ilgili ibret dolu ve çok sarsıcı bir tespit de şudur:

Zâriyât 22’ye göre, birçok sırrı, o arada rızkımızın özünü de barındıran uzay, aleyhimizdeki en büyük tehditlerin de alanı olacaktır. Uzay kirlenmesi, ozonun delinmesi, uzaydan ko- muta edilen savaş silahları, yıldız savaşları, hava kirlenmesi ve nihayet uzaydaki dengelerin bozulması dünyanın kıyame- tini kopma noktasına getirmiştir. Süper devletlerin, askeri- stratejik uzmanlar, devlet başkanlarına verdikleri raporlar- da, bugünkü insanlığın terör ve yoksulluktan çok küresel ısın- ma ve hava kirliliğinin tehdidi altında olduğunu bildiriyorlar. Ne yazık ki, insanlığı bu korkunç felakete karşı korumayı amaçlayan Kyoto Protokolü’nü henüz imzalamayanlar da bu süper devletlerdir. Bunların başında ABD geliyor. Dünyanın bu hale gelmesinde birinci dereceden sorumlu olan ABD.
Kur’an uzayla ilgili uyarıda da ilk olma niteliğini taşıyor. Yak- laşık 15 asır önce şöyle diyordu Kur’an:
“Sizin, rızhınız da göktedir, tehdit edildiğiniz şey de."

Tehdit edildiğimiz şeyin de gökte olması, şunları akla getiri- yor:
1. Uzay kirlenmesi,
2. Uzaydan kullanılan silahlarla yapılacak savaşlar,
3. Uzaylı varlıklar tarahndan yöneltilecek saldırılar,
4. Gök cisimlerinin dünyaya zarar vermesi,
5. Uzaydaki dengelerin bozulması üzerine kıyametin kopması.

DOĞAL DENGELERİ BOZMANIN YARATACAĞI TEHDİDE İLK KEZ DİKKAT ÇEKİLNESİ
“Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satı- lacak, yağmalanacah bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirası toprakları çöl- leştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. İşte o gün, insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacaktır.”
Kızılderili Reisi Seattle

DOĞAL DENGELERİ BOZMANIN YARATTIĞI TEHDİT

Bu sus ve tehdide ilk kez dikkat çeken Kur’an olmuştur. Kur’an, kutsal metinler içinde bu bakımdan da bir ayrıcalığa sahiptir. Varlık ve oluşta her boyutta ve her seviyede ölçü ve ahengi, dengeleri bozan tek varlık, insandır. Everest da- ğlnın tepesine tırmanan dağcıların, o tepeyi bile çöp yığınına
döndürmeleri dünya basınında hayretler yaratan bir haber ol- muştu. Kur’an, insanın bu ölümcül kötülüğüne dikkat seken ilk kitaptır. Bugünün ‘doğayı koruma’ savaşçılarının sloganla- rından birini andıran şu uyarıya bakın:

“İnsanların ellerinin kazanmış oldukları yüzünden denizde ve karada bozgun çıktı. Allah onlara, yaptıklarının bir kıs- mını tattırıyor ki, geri dönebilsinler.” (Rum, 41)

Ayet, doğanın, karaların ve denizlerin bozulmasınında insa- nın rolünü anlatırken ‘kesb’ (kazanç) kökünden bir fiil kul- lanmaktadır. Bu kök, ticaret ve menfaat omurgalı kazançlar için kullanılır. Yaşadığımız zamandan 1500 yıl önce, uzayın ve doğanın insan tarafından kirletileceğini ihbar eden ayette bu sözcüğün kullanılması bile başlı başına bir mucizedir. Bu kirletmenin bir ‘fesat’ yani bozgun yaratacağının söylenmesi ise ikinci bir mucizedir. Evet, insanların elleri, doğayı ve uzayı kirletmek pahasına bir şeyler kazandı ama dünyayı da nere- deyse yaşanamaz hale getirdi.
Kur’an, insanın bütün boyutlarda ölçü, ahenk ve dengeye ria- yet etmesini, onu sarsacak davranışlara gitmemesini ısrarla is- temektedir. İnsan, tartıda, ticarette, ölçüp biçmede, sözünde, takdirlerinde, iş ve hukuk hayatında, nimetlerin paylaşımında, harcamada vezne (ölçü ve dengeye) uymaya çağrıldığı gibi, varlığın dengelerini bozmamaya, tabiatı, atmosferi kirletme- meye, doğal yasaları tahrip etmemeye de çağrılmaktadır.
Kanada hükümeti, yıllardır sürdürdüğü fok balığı avlama ya- sağını 2007 yılında kaldırdığında birkaç ay içinde telef edilen fok balığı sayısı 275 bine ulaştı. Bu hayvanlar derilerinden kürk yapılsın diye öldürüldü. Çivili sopalarla. Ve kürklerin kalitesi bozulmasın diye, bu masum hayvanların derileri daha canları çıkmadan yüzüldü. İnsan, işte bu.
Bütün peygamberlerin insana verdikleri öğütlerin en önem- lilerinden biri, ölçü ve dengeye saygılı olmak, onu korumak- tır. Kur’an ‘ölçü ve denge koruma’ kavramını, alışverişte dü- rüstlük vs. gibi alışılmışın çok ötelerine taşımakta, uzayın ve yerkürenin dengelerini, güzelliklerini korumayı da içerecek bir çerçeveye ulaştırmaktadır. İşte, ilk olan, devrim olan ve mucize olan budur.

İnsanın bu ölçü-ahenk-denge bozma karakterinin ortaya çı- kardığı iki olumsuzluk vardır ki, Kur’an’ın temel kavrama- rından ikisi halinde önümüze konmuştur:
1. Fesat,
2. Zulüm.

Fesat ve zulüm sadece insan hayatım bozup insan mutluluğunu tahrip etmekle kalmaz; evrenin, doğanın, insan dışmdaki canlı- ların da ahenk ve huzurunu bozar. Ve insanı evrenin en büyük suçlusu durumuna getirir. İnsan bugün, Kur’an’m sakındırdığı bu noktaya gelmiş bulunuyor.

AZGINLIĞIN GÖTÜRDÜĞÜ YER

Kur’an’ın hakim kanaatlerinden birine göre, varlıklar dün- yasındaki ölçü ve ahenk, sadece ve sadece insan tarafından ihlal edilmektedir. Buna sebep olan olumsuzluk ise insanın doymazlığı, sınır tanımazlığı, kudurganlığıdır. Kur’an bura- da, ‘tuğyan’ kökünden sözcükler kullanmaktadır. Tuğyan, türevleriyle birlikte 40 civarında yerde geçer. “Tuğyan, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir” (Râgıb, el-Müfredât, tuğyan mad.)

Tabiat güçlerinin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyan kökünden sözcüklerle ifade edilmekte- dir. Örneğin, Nuh Tufanı sırasında suların köpürüp azması- nı tuğyan kökünden bir fiille (tağa) ifade edilmiştir. (Hakka, 11) Ne ilginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devri za- limleri, ‘Zulme sapıp azan, yani tuğyan eden’ bir kavim ola- rak anılmaktadır. (bk. Necm, 52) Demek ki, temel kozmik yasa şudur:

insanın tuğyanı tabiatın tuğyanı ile cezalandınlır. Unutul- masın ki, hava kirliliğinden, buzulların erimesine, ozonun delinmesinden deli dana hastalığına kadar tüm küresel fela- ketler birer tabiat tuğyanıdır.

Tuğyan, dengelerin yıkıcı bir felakete dönüşmek üzere bo- zulması halidir. Tüm uygarlıklarda çöküş bu bozulmanın so- nucudur. Bozulma fiziksel olabileceği gibi, ruhsal da olabilir. Küresel felaketlerin en büyüklerinden biri sayabileceğimiz, uyuşturucu bağımlılığı ve AIDS belası da birer denge bozulması yani tuğyandır.

Kur’an’a göre, seller, depremler, aşırı ısınma, buzulların eri- mesi birer tabiat tuğyanıdır. Bunların bir kısmı insanın az- gınlığma tabiatın verdiği cezadır. Daha önemli bir kısmı ise insan elinin ürünüdür; çünkü tuğyan yani azmak, insanın tabiatında vardır:
“İş öyle sanıldığı gibi değil; insan gerçekten azar.” (Alak, 6)

Bu yaradılış gerçeğini veren ayetin ardından insanın tuğ- yanının temel sebebi gösteriliyor. Bu sebep, ‘insanın ken- disini hiç kimseye muhtaç olmayacak bir konuma gelmiş görmesi’dir. Tuğyan, insan egosunun, kendini ilahlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde tecelli ettiğinde doruk noktadadır. Kur’an’a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi, Firavun tiptir. (Tâha, 24, 43; Nâziât, 17)
Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları da bu yüzden olmuştur:
“O sütunlar, saraylar sahibi firavunlar. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler ve oralarda bozgunları çoğalt- tılar. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısını yağ- dırıverdi.” (Fecr, 11-13)

Ne ilginçtir ki, tuğyan babaları olan Firavunların ezdiği İsrailoğulları, sonunda Firavun yolu olan tuğyana sapmak- tan kurtulamadılar. Onların tanrısal gazaba uğramalarına da bu sapma sebep oldu. (Tâha, 80-87) Şunun altını bir kez daha çizmeliyiz:
Kur’an, temel fıtrat (yaratılış) ilkelerinden biri olarak, şunu ısrarla belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü, az- mak yüzündendir.

AZGINLIĞIN ÖNCÜLERİ: TÂĞUTLAR

Kur'an, tüm zamanların tüm renk ve desenden azgınlarına Kızılderili kâhinden çok önce dikkat çekmiştir. Azgınlıklarını tatmin uğruna kozmik-evrensel-doğal dengeleri bozan söz, güç, yetki sahiplerine Kur’an, yine tuğyan kökünden türemiş bir sıfat vermektedir: Tağut.

Kur’ansal verileri dikkate alarak tâğutu şöyle tanımlayabi- liriz: Tâğut, her devirde, insanın ruhsal, bedensel, bireysel, sosyolojik ve doğal dengelerini bozan Firavun ruhlu kişiler- le, onların yardakçıları olan güruhun genel adı, cins ismidir. Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi ve kudret anlamında kullanılır. (Bakara, 256; Nisa, 51)

Tâğut, daima akıl ve ruh sahibi varlıktan yani insandan olur. Putların tâğut olarak adlandırılmaları, onların tuğyanları ifadede birer vasıta olmalarındandır. Kur’an, tâğut tabiriy- le, kendi terminolojisi içinde, gücünü sömürü ve şer uğrunda kullanan süper güçleri tanıtmaktadır.

Tuğyana ve tâğutlara vurgu yapan ayetlerin tetkikinden şunu anlayabiliriz: Azgınlığın yaratacağı denge bozukluklarının sonunda, insanlık yeniden ilk devirlerin hayvansal hayatına döndürülebilecek, tekâmül, hatta belki de evrimleşme yeni- den başlayabilecektir. Nitekim bugünkü insanlığın selefi ve ataları olan ilk canlılar da aynı şekilde geriye götürülmüşler ve bizim temsil ettiğimiz insan türü bu başlangıçtan hareketle oluşmuştur. (Bakara, 30-33)

Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların kabile ça- pında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve ulusla- rarası olanları da bulunacaktır. Bunlar birbirlerinden haber- siz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebi- lirler; aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca da tâğutî sis- temler, parlamentolar, ilkeler, ülkeler oluşabilir. Kur’an, altını çizdiğimiz bu gerçeği ifade için şu tabirleri kullan- maktadır: ‘Hizbu’ş-şeytan: şeytanın hizbi’ (Mücâdile, 19), ‘evliyau’ş-şeytan: şeytanın evliyası’ (Ali İmran, 175; En’am, 121; A’raf, 30), ‘ihvanu’ş-şeydtîn: şeytanın kardeşleri’ (İsra 27 , ‘ruûsu’ş-şeydtîn: şeytanların başları, reisleri’ (Saffât,
65),‘cunûdu İblis: İblisin orduları’ (Şuara, 95).

İslam düşüncesinin yirminci yüzyılda doruğu kabul edilen Muhammed İkbal (ölm. 1938) emperyalist Batılıların oluş- turduklan sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler Parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi Tâğutlar Parlamentosu deyimini de kullanabili- riz. Kur’an bu noktada ‘evliyau’t-tdğut’ (tâğutun dostları, destekçileri) deyimini kullanıyor ki, yukarıda işaret ettik.

KIYAMET KAYRAMI YE YERKÜRENİN KIYAMETİ

Kur’an, kıyamet kavramını geleneksel din terminolojisinin ötesinde ve dışında anlamlarda kullanmaktadır. Yerkürenin veya evrenin kıyameti kavramlanna yer veren Kur’an, top- lumlarm da kıyametleri olduğuna, dolaylı ifadelerle de olsa vurgu yapmaktadır. Kur’an’m beyanlarından, bu son anlam- daki kıyametin toplumların ve medeniyetlerin çöküşü oldu- ğunu anlıyoruz.

Kur’an ve hadisler iyi tetkik edilirse görülür ki, kutsal me- tinlerde geçen kıyamet kelimesi, şuraya kadar açıkladığımız kıyametlerden bazen birini, bazen öbürünü, bazen de hepsi- ni birden ifade eder. Hadis veya ayet, bir sosyolojik değerlen- dirme yapıyorsa, kıyamet sözü, toplumun çöküşü anlamını taşıyacaktır. Örneğin, bir hadiste şöyle denmektedir:

“Emanetler, görevler layık olmayanlara verildiğinde kıya- meti bekle.”

Buradaki kıyamet, toplumun çöküşüdür. C,ünkü emanetle- rin ehil olmayan ellere geçmesi toplumu yıkar. Yani, burada bir sosyolojik kıyamet söz konusudur. İsra 16. ayet şöyle:

“Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşlarına emirler yöneltiriz/

onları yöneticiler yaparız da onlar, bozuk gidişler sergiler- ler. Böylece o ülke/medeniyet aleyhine hüküm hak olur, biz de onun altını üstüne getiririz.”

Burada da bir sosyolojik kıyamet tablosu çizilmektedir. Toplumu sömüren şımarmış, azmış odaklara Yaratıcı Kudret fırsatlar veriyor, fakat onlar buna kulak asmayarak zulüm ve tahriplerine devam ediyorlar. Nihayet, o toplum batıyor. Biz bu batışları, değişik isimler ve tablolar olarak seyrediyoruz. Sistemler, rejimler değişiyor, devrimler birbirini izliyor, im- paratorluklar dağılıyor ve nihayet dünya haritası durmadan parçalanıyor. Bütün bunlar din’terminolojisindeki kıyame- tin belirişleridir.

Kur’an’ın yerkürenin kıyametine ilişkin beyanları dikkatle incelendiğinde bu sembolik ifadelerin, küresel âfetlerle mah- volup yaşanamaz hale gelmiş bir yeryüzüne dikhat çekmek istediği anlaşılmaktadır. Tam bu noktada, küresel Afetlerin yeıyüzünü yaşanılmaz bir mekâna çevirmesi meselesinde bili- min verileriyle Kur’an’ın verilerinin örtüştüğü temel kavram ve olaylara kısaca bakmakta yarar görmekteyiz.

ZEHiRLİ GAZLAR MESELESİ:

Zehirli gazların atmosferi kuşatması ve yaşamı zorlaştırması Kur’an açısından bir kıyamet alâmeti sayılacak niteliktedir. Dühan suresi 10-12. ayetlerde şöyle deniyor:

“Artık sen, o göğün açıkça izlenen bir duman getireceği günü gözle! İnsanları kuşatıp sarar. İnletici bir azaptır bu! ‘Ey rab- bimiz! Kaldır bizden bu azabı. Biz gerçekten müminleriz.”

Kur’an’ın bu beyanına, günümüz bilim çevrelerinin ekledik- leri bunlardır: Zehirli gazların atmosferi tahribi sonucu kir- lenen hava yüzünden doğal kaynaklar tahrip olacak, yaşam alabildiğine zorlaşacak. Hepimiz bilmekteyiz ki, havanın zehirlenmesi ozonu delmiş ve bu delik, Stephen Hawking’in


deyimiyle Amerika kıtasının üç katı bir büyüklüğe ulaşmıştır. Bu delik yüzünden dünya korkunç bir radyasyon ve ultraviyo- le yağmurunun tehdidi altındadır. Bizzat Hawking, bu olum- suz gelişmenin bir kıyamet alameti olduğunu söylemektedir.

YERYÜZÜNÜN ÇÖLLEŞMESİ

Bilim adamlarının dikkat çekmekte oldukları ‘yeryüzünün çölleşmesi’ de, Kur’an’m kıyamet alâmetlerinden biri olarak öne çıkardığı olumsuzluklardan biridir.

Buzullarda, küresel ısınma yüzünden vücut bulan erime ısı- nın şiddetini daha da artırarak yeryüzünü bitki örtüsü bakı- mından git gide zayıflatmaktadır. Bunun sonucu olarak en mümbit topraklar bile çölleşecektir. Kur’an, bu olgudan bir kıyamet alameti olarak açıkça söz etmektedir. Temel beyyi- neler Kehf suresinde verilmiştir. Surenin 7 ve 8. ayetlerinde şöyle deniyor:

“Biz, yeryüzündeki şeyleri bir siis yaptık ki, insanları, içle- rinden hangisi iş ve üretim yönünden daha güzeldir diye im- tihan edelim. Ve şu da bir gerçek ki, biz, yeryüzündeki her şeyi, bitki bitirmeyen/kıtlık ve ölüme yol açan kupkuru bir toprak haline elbette getireceğiz.”

Bu ayetler gösteriyor ki yeryüzü bir gün, üzerindeki mevcut bitkilerle birlikte kuruyacak ve kıtlıklara, ölümlere yol açan bir kavruk toprak parçasına dönüşecek. Yeryüzünün bu du- rumunu göstermek için ‘sa’id’ sözcüğü ile ona sıfat yapılan ‘cürüz’sözcüğü seçilmiştir. Sa5d, yeryüzü demektir. Cürüz ise hiç ot bitirmeyen veya sonradan bu hale gelen toprak demek- tir. Cürüzde ayrıca kıtlık, hayvan ve insanların açlıktan ölü- mü gibi anlamlar da vardır. Bu kökten gelen ‘cereze’, insan ve hayvan kümelerinin yok olması demektir. (Fîrûzâbâdî, el- Kaamus, Rağıb, el-Müfredât) Bu sonun dehşetini insanlığa en çarpıcı biçimde anlatan ünlü fizikçi Stephen Hawking şunu söyleyebilmiştir:


“Korkarım ki, dünyamızın atmosferi ısına ısına, kaynayan süliürik asitli Venüs’e benzeyecek.”

Stephen Hawking, bizim Kur’an’dan hareketle altını çizdiği- miz uyarıların hemen tümünü, bir fizikçi bilim adamı sıfatıyla tek tek dikkatlere sunarak insanlığın önümüzdeki bin yıl için- de yok olma tehlikesiyle yüz yüze bulunduğunu ilan etmiştir.

NÜKLEER SİLAHLARIN TEHDİDİ

Doğayı ve dengeleri tehdit eden en büyük zararlılardan biri genelde silahlar, özel olarak da nükleer silahlardır. Nükleer dehşetin boyutunu anlamak için şu tespiti görelim: Nükleer silahların 1985 plında ulaştığı güç, 58 milyar insanı ö1dü- receh bir güçtü. İkibinli yılların ulaştığı tehdit ve dehşeti düşünün. Bu dehşeti tahminde 1986 Çernobil olayı bize yar- dımcı olabilir. Birleşmiş Milletler bu olayı, tarihin en büyük teknolojik felaketi olarak tescil etmiştir. 7 ton radyoaktif madde çevreye yayıldı. İlk tespitlere göre, 32 bin kişi hayatı- nı kaybetti. Radyoaktif tahribin sebep olduğu kanser olayları can almaya devam ediyor. İkinci dünya harbinde Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan iki atom bombasından tam ikiyüz kat daha fazla radyasyon yayan Çernobil’in serpintileri, uzmanla- rin raporlarına göre, yüzlerce değil, binlerce değil, milyonlar- ca yıl faal olacaktır. Hiçbir harbin, darbin olmayacağını var- sayalım; dünyamın işini bitirmek için Çernobil benzeri iki-üç ‘kaza’ yeterlidir.


TEKNOLOJİNİN DOĞAL YAŞAI¥I MAHVEDEN BİR MUTSUZLUK ARACI OLACAĞININ BİLDİRİLMESİ

CEHENNEM VEYA TAHRİP EDİLMİŞ DOĞA

Bitki örtüsünden tamamen yoksun kalarak kavruk bir topra- ğa dönüştürülen yeryüzü, kutsal metinlerdeki cehennemin ta kendisidir. Yani kutsal metinlerin tanıttığı cehennemin bir anlamı da, tahrip edilip yaşanamaz hale getirilmiş yerküre veya doğadır. Zaten cennet de yeşillikler, sularla dolu toprak parçası demektir. O cennete layık olmasını bilmeyen insa- noğlu, bu son tasvirdeki cehenneme yuvarlanacaktır. Ne il- ginçtir ki, kıyametten söz eden bir ayet, bu olayı ‘yeryüzünün bir başka yeryüzüne dönüştürülmesi’ olarak tanıtmaktadır. (İbrahim, 48) Ardından gelen ayetlerde ise cehennemi hak edenlerin karşılaşacakları son anlatılmaktadır.

Dengeleribozmanıncezasınıncehennemolduğu, Kur’an’m ıs- rarla öne çıkardığı söylemlerden biridir. Cehennem, tâğîlerin yani dengeleri bozan azmışların tıkılacakları mekândır. Ce- hennem, kavruk topraklar, dondurucu veya yakıcı sıcaklar, yiyenlerin bağırsaklarını parçalayan iğrenç, yozlaşmış, zehirli gıdalar yurdudur.

Cehennem, cennet olarak yaratılmış bir zeminin, denge bo- zulmaları yüzünden dönüştüğü küresel felaketler dünyasının ta kendisidir. Bozulan dengeler dünyayı cehenneme çeviri- yor.
O halde, Kur’an’dan baktığımızda, cehennem de, tıpkı cennet gibi iki temel anlam ifade eder:
1. Sonsuzluk (ölüm sonrası, âhiret) cezası,
2. Doğal temizlik, güzellik ve bereketini yitirmiş, kaos ve mut- suzluk getiren yaşam alanı.

CEHENNEM UNSURU OLARAK TEKNOLOJİ

Kur’an’daki ‘sınâat’ kökünden kelimeler her türlü hüner ve sanat anlamında kullanıldığı gibi, endüstri-teknoloji an- lammda da kullanılır. Sınâat sözcüğü bugünkü Arapça’da da aynı anlamda kullanılmaktadır. (Bu kullanımlar için bk. Hans Wehr, A Dicfioıtnry of Modern Written Arabic, sınâat mad.)

Sınâat, sanâat ve sun’ köklerinden kelimeler Kur’an’da, fiil ve isim olarak 20 yerde geçer. Türkçedeki san’at, günümüz Arapçasındaki fabrika demek olan masna’ (çoğulu: masaa- ni’) sözcükleri de bu köklerdendir.

Anlaşılan o ki, sun’ ve sınâat, yeni bir şey vücuda getirmek, yaratıcılık ifade eden eylemler sergileyip eserler üretmek- tir. Ancak Kur’an bu sözcük ve türevlerini, eşya üzerindeki yaratıcı faaliyetleri ifade için kullanır ve genelde makbul ol- mayan, insanı azdıran, dengeyi bozan, toplumsal ve evrensel planlarda tahrip ve buhrana yol açan üretim ve hamleleri ifadeye koyarken bu kökten kelimelere yer verir.

Kur’an, smaatyoluylavücutverilen bilimve üretimleri Yaratıcı Kudret’in titizlikle izlediğini ve bunların makbul olanlarını bizzat kendi gözetim ve denetimine bağladığını gösteriyor.

“Kuşkusuz, Allah, onların yapmakta olduklardan/sınaat ola- rak ürettiklerinden tam anlamıyla haberdardır.” (Nur, 30)

“Hiç kuşkusuz, Allah onların sınaat olarak ürettiklerini/orta- ya koydukları oyunları çok iyi bilmektedir.” (Fâtır, 8)

Allah; bir sınâat ürünü olan gemisini yapmak üzere Hz. Nuh’a vahiy göndermiş ve O’na şu emri vermiştir:

‘Wahyimize bağlı olarak gözlerimizin önünde gemiyi yap!” (Hûd, 37; Müminin, 27)

Hz. Davud’a öğretilen koruyucu zırhlar yapma sanatı da bir sınâat olarak tanıtılıyor. (bk. 21/ 80)

Sınâatın hâkim özelliği, olumsuzluğudur. Dünyaya tapma- nın, azmanın, şiddet, zorbalık ve işkencenin temsilcileri olan kişi, toplum ve medeniyetler sınâata dayanan bir şımarıklık illeti içinde gösterilmektedir. Sınâat, insan hayatının mutlu- luk paydasını düşürmekte, doğal hayatı bozarak insanın bu- nalım ve karmaşaya düğmesine yol açmaktadır. Bu psikozun baş temsilcisi, Firavunlar ve Firavunlar medeniyetidir. A’raf suresi 137. ayet, İsrailoğulları’na akıl almaz zulümleri yapan Firavunların âkıbetinden şöyle söz ediyor:

“Firavun ve toplumunun sanayi olarak meydana getirdikle-
rini de dikip yükselttikleri sarayları da yere geçirdik”

Firavun zulmüne destek veren bir sanayi kolu da, onun me- deniyeti tarafından geliştirilen aldatma-büyü hüneridir. Bu aynı zamanda şunu da ifade eder: Her teknolojik üretimde bir biçimde büyü özelliği vardır. İnsanların gözünü boyar, aklını çeler. Firavun, Musa’nın gösterdiği mucizeleri geri planda bırakmak için büyü sanayii kadrosunu seferber et- mişti. Firavunlar medeniyetinin teknolojik hünerlerine karşı mücadele veren Hz. Musa’ya şöyle deniyordu:

“Sağ elindekini yere bırak! Onların, sanayi olarak ortaya çıkardıklarını yalayıp yutsun. Onların sanayi olarak üret- tikleri sadece bir büyücünün hilesidir. Büyücü ise nereye gitse iflah olmaz.” (Tâha, 69)

İğretiye, zulme, acımasızlığa öncelik tanıyıp Allah’a ters dü- tenlerin sığındıkları sınâatin insanı yıkan yanı, aldanışa sürüklemesidir. Allah ve insanın üstünde bir kudret olarak düşünülen sınâat, sonunda sahiplerini korkunç bir hüs- ranla yüz yüze bırakmaktadır. (11/14-16; 18/103-105)

Kehf 103-105. ayetler, sınâatla güzellik yaratmaya çalışma- nın da bir aldanış ve bo} uğraş olduğunu belirtiyor. Hûd Peygamber’in kavmi olan Ad topluluğu, geliştirdikleri sınâata aldanarak kendilerini ölümsüz-sonsuz saymaya başladılar ve çöktüler. Kur’an burada, fabrika ve atölye anlamına da gelen masna’ kelimesinin çoğulu olan masâni’ kelimesini kullana- rak sınâatı insanlık ve ölümsüzlük değerlerinin üstünde gör- me bahtsızlığına şöyle değiniyor:

“Âd kavmi de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Hûd on- lara, ‘Siz hiç sahınmıyor musunuz?’ demişti. Ben sizin için, güvenilir bir resulüm. Artık Allah’tan sakının da bana itaat edin. Ben sizden bu iş için bir ücret istemiyorum. Benim ödü- lüm, âlemlerin Rabbindendir. Her yüksek tepeye/yola şaşıla- cak bir bina kuracak/bir işaret dikerek mi eğleniyorsunuz? Sanayi üreten yerler edinerek sonsuzlaşmak ümidine mi dü- şüyorsunuz?” (Şuara, 123-135)

Muhammed ümmeti döneminde sınâatle azıp zulme ve kav- gaya meydan verme, Ehlikitap zümresi tarafından, özellikle Hristiyanlar tarafından sergilenecektir. Ehlikitap’ın saptırı- ci sözleri, haksız ve zalim yollarla elde ettikleri nimetleri ye- meleri ve sınâatle azıp şımarmaları büyük ölçüde, din temsil- cilerinin görevlerini yapmamalarından, çıkarlarını, ceplerini düşünmelerinden kaynaklanmıştır. (Mâide, 59-64. Ayrıca bk. Tevbe, 34-35)

Üzerinde olduğumuz bu noktaya değinen ayetler, smâatle gelen yıkımı sınaî üretimi temsil ettikleri için Hristiyanlara mal ederken, yıkımı simgeleyen harpleri ‘alevlendirme’ işini Yahudilerin eseri olarak gösteriyor. (Mâide, 69)

Sınaat konusunda geniş bilgi için bizim ’Küresel Âfetler’ adlı eserimize bakılabilir

EZİLİP HORLANANLARIN YARATICI-MOTOR GÜÇ İLAN EDİLNESİ
YARATICI ATILIMLARIN YARATICI ENERJİSİ: EZİLİP

Kur’an-ı Kerim’in en önemli kavramlarından biri olan istiz’af, za’f kökünden gelir ve 9 yerde geçer. Za’f, büyük dil bilgini Râgıb’ın da belirttiği gibi beden, ruh veya konumda güçsüz- lük demektir.

İstiz'af, Kur’ansa1 bir terim olarak, zayıf ve küçük görerek ez- mek, horlamak ve sömürmek demektir. Bunun karşıtı bir anlam taşıyan terim, yine Râgıb’ın söylediği gibi istikbârdır. Yani kendini büyük, erişilmez ve güçlü görerek başkaları üze- rinde egemenlik kurmak.

Kur’an, hayat ve oluşun insanlık sahnesindeki görünümünü, özellikle peygamberlerin temsil ettiği iman ve ışıkla onların karşısına dikilen inkâr ve karanlığın mücadelesini bir istiz’af• istikbâr çatışması olarak göstermektedir. Bu çatışmada Ya- ratıcı Kudret'in, istiz'afı temsil edenler yanında yer aldığı da Kur’an’m açık beyanları arasındadır. A’raf 137. ayete göre, Allah, yeryüzünün doğularına ve batılarına istiz’afa maruz kalanları hâkim kılmak ister. Kasas suresi 5. ayet, Yaratıcı Kudret’in, müstaz’afları bir motor güç olarak devreye soktu- ğunu ve oyunu sürekli onlar lehine kullandığını gösteriyor:
“Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar ha- line getirelim.”

Anlaşılan o ki, Kur’an, oluş diyalektiğinin temeline ezilen- ezen didişmesini yerleştiriyor. Ve bize gösteriyor ki, en büyük peygamberler de dahil bütün yaratıcı ruhlar istiz’afa maruz bırakılmışlardır. (A’raf, 75, 150) İstiz'afa uğratılanlara Kur'an zaîf (çoğulu: zuafa) ve müstaz’af (horlanan) demek- tedir.

Müstaz’afûn, Kur’an kaynaklı bir tarih terimi olarak, İslam’ın ilk yıllarında putperest Mekkeliler tarafından zulüm ve iş- kence altında inletilen yoksul ve kimsesiz Müslümanları ifade eder. İslam tarihi kaynakları, inanmaktan başka suçu olmayan bu çaresiz müminlerin, acımasız işkenceler altında ezilmelerini ve nihayet hayatlarını yitirmelerini göz yaşartı- ci tablolar halinde vermektedir. (Müstaz’aflar için bk. İbn İshak, paragraf 233-245; İbn Hişâm, 1/317-320; Öztürk, M- nsaadet !fehitleri, ilgili bölüm)

Müstaz’af kavrama, Asrısaadet’teki görünümle sınırlı değil- dir. Zaten, genel kural olarak, hiçbir ayetin anlamı ve çer- çevesi, iniş sebebiyle sınırlı değildir. Bu demektir ki, istiz’af, devir ve şartlara göre yeniden belirlenecektir. Bir devrin müstaz'afları kölelik altında inlerken öteki devrinkiler kapi- talizmin veya komünizmin zulmü altında inleyebilir. Hatta saptırılan ve bir despotizm aracına dönüştürülen demokrasi aracılığıyla yaratılan tipik ‘korku imparatorlukları’, yine ti- pik bir ‘müstaz’aflar zümresi’ yaratabilir. Tarihin en büyük dehşet iktidarının sahibi olarak bilinen Naziler kadrosu ve onların başı olan Hitler demokrasi söylem ve imkânlarıyla iktidar olmuştu.
Müstaz’af meselesinde omurga kavram, ezilip horlanmadır. Bu da iki değeri dikkatlere sunar: Emek ve inanç. Zamanı, mekânı, sistemi, rengi ve deseni ne olursa olsun, müstaz’af şu üç sebepten biri, ikisi veya üçü yüzünden ezilip horlan- maktadır:
1. İnancı yüzünden,
2. Irkı, soyu yüzünden.
3. Emeği sömürülsün diye.

Bunların bazen biri bazen de tümü belirleyici olur. Genelde ilk ikisi belirleyici olmaktadır.

Demek olur ki, Marksizm’in, diyalektiğin omurgasına koy- duğu ‘emek’ veya ‘artı değer’, ezen-ezilen çelişkisinin sadece bir boyutudur. Kur’an, buna iki boyut daha eklemektedir. Değişmeyen gerçek, diyalektiğin bir ezen-ezilen polaritesi halinde ezelden ebede yürüdüğü ve yürüyeceği gerçeğidir.

DiN GEREKÇELİ İSTİZ’AF VEYA ENGİZİSYON

En büyük müstaz’af kitlelerden biri de, zulümlerini Allah’a ve dine fatura eden Engizisyon ,papazlarının perişan ettiği kitleydi.

Kur’an, ezen-ezilen diyalektiğine bir de ‘din eksenli ezme gerekçesi’ eklenmesin diye, dindarlığı insanlar arası ilişki- lerde bir değer olmaktan çıkarmıştır. Çıkarmasaydı, ‘daha dindar’ daha az dindar olanı horlayıp ezecekti. Yani yeni bir istiz’af alanı yaratılmış olacaktı. Kur’an bu alanının doğma- sını önleyecek tedbirleri almıştır ama İslam tarihi bu tedbir- leri, geleneksel dinci anlayış yönünde ve onun lehine etkisiz kalarak 'dindar-dindar olmayan’ zıtlığını yerleştirmiş ve ege- men kılmqtır. İki binli yılların başlarında hem de Atatürk Cumhuriyeti’nin yürürlükte olduğu bir ülkede ‘dindar cum- harbaşkanı’ taleplerinin Büyük Millet Meclisi’nde telaffuz edilmesi, böyle bir kutuplaşmayı meşrulaştırma talebinin dı- şavurumudur. Bu talep meşrulaşırsa, bunun Kur’an açısından sonucu şudur:

Din perdesi altında dinsizlik

Kur’an, hiçbir din, ırk, renk ve %lge ayrımı yapmadan, müstaz’af- lam yardımı insanın onur ve iman borcu olarak görür. Bu yardım için, gerektiğinde savaşa bile girilecektir. (Nisa, 75)

İslam’ı yozlaştıran ve Peygamber Ehlibeyti’ni katleden Eme-

vîlere karşı çıkan bütün önderler, Mevâlî’nin (Arap olmadığı için köle muamelesi gören Müslümanların) ‘müstaz’afi niteli- ğine daimavurgu yapmışlardır. Hatta bunlar içinde bu vurgu- yu, Kur’an’ın kullandığı ‘müstaz’af’ tabirini aynen kullanarak yapanlar vardır. Emevîlere karşı mücadelesiyle ünlü Muhtar es-Sekafi (ölm. 67/687), kendisine katılanlardan bîatı şu şe- kilde alıyordu:

“Allah’ın kitabına, Peygamber’in sünnetine bağlılık, Hüseyin ve Ehlibeyt’in intikamını almak ve müstaz’af1arı savunmak üzere.” (Taberî, Z'arih, 5/606, 6/67; Cevde, 160)

Aynı imanın bir başka öncüsü olan Zeyd bin Ali’nin taraftar- larından aldığı bîat de bunun benzeridir:

“Allah’ın kitabı, Peygamber’in sünneti, zalimlerle savaş, müstaz’af1arın ıstırabına son vermek, mahrum bırakılanlara haklarını iade, ganimetlerden hakkı çalınanların paylarını geri almak, zulümleri durdurmak, ateşlenen fıtneleri söndür- mek, Ehlibeyt’e karşı harp alanlara yardım etmemek üzere bîat.” (Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, 3/434)

ENEĞİN VE ARTIK-DEĞERİN BELİRLEYİCÌ UNSUR İLAN EDİLMESİ

Kur’an, insanoğlunun varoluş sebebini ‘değer üretmek’ (ubûdiyet) olarak gösterdiği gibi, varolma Martini da değer üretmek olarak göstermiştir.

Kur’an’da geçen ve ‘kulluk’ diye tercüme edilen ‘ubûdiyet’ kavraminin esas anlami kulluk değil, iş yapmak, eylemde bu- lunmak, kisaca, değer üretmektir. Çünkü bu kelime İbrani- ce’deki ‘aboda’ kelimesinden türemiştir ve aboda, az önce verdiğimiz anlamlarda bir kelimedir. Değer, bizzat üretile- cektir. Yani başkalarinin ürettiği değer, hiç kimseyi yüceltici kabul edilmemiştir:
“Gerçek şu ki, insan için çalişip didindiğinden başkasi yok-
tur.” (Necm, 39)

“O gün insan, uğrunda gayret sarf ettiği şeyi hatirlar.”
(Nàziât, 35)

“Kușku duynia ki, o saat gelecektir. Onu neredeyse gizliyo- rum ki, her benlik, gayretinin karşiliğini elde etsin.” (Täha, 15)

“Kim inanmiş olarak barişa/hayra yönelik işlerden bir key yaparsa, onun gayretine nankörlük edilinez. Biz, böylesi lehi- ne kâtiplik ederiz.” (Enbiya, 93)

‘Yüzler vardir o gün, nimetlerle mutlu. Emek ve gayreti yü- zünden hoşnuttur.” (Ğâşiye, 8-9)

“Her benlik hendi kazandığının bir karşılığıdır.” (Müddessir, 38)

Değer üretmenin bu konumda tutulmasına bakarak şunu söyleyebiliriz: Kur’an, kapitalin emeği boğmasına izin ve- rilmemesini istemektedir. Yaratıcı-motor güç kapital değil, emektir. Kapital, aşırıcı-sömürücü güçtür. Kapital bu an- lamda güç bile değildir; kapital yaratıcı cevher değildir, bir manipülasyon aracıdır. Tam bu noktada bir devrim gerçeğin daha altını çizmeliyiz: Kur’an, zenginin malında fakirin hak- kı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Zâriyât 19. ayet şöyle diyor:

“Onların mallarında, ihtiyaç sahibi için, yoksun ve yoksul için bir hah vardır.”

Ayni hak, En’am 141. ayette ‘Allah’ın hakkı’ olarak anılmak- tadır. Böylece Kur’an bir yandan zenginin malında yoksulun yani emek sahibinin hakkı olduğunu bildirirken öte yandan emek sahibinin hakkmı ‘Allah’ın hakkı’ olarak tescil etmek suretiyle Allah’ın, emeğin yanında olduğuna vurgu yapmış, emeği bir yaratıcı güç olarak öne çıkarmıştır.

“Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurma- yı, sebzeyi, birbirine benzer ve benzemez zeytini, narı oluştu- ran O'dur. Onun meyvesinden, olgunlaştığı zaman yiyin ve hasat gününde O’nun hakkını da verin. Israf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez.”

Zenginin malındaki emekçi hakkını aynı zamanda Allah’ın hakkı olarak belirleyen ayet, bunu ‘O’nun hakkı’ diyerek bir zamirle yapmaktadır. Bu zamir, bütün tefsirlerde, çeşitli oyunlarla başka yerlere gönderilmekte ve ‘Allah’ın hakkı’ ta- biri yok edilmektedir. Oysaki gerekli filolojik tahliller yapıldı- ğındave Kur’an’ın genel mesajı dikkate alındığında o zamirin gideceği tek yerin ayetin başındaki ‘huve’ zamiri ile sıla edatı olan ‘ellezî’ kelimesinin de işaret ettiği Allah olduğu rahatça anlaşılır. Burada, üstü örtülen Kur’an beyyinelerinden biri olan bir gerçeğin altını daha çözelim:

Artık-değer’i ilk telaffuz eden, Kur’an’dır.

Zenginin malında yoksulun halkının bulunduğunu ilan, artık- değerin, Marx’tan bin küsur yıl önce bulunması, belirlenmesi demektir. Bilindiği gibi, Karl Marx (ölm. 1883) felsefesinin en önemli kavramlarından biri, belki de birincisi olan artık- değer (surplus value), ücreti ödenen emekçinin, çalıştıranın (anamalcının) malında-gelirinde kalan ‘karşılığı ödenmemiş fazla değer’dir. Günde asgari geçimini 5 saat çalışmayla sağ- layabilen bir işçinin 12 saat çalışması sonucunda 7 saatlik bir üretim ve buna bağlı gelir farkı patronun eline geçer. Bu ise bir çelişkidir. Artık-değerin, işverenin lehine işlemesi, ser- mayenin hızla büyümesine, üretimin aralıksız artmasına yol açar. Artık-değer yüzünden bu durum hep öyle devam ettiği için zaman geçtikçe patron daha çok servet sahibi olur, işçi de daha çok yoksullaşır.

Kur’an, işte bu ‘değişmez kader’in değişmesini sağlayacak devrimleri getirmiştir. Bu devrimlerin omurgasında, ‘kapita- lin emeği boğmasının durdurulması’ yatar. Kur’an, bir ideo- loji veya hukuk kitabı olmadığından ve bir devlet biçimi getir- mediğinden ‘olmasi gerekenler’in evrensel ilkelerini koyarak insandan gerekeni yapmasını istemektedir. Kur’an’dan bizim anladığımız odur ki, ‘gereken’, ne Marx’ın söylediği gibi özel mülkiyeti ilgadır ne de kapitalist-liberalist zihniyetlerin söyle- diği gibi bireye sınırsız özgürlük vermektir; ‘gereken’ toplum- cu-devletçi yanı ağır basan bir karma sistemdir.

En’am 141’deki ‘hakk’ın, zekât olduğunu söyleyerek bu ayeti etkisiz kılmak isteyenler olmuştur ama bu yaklaşım belirleyici olamamıştır. Genel kanı, bu ayette söz konusu edilen hakkın, resmi vergi niteliğindeki zekâtın dışında bir hak olduğu mer- kezindedir.

Netice olarak, Kuı’an, artık değerin varlığını, yerini, önemini Marx’tan asırlar önce insanlığa tanıtarak da bir devrim yap- mıştır.

TOPRAKTA MÜLKİYET MESELESİ

Kur’an’ın, toprakta mülkiyet anlayqı da artık•değerin varlı- ğını belirlemede bir gösterge olarak alınabilir.

Kur’an, toprakta özel mülkiyete kategorik olarak karşı çık- mamakla birlikte, insanın kullandığı mülkiyet halkının ‘mut- lak maliklik’ üzerine değil, zimmet, âriyet, emanet, istihlaf ve intifa üzerine oturduğunu kabul etmektedir. Yani Kur’an, toprakta mülkiyeti bir ‘elinde tutma’ olarak görmektedir ama bu Kur’an’a özgü yaklaşım, pozitif hukuktaki özel mülkiyet halkının inkârına gerekçe yapılamaz. Toprağın gerçek mali- ki, sadece ve sadece Allah’tır. İnsan sadece topraktaki mül- Niyette değil, sahip olduğu bütün aynî haklarda mutlak malik değil, bir müstahlef-emanetçidir:

“Allah’a ve resulüne iman edin, sizi, üzerinde, daha önce- kilerin yerine halefler yaptığı şeylerden, başkalarına pay çı- karın! İçinizden iman eden ve infakta bulunanlar için çok büyük bir ödül vardır. İman sahipleri iseniz size ne oluyor da Allah tan emin o1m• 7Orsunuz? Oysaki Resul sizi Rabbinize inanmaya çağırıyor. Üstelik Resul/Rabbiniz sizden taahhü- dünüzü kuvvetli bir şekilde almıştır.” (Hadîd, 7-8)

Toprakta özel mülkiyet, tevdi edilmiş bir emanetten yarar- lanma (intifa) ve o emanet üzerinde geçici tasarrufta bulun- ma hakkı anlamında bir malikiyettir. Bu önemli noktada şu ifadelere yer veriliyor:

‘Yeryüzü Allah’ındır, Allah ona, kullarından dilediğini mi- rasçı kılar.” (A’raf, 128)

“Göklerin ve yerin mirası sadece Allah’ındır” (Âli İmran, 180; Hadîd, 10)

‘Yeryüzüne benim iyilik ve barış seven kullanım vâris ola- caktır.” (Enbiya, 105)

O halde, mülkün hem aynî haklar hem de smlrlı aynî hak- lar anlamında sahibi Allah’tır. Çünkü mutlak Mâlikü’l-Mülk O’dur. insanın hem saltanat hem de mal-mülk anlamında malikiyeti izafidir. Bu da mülkün esas sahibinin izniyle kaza- nılan bir Aidiyet ifade eder ki Müslüman fakîhler buna ‘ihti- sas’ derler. (Bu konuda ayrıntılar için bk. Hilmi Ziya Ülken, islam D üncesi, 73-75)

Bu temele dayalı bir mülkiyet anlayışında birey, mülkün an- cak ‘ondan intifa eden kişi’ anlamında sahibidir; mutlak ege- men anlamında sahibi değildir. Mutlak sahip Cenabı Hak’tır. islam fakîhleri içinde mülkiyetin bu anlamda bile insana izafe edilmesine karşı s'kanlar vardır. Bunlara göre, mülkteki inti- fa hakkı bile Allah’ındır. Bu hak da kula gerçek anlamıyla iza- fe edilemez. Kulun mülk üzerinde hiçbir hukukî tasarrufu söz konusu olamaz. Endülüslü ünlü fakîh Şâtıbî (ölm. 790/1388) bu anlamdaki görüşleri sıraladıktan sonra kendisinin de bu görüşlere esasl bakımından katıldığını bildirmektedir. (bk. Şâtıbî, el-Muvafakaat, 3/166-170)

Fıkıh tarihinin anıt isimlerinden olan Karafi’ye göre, mül- kiyet, malın aynında veya intifaında tasarruf imkânl veren hukukî hükümdür. (Karafi, el-Fürûk, 3/364)

Klasik dönemden beri fakîhler, gerek mülkiyet gerekse ge- nel hak kavrama bahsinde malikiyet yerine bu aidiyet tabi- rini sıkça kullanmaktalar. Çünkü Kur’an’ın bireysel mülki- yet hakkı sui jeneris bir mülkiyet hakkıdlr. Kâsdnî, Karafi, Zeynülabidin ibn Nüceym gibi ünlü fakîhlere göre, bu mül- kiyet hakkı, ‘tasarrufta bulunabilmek için hukukun bahşetti- ği yetki, zimmet ve âidiyet’ anlamında bir hak olup mutlak malikiyet ifade etmez. Karafi, mülkiyet hakkını sahibine bir şeyin aynı veya menfaati üzerinde tasarruf yetkisi veren kanu- na dayalı bir hüküm olarak görüyor. (el-Furûk, fark 180) Yine Karafi’ye göre, buradaki yararlanma da şahsa bağlı, devri kabil olmayan bir intifa hakkıdır. Ünlü hukukçu bu noktada Hz. Peygamber’in şu hadisini kayda geçiriyor:

“Kendisine ait bir arazisi bulunan onu ya ekip biserek değer- lendirsin yahut da onu değerlendirecek bir kardeşine bağışla- sın.” (Karafi, et-f'urû1, kaide 180-184)

Karafi’nin eserine bir şerh yazan Mekke müftüsü Muhammed Ali el-Mekkî, yaklaşımı daha anlaşılır hale getirmiştir:

“Mülkiyet hakkı, şeriatin (kanun koyucunun) özel bir izniy- le vücut bulur. Aynî değerler, sadece sağladıkları yararlar itibariyle mülkiyet konusu olurlar. Yarar sağlamayan mallar (mesela haşhaş), sağJadığı yarar haram türünden olan şeyler (mesela şarap), sağladığı yararı insanın bir hakkına tecavüz pahasına sağlayan şeyler (mesela hür bir insanın satılması) mülk konusu yapılamaz.” (Mekkî, Tehzîbu’l-Furûk, 184. far- kın şerhi)

Kolektif mülkiyet anlayışına klasik İslam kaynaklarında rast- lanmaz ise de sonraki dönemin düşünürleri, özellikle sûfi kulvardaki bazı düşünürler, kolektif mülkiyeti savunmuş ve bu düşünceye fiilî örnek olacak uygulamalara öncülük et- mişlerdir. (Bu konuda bilimsel bazı tespitler için bk. Ömer Lütfi Barkan, istila Devirlerinin Kolonizatör Türk Derv’qleri ve ZoviJefâr; Vakıflar Dergisi, S. 2, yıl. 1942) Bu noktada, Osmanlı İmparatorluğu’na kuruluş yıllarında büyük sıkıntı- lar yaşatan ve sadece sûfi değil, aynı zamanda büyük bir fıkıh bilgini de olan Simavnalı Bedreddin (ölm. 823/1420) adına nispet edilen hareket özellikle anılmalıdır.

Toprakta mülkiyetin çok sıkı şartlara ve yükümlülüklere bağlı tutulduğu açıktır ama bu şartları önümüze koyan ve- rilerin hiçbiri “İslam toprakta özel mülkiyete karşıdır” id- diasını kanıtlamaya yetmez. Herkesin emeğinin karşılığını alması Allah’ın isimlerinden biri olan Hakk’ın bir gereğidir. Kazanımın temeline ‘emek’ konduğuna göre, her insan ka- biliyetine göre değer üretecek, ürettiği değere göre de hak
sahibi olacaktır. O halde, kabiliyetlerde ve emekte farklılık esas olduğuna göre emeğin sonucu olan mal ve toprakta da farklılık olacaktır. Böyle olunca da toprakta özel mülkiyet yoktur demek, varlık düzenine ve Yaratıcı iradeye aykırıdır. (Ayrıntılar için bk. Fahri Demir, İslam Hukukunda Mülkiyet Zfahlı, 174-176)

Unutmayalım ki, Kur’an, ontolojik ve küllî anlamda, mesela, hâkimiyetin de Allah’a ait olduğunu beyan eder ama insanın kısmî bir hâkimiyet yetkisi kullanmasına asla karşı çıkmaz. Aynen bunun gibi, toprakta mülkiyetin kısmî(ve şartlı) kullanı- mina da karşı çıkılmamıştır. Ontolojik ve metafizik söylemleri pozitif hukuk alanına taşıyarak ‘var’ veya ‘yok’ hükmü vermek isabetli değildir. Kur’an toprakta mülkiyetin sömürü ve zorba- lık aracı yapılmasına karşıdır ama kategorik bir ‘özel mülkiyet yasağı’ ifade eden hiçbir vahyî beyan yoktur. “Toprakta özel mülkiyet vardır” diyenlerden delil istenmesi hukuk mantığına uymaz; tam tersine, toprakta özel mülkiyete karşı çıkanların, asırlardır süren icraata ters olan iddialarını belgelemeleri ge- rekir.” (Bu konuda ayrıntılar için bk. Abdüsselam Davud el- Abbadî, el-Mülkiyyetiî fı’(-!ferîati’l-Îslamiyye,1/321)
A’raf suresi 128. ayetteki “Yeryüzü Allah’ındır” ifadesini özel mülkiyetin yokluğuna delil göstermek hukuk ve dinin esasla- rına da yöntemlerine de aykırıdır. Böyle bir iddiaya bu ayete dayandıranlara cevabı bizzat bu ayetin ikinci kısmı vermektedir. Ayetin tümünü okuyalım:

‘Yeryüzü Allah’ındır, Allah ona, kullarından dilediğini miras bırakır'

Ayet, toprakta özel mülkiyeti asla reddetmiyor, tam aksine, kabul ve ilan ediyor, ancak onu kayıt ve şarta bağlıyor. Yani mülkiyet hakkını ilga etmiyor, sui jeneris bir mülkiyet hak- kından söz ediyor. Ayet, mutlak malikin yani ontolojik ve metafizik anlamda malikin sadece ne sadece Allah olduğunu, ama şartlı ve emanet anlamında bir malikliğin onun kullarına verildiğini bildiriyor. Esas malik tarafından verilen bu hak, ‘mukayye t ve mevkût’ (şarta bağli ve zamanla kayitli) bir hak- tir ki esasini, Karafi’nin de belirttiği gibi, ‘yararlarda tasar- ruf oluşturur. (Karafi, el-Furûk, 3/218) Hanefi fikhinin dahi fakîhlerinden Ebu Zeyd ed-Debûsî (ölm. 430/103g) tarn bu noktada, Kur’an açisindan mülkiyet hakkinin âdeta tanimini veren şu sözü söylüyor:

“Mülk, meşru sebeplere bağlanmiş bir nimettir.” (Debûsî’nin, Takvîmu’f-£diffe’sinden naklen, Abbâdî, 1/494)

Anna unutmamaliyiz ki, bir hakkin şarta bağlanmasi, o șart ne denli ağir olursa olsun, o hakkin yokluğuna delil yapilamaz.

“Toprakta özel mülkiyet olabilir ama bunun kamu yararina çok siki bir kontrole bağlanmasi gerekir” ifadesiyle özetleye- bileceğimize inandiğimiz Kur’ansal görüş açisindan toprağa mirasçi kilinacaklar, yani topraği kullanmasi istenenler kim- lerdir? Elbette ki onu ihya edecek ve insanliğin hayrina işle- tecek olanlardir. Yani toprak üzerinde emekle iș görüp değer üretecek olanlar. Kur’an, bunlarin kimliklerini tespit etme- mize yardimci olacak ipuçlarini da vermiştir. Toprağa mirasçi olacaklar barişsever, değer üreten insanlar, Kur’an’in deyi- miyle salih kişilerdir. Çünkü toprağin gerçek sahibi Cenabi Hak şöyle demektedir:

“Biz istiyoruz ki, yeryiìzünde ezilip horlananlara bağişta bu- lunalim, onlari önderler yapalim, onlari mirasçilar haline getirelim.” (Kasas, 5)

Toprakta değişmez malik, bütün miras değişmelerine rağ- men ayni kalan malik Allah’tir. Unutmayalim ki, Allah’in isim sifatlari (Esmaül Hüsna) içinde Vâris ve Mâlik sifatlari da vardir. Allah, sadece Màlik sifatiyla değil, Vâris (mirasçi) sifatiyla da mülkün mutlak sahibidir. Şu sarsici ifadeye bakin:
“Biziz Vâris olanlar/mirasçilar, biz!” (Kasas, 59)
İlginçtir, Allah’in toprağa malikiyetini ifade eden ayetlerde daha çok Vâris sıfatı kullanılmıştır. Dahası, Allah, ‘Varislerin en hayırlısı’ olarak anılmaktadır. (Enbiya, 89) İzafi malikler sürekli değişmektedir. Bunlar, toprağa geçici sahipliğin hak- kını yerine getirmemişlerse bunun ceza faturasını ödemek zorunda kalacaklardır:

“Tüm olup bitenler, eski sahiplerinden sonra yeryüzüne mi- rasçı olanlara şunu göstermedi mi? Dilersek onları günahla- rı yüzünden belaya çarptırırız, kalpleri üzerine mühür basa- rım da artık söz dinleyemez olurlar.” (A’raf, 100)

Sonra onların yerlerine, onların hor ve hakir gördüğü birileri gelir. Mülkün mutlak sahibi olan Tanrı tarafından konan yasa budur:

“Ezilip itilmekte olan topluluğu da içine berehetler doldur- duğumuz toprağın doğularına ve batılarına mirasçı kıldık” (A’raf, 137)

Demek ki, toprağın gerçek sahibi, toprağın izafî sahipleri ola- rak ezilip horlanan barışsever, üretken insanları istemekte- dir. Kur’an’ın verileri dikkate alındığında, bunların, toprağı işleyerek onun üzerinde değer üretecek olan emek sahipleri olduğunda en küçük bir kuşku söZ konusu edilemez.

SERVET SAHİPLERİNİN YIKICI UNSUR İLAN EDİLMESİ

Kur’an’ın düşmanlarından biri olan şirkin besleyici unsurları arasında servetten nasiplenmek isteyen çıkarcılık da vardır. Kur’an bu noktada son derece açık konuşmaktadır. ‘Şürekâ’ ve ‘enddd’ diye anılan yedek ilahların dünyalık dağıtarak ba- şarılı olduklarını, bizzat Tanrı’ya yönelik bir sitem ifadesiyle şöyle söyletiyor Kur’an:

“Derler ki, ‘Tespih ederiz seni, senin beri tarafından evliya edinmemiz bize yaraşmazdı. Ama sen onları ve atalarını öy- lesine nimetlendirdin ki, zikiri/Kur’an’ı unuttular ve helûke giden bir topluluk oldular.” (Furkan, 18)

Nimetlendirilenler ister o evliya olsun ister onların ardı sıra gidenler, fark etmez. İki halde de, bu çevrelerde saptırıcı rolü oynayan temel değer, dünyalık; temel olgu ise çıkarcılıktır.

Servet ve refahla azıp şımarmak anlamında kullanılan teref ve türevleri Kur’an’da 8 yerde geçer. Terefe bulaşanların it- ham edilişindeki ağırlık, kavramın fazla tekrarına gerek bırakmamıştır.

Mal ve servetin belli ellerde toplanmasını ve toplum aleyhine bir baskı ve sömürü unsuru halinde kullanılmasını yaradılış kanunlarını çiğnemek olarak gören Kur’an, bunun denge bozucu ve çöküşe götürücü bir illet olmasını şu gerekçeye bağlar: Emekle kapitalin yer değiştirmesi.

Kur’an; ekonominin, başarının ve zaferin temelinde emek
ve gayreti görmektedir.

Teref, bu varoluş ilkesini tersine çevirmekte, oluş ve erişin motor gücü olan emeği mala/kapitale boğdurmaktadır. Bu yüzden Kur’an, servetlerde yoksulun hakkı olduğunu açıkça ifade eder. (bk.51/19; 6/141; 17/26; 30/38) Bu, servetin terefe gitmemek üzere frenlenmesi demektir. imam Şâfiî’ye göre, bir malda fakirin hakkı o malın sahibinin haklarından önde gelir. Çünkü Kur’an, malın, sahibi tarafından kullanılır hale gelmesini fakirin halkının verilmesine bağlamıştır. (Sibaı, islam Sosyalizmi, 227) Fıkıh tarihinin anıt isimlerinden biri olan İbn Hazm’a göre, bir Müslümanların hakkı olan kamu malını onların yararlanmasına engel olacak şekilde bloke eden veya ele geçiren (yani Maun suresi ihlali yapan), o hak- tan yararlanması muhtemel kişilere kudurmuşcasına saldır- mış sayılır. (İbn Hazm, el-MuhalIa, 6/156; Sibaî, 223)

Kur’an’m bu yaklaşımına bakarak bazı Müslüman düşünür- ler Marksizm’1e İslam arasında benzerliği de aşan bir ya- kınlık görmüşlerdir. Libya’nın ihtilalci lideri Kaddafi bun- lardan biridir. Kaddafi’ye göre, Marksizm, Müslümanlara Hristiyanlık ve Yahudilikten daha yakındır.” (bk. Claire, 347) Muhammed İkbal’in sözü çok daha ürperticidir:

“Kur’an nedir? Zenginlere ölüm haberi, malı olmayan- lara koruyucu. Altın tutan elden hiçbir hayır bekleme.” (Cavidnâme, beyt; 735)

Servet ve refahla şımarıp azmak neden bu kadar kötülen- miştir? Bir kere şımartıp azdıran servette haram vardır; alın terinin ve emeğin talanı vardır. İkincisi, bu servetin yarattığı şımarıklık ve azmışlığın tahrik ettiği tatmin edilmeyen ihti- yaçlar nefrete dönüşür ve bu nefretin önünde hiçbir şey ayak- ta duramaz. Günümüzün temel belası olarak görülen terörün esas sebebi de terefin yarattığı nefret ve intikam hırsıdır.

PAYLAŞNAYAN BİR DÜNYANIN MUTLU VE HUZURLU OLAMAYACAĞININ İLANI
MUTLULUĞUN ANAHTARI: İNFAK VEYA PAYLAŞIM

İnfak, Kur’an’da, tamamına yakını fiil kullanım olmak üzere 50 küsur yerde geçmektedir. Fiil halde kullanımın egemen- liği, infaktn, bir ide, bir söylem ve temenni olmaktan çok bir eylem konusu olarak alındığına, eyleme dönüşmeyen infak- tan hiçbir yarar gelemeyeceğine vurgudur.

Kur’an’ın en hayatî kavramlarından biri olan infak, pazar kurmak, malı satıp tüketmek anlamlarındaki ‘nefak’ kökün- den bir kelime olup malı harcayıp tüketmek, harcaya harcaya yoksullaşmak demektir.

Aynı kökten gelen ve Türkçe’de de kullanılan nafaka da‘har- canan miktar’ demektir. Kur’ansal bir terim olarak infak, he- men hemen bu sözlük anlamında kullanılmıştır. Kur’an me- sajmdaki terimsel yapısıyla verirsek şunu söyleyeceğiz:

İnfak, sahip olduğumuz mal ve imkânları, onlara daha az sahip olanlarla, hepimiz aynı düzeye ininceye kadar paylaş- mak demektir.

İnfak, insana emanet edilmiş imkânlartn onların gerçek sa- hibinin iradesi yönünde ilgili yerlere tevdi edilmesidir. Mal ve imkân sahibi, kendisinden önce başka birinin yönettiği bir emaneti kotaran bir haleftir. Onun bir selefi vardı. Bir süre sonra yeni bir halef gelecek, o selef olacaktır. Kur’an, esrarlı kelam sanatını burada da göstererek şöyle diyor:

“Allah’a ve resulüne iman edin; sizi, üzerinde, daha önce- kilerin yerine buyruk sahibi yaptığı şeylerden, başkalarına pay çıkarın! İçinizden iman eden ve infakta bulunanlar için Sok büyük bir ödül vardır. Allah yolunda harcama yapmanı- za engel ne var? Göklerin ve yerin mirası zaten Allah’ındır.” (Hadîd, 7, 10)

Kur’an’ın paylaşım anlayışı, Türk lirizminin ve Kur’an hüma- nizminin ölümsüz şairi Yunus Emre (ölm.1320) tarafından şu kısa dizelerde bir kez daha sonsuzlaştırılmıştır:

“Mal sahibi, mülk sahibi Nerde bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan!”

infaktn savsaklanması, insanı tehdit ve tehlikelerle yüz yüze getirir. Kur’an’ın bu noktadaki uyarısı çok açık ve radikaldir:

“Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın, kendi el- lerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (Bakara, 195)

Bu ‘tehlike’ nedir? İnfaktn yani nimet ve imkânları paylaşma- nın savsaklanmasından doğacak tehlike bir ‘acıklı azap’tır. Buradaki‘azap’sözünebakarak infakı savsaklamanm âhirette cezalandırılacak bir olumsuz olarak düşünülmesi son derece yanlış olur. Kur’an, azapla sadece âhiretteki cezaları değil, dünyadaki ceza, bela ve tehditleri de kasteder. (Bu konuda bizim ’Kur’an in Temel Kavramları’ adlı eserimizin Azap mad- desine bakılabilir.) O halde, infaktn savsaklanmasının yara- tacağı azap ve cehennem, dünya hayatında başlayıp âhirette devam edecek bir süreçtir. Dünyada sefalet, hastalık, kavga, terör, cinayet, ihtilal vs. olarak başlar, âhirette oranın şartla- rına özgü azaplarla devam eder. Kur’an şöyle diyor:

“Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harca- mayanlara horkunç bir azap muştula! Gün olur, cehennem ateşinde onların üzerine fay dökülür de bununla onların aIınları, böğürleri, sırtları dağlanır: ‘İşte egolarınız için yığdıkla- rınız. Hadi, tadın biriktirmiş olduklarınızı!” (Tevbe, 34-35)

Kozmik ilke, insanın düşündüğünün tam tersinedir: Eğer paylaşmıyorsanız, ıtrttlkça daha mutsuz olursunuz! Artışın mutluluk getirmesi, arttıkça paylaşmakla mümkündür. Türkmen sadeliği içinde mistik lirizmin zirvesine yükselen ölümsüz şiir devi Yunus Emre, gök kubbeye bu gerçeği de erişilmez bir güzellikte armağan etmiştir. Şöyle diyor:
“Gitmez gönülden darlık, Elde oldukça varlık”

Kur’an, insandan şunu istemektedir: İçindeki “Azalır!” kor- kusunu çıkarıp at, mülk ve imkânın sahibi Yaratıcı’nın, pay- laştıkça artıracağını bil ve bunun gereğini yap. Kur’an, insanın derinlerindeki bu müthiş “Azalır!” korkusuna değinmekte ve insanı bu yıkıcı korkuyu aşmaya çağırmaktadır:

“De ki, ‘Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydı- nız, o zaman da harcanır-biter korkusuyla cimri davranırdı- nız.’ İnsan çok cimridir.” (İsra, 100)

Kur’an, mensuplarınm temel niteliklerinden birinin de ‘mün- fik’ (infak eden, paylaşan) olması gerektiğini hatırlatmakta- dır. (Âli İmran, 17)

Kur’an insanının münfik sıfatı her hal ve şartta faal olma- sı gereken bir sıfattır. Bol zamanda, kit zamanda, zorlukta, rahatlıkta, gece-gündüz, gizli-açık. Onlar büyük imkânlardan büyük paylar çıkarırlar ama imkânları sınırlı olduğunda pay- laşımı durdurmazlar. Sınırlı, hatta çok sınırlı imkânlardan da başkalarına pay çıkaranlardır onlar. (bk. 3/134; 16/75; 65/7)

Anlaşılan o ki, Kur’an’a göre, mal ve imkânlan kendi teke- linde tutup egoları için istifleyenler, bir gün bu biriktirdik- lerini yiyip harcayamayacak bir ortamla yüz yüze gelecekler ve hayatlarını kendi elleriyle zehirlemiş olacaklardır. O gün geldiğinde, hayat onlar için çok korkunç bir cehenneme dö- ntlşecektir. Kur’an, tam bu noktada, bu olumsuzluğun âdeta sebebi gördüğü bir zümreye gönderme yapmakta ve bu yap- tığıyla, insanlık tarihinde en büyük mucizelerden (isterseniz devrimlerden deyin) birini önümüze koymaktadır.

Paylaşımın yerine tekelci depolamanın geçişinde din sınıfının tarihsel rolüne ve günahına parmak basılmakta, insanlık şu yolda uyarılmaktadır:

Paylaşımı engelleyen olumsuzlukların altında bir biçimde, ta- lan ve yalanı dinleştiren zümre yani din sınıfı vardır.

“Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, hahamlardan ve rahip- lerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıkabasa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azap muştula!” (Tevbe, 34-35)

İnfakı savsaklayan zihniyetlerin temel niteliklerini tanıtan Kur’an, bir savsaklama gereksesi daha veriyor: Paylaşmak istemeyenler, “Allah’ın vernıediğine biz mi vereceğiz, niye verelim. Allah dileseydi onlara da verirdi!” (Yasîn, 47) tü- ründen bahaneler ileri süreceklerdir.

Kur’an üslubunun mahremi olanlar bu tanıtımın söylemek is- tediğinin şu olduğunu anlamakta zorluk çekmezler: Toplumda ve nihayet küremizde, yoksulluğun sebebi Allah değildir. Yoksullar, Allah’ın zulmüne veya öfkesine uğradıkları için de- ğil, hakları gasp edildiği, paylaşım işletilmediği halde bu zul- me karşı çıkmadıkları is in o haldedirler. Yani ortada, Allah’ın insana zulmü değil, insanın insana zulmü vardır. Bu zulmü aşmak da insana düşmektedir. Bunun yolu ise zulme seyirci kalarak pasif zalim konumuna düşme yanlışından kurtulmak, zulme karşı savaşmaktır.

PAYLAŞIMLA İLGİLİ TEMEL İLKELER

Kur’an, infakı anlatan ayetlerinde insan hayatının, özellikle toplumsal hayatın en önemli mutluluk ve başarı ilkelerini, değişik bağlamlarda vermiştir. Temel ilkelerden biri de şu- dur:

İnfak; sevilen, değer verilen, infak eden için önemli olan şey- lerden yapılacaktır. Kur’an bu noktanın altını ısrarla çizmek- tedir. Çünkü atılası şeyleri başkalarına vermek, maddesel anlamda bir yardım gibi görünse de ruhu-özü bakımından insan onurunu rencide eden bir olgudur. Kur’an buna karşı çıkıyor:

“Ey iman sahipleri! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkarmış olduklarımızın temiz/leziz/hoş/güzel olanlarından infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığının pis/bayağı şeyleri vermeye kalkmayın.” (Bakara, 267)

İnfak, ‘sürekli getirisi olan ticaret’ şeklinde ifade edilebilir. Kur’an şöyle diyor:

“Kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak eden- ler, asla batmayacak bir ticaret umabilirler.” (Fâtır, 29)

“Bir şey infak ederseniz Rab, onun yerine başha bir şey lütfe- der. Rızık verenlerin en hayırlısıdır 0.” (Sebe’, 39)

“Allah yolunda harcadığınız her şey size tam olarak ödeniw,
hiçbir haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfâl, 60)

Bu geri döndürme, hem bireysel planda hem de toplumsal planda işler. İnfakta riya (gösteriş, ikiyüzlülük) olmamalı. (Bakara, 264) İnfak, sadece sonsuzlaşmak niyet ve beklen- tesiyle yapılmalıdır. Kur’an buna, kendi terminolojisi içinde, ‘Allah’m yiizünü isteyip özlemek niyeti’ diyor.
“Nimet ve imkândan başkalarına bağışladığınız, esasında slzln öz benlikleriniz lehinedir. Allah’ın yüzünü arzulama dışında bir şey için infak etmiyorsunuz. İnfak ettiğiniz her nimet size tam bir biçimde geri verilir.” (Bakara, 272)

İnfakta riyanın olmaması gerektiğini bildiren ayetler, işin vic- dan yanma değinmektedir. Kur’an, tüm konularda, önce bu vicdan yanı öne çıkarır, insanı uyarır. Bunun anlamı, bu vic- dan vaazlarıyla yetinin değildir; bu sonucu bir biçimde elde edindir. O halde infakta riyayı ortadan kaldırmanın yolu, servet kodamanlarının egolarını tatmine yarayan bir sadaka kültürü ve dilenme toplumu yaratmayı durduracak yaptırımlı düzenlemeler gerçekleştirmektir. Yani sosyal adaleti, sosyal demokrasiyi getirmektir. Allah ile aldatanların din anlayış- larında işte bu ikinci kısma karşı çıkılmakta, sadece sadaka kültürü ile dilenme toplumunda yapılacak ‘ianeler’e (yemek çadırları, cami avlularında makarna, sabun, kibrit dağıtmak vs.) izin verilmektedir. Dinin amaçları çiğnenerek, dini çağ- rıştıracak bazı riyakar uygulamalar kurumsallaştırılmaktadır.

MUTLU BİR DÜNYA İÇİN ÜÇ AYAKLI REÇETE

İhtiyaç da tıpkı israf gibi görece bir kavramdır. Mutlaka ol- ması gerekeni yakalamak için sıkıntı ve şikâyet iSiTlde olan- lara bakmak’ gerekir. Harcamaların varlık kanunlarına uygun olup olmadığım anlamanın şaşmaz ölçütü, birlikte yaşanılan çevreye ve nihayet dünyaya bakmaktır. Sizin sahip olduğunu- zun çok altında imkânlara sahip olanlar varsa siz ‘ihtiyaçtan
fazlasını’ harcıyorsunuz demektir. Bu dengesizliği çözecek olan infak, bir sacayağı gibi üç ayak üstüne oturmaktadır:

1. Paylaşım olmadan zafer ve mutluluk elde edilemez,
2. İdeal paylaşım, ihtiyaçtan fazlasını muhtaçlara vermektir,
3. Vermenin son sınırı, çalışanla çalqtıranın rızıkta eşit hale
geldiği noktadır.

Birinci aşama veya ayak, meselenin daha çok vicdan ve sevgi zeminini temellendiren ayaktır. O ayakla ilgili ilke şöyle verilmiştir:

“Sevdiğiniz şeylerden başkalarına pay çıkarmadıkça hayırda erginliğe/dürüstlüğe asla ulaşamazsınız. İnfak etmekte oldu- ğunuz her şeyi, Allah çok iyi bilmektedir.” (Âli imran, 92)

İkinci aşama ‘ihtiyaçtan fazlasını vernıek’tir. O ilke, alkollü içkiler ve kumarla ilgili sorulara da cevap getiren bir ayette şöyle ifade edilmiştir:

“Sana uyuşturucuyu/şarabı ve kumarı sorarlar. De ki, ‘Bu iki- sinde büyük bir günah vardır, insanlar için çıkarlar da vardır. Ama onların kötülüğü yararlarından çok daha büyüktür.’ Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki, ‘afvı yani helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.’ Allah, ayetleri size işte böyle açıklar ki, derln derin düşünebilesiniz.” (Bakara, 219)

DEVRİM SÖZCÜK: AFV

Bu ayette 'ihtiyaçtan fazlası’ veya ‘ihtiyaçtan artan’ anlamın- da kullanılan ‘afv’ kelimesi, tefsir tarihinin en çok tartışılan sözcüklerinden biridir. Asırlar içinde oluşan mirasın ortak kanısı şudur: Paylaşımda verilmesi istenen afv, kişinin ken- disinin, ailesinin ve bakmakla yükümlü olduklarının zorunlu ihtiyaçlanndan artan şey veya şeyler anlamındadır. Afv ayri- ca temiz, helal mal ve servet anlamına da gelmektedir. Biz, Türkçe Mealimizde afv kelimesini bu iki anlamını birleştire- rek tercüme ettik.

Bu ayetin, sadece sosyal adaleti değil, ileri derecede bir sosya- lizmi terennüm ettiğinde kuşku yoktur. Bu gerçek, Kur’an’ın mesajından rahatsız olanlarla onların yardakçıları tarafından örtülmeye çalışılmış ve benzeri konularda alman ‘tedbirler’ burada da devreye sokulmuştur. O tedbirlerin birincisi hadis uydurmak, ikincisi, ayetteki anlamı kaydırınak, üçüncüsü ise mesajından korkulan ayet veya ayetleri ‘mensuh’ (hükümden düşmüş) göstermektir.

Bu ayetteki mesajla ilgili olarak hadis uydurulamamıştır, çün- kü mesajı destekleyen bir düzineden fazla gerçek hadis var- dır. Uydurma yoluna gitmek, uydurmacıların anında deşifre edilmelerine sebep olurdu. Anlam kaydırma yoluna da gidile- memiştir, çünkü söz konusu olan, tek kelimedir ve anlamı da bütün lügatlerin açık beyanıyla sabittir. Geriye, “Mensuhtur” (hükümden düşürülmüştür) oyunu kalıyor ki o oyun, bütün sırıtkanlığına rağmen oynanmıştır. Gelişmelere kısaca göz atalım:

Rivayet tefsirinin temel kaynağı sayılan Taberî Tefsiri, bahsi- miz olan ‘afv’ kelimesi üzerinde genişçe durmuştur.

“Tevil ustaları bu kelimenin anlamı konusunda ihtilaf et- mişlerdir. Sahabenin müfessirlerinden olan İbn Abbas (ölm. 68/687) şöyle demiştir: ‘Afv, ailenin ihtiyacından artandır.’ Hasan el-Basrî de afvın, ‘ihtiyaçtan fazla olan mal’ anlamın- da olduğunu söylemiştir. Afvın, savurganlık sınırına varma- yan bağışları ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Hasan el- Basri (ölm. 110/728) afv için şunu da söylemiştir: ‘Tüm malını tüketecek şekilde vermemeyi ifade eder. Bazılarına göre ise afv, farz kılınan pay yani zekâttır.”

Taberî, rivayetleri kaydetmekle yetinmemekte, bazı yorumlar da yapmaktadır. İşte ilk yorumu:

“Bu görüşlerin doğruya en yakını şu kanaattir: Afv, kişinin kendisini, ailesini geçindirecek, onların zorunlu ihtiyaçlarını giderecek olan miktardan fazlasıdır. Hz. Peygamber’den ge- len yorumların gösterdiği de budur. O, şöyle demiştir: ‘Sizden biri bir şey infak edecekse önce kendi nefsine etsin, bundan bir şey artarsa bakınakla yükümlü olduklarına infak etsin, eğer bundan sonra bir şey artarsa işte o zaman başkalarına bağışta bulunsun.’ Bir yerde de şöyle buyuruyor: ‘İhtiyaçtan fazlasını bağışlarken de dikkatli ol. Bakmakla yükümlü ol- duklarını öne al. Kendine yetecek olanı elinde tutmanı kimse kınayamaz.’ Peygamberin bu konudaki benzeri sözleri çoktur.

Ama bu kitap onların tümünü sıralamaya elverişli değildir.” Taberî’nin bu yaklaşımı, yüzyılımızın en önemli Türk müfes- siri olan Elmalılı Hamdi Efendi (ölm. 1942) tarafından da paylaşılmıştır.

Taberî, ayetin mensuh olup olmadığı sorusuna da girmekte ve şöyle konuşmaktadır:

“Bu konuda da ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre bu ayet mensuhtur, bazılarına göre ise değildir. İşin doğrusu İbn Abbas’ın, müfessir fiakîh Atıyye (ölm. 111/729) tarafından bize ulaştırılan tespitidir. İbn Abbas’a göre, bu ayet, zekât farzını getiren ayetler tarafından hükümsüz kılınmamıştır ki neshedildiğinden söz edilsin. Yani zekât emri bunun yerine geçmemiştir. İkisinin yeri farklıdır ve ikisi de bakidir. Ayet, Cenabı Hakk’ın yüce rızası için bağışta bulunmak isteyenlere yol göstermektedir.”

İbn Abbas’ın Kur’an’da nesh bulunduğu fikrini taşıdığı söy- lenir. Biz, Kur’an’ı yaz-boz tahtasına çeviren nesh iddiasının Kur’an’a yakıştırılamayacağımdüşünenlerdeniz. Bu ayet, nes- hedildiği söylenen öteki ayetler gibi, yeri, zamanı, ilgilileri söz konusu olduğunda işlerlik kazanacak bir beyyinedir. Zekâtta miktar belirtmeyen Kur’an, geleneksel ‘kırkta bir’in yeterli olmadığı zamanlarda nasıl davranılacağı yönünde kamu oto- ritesine yol göstermektedir. O yol şudur: Gerektiğinde, servet sahiplerinden, ailevî geçimlerine yetecek kadarının dışında- kini alabilirsin. Elbette ki bu, çok istisnaî durumlarda işleye- cek bir hükümdür. Ama şu gerçeği görmezlikten gelemeyiz:

Millî servetin, nüfusun yüzde beşini oluşturan baronlar kesi- minin elinde zulüm aracına dönüştüğü bir kapitalist sistem- de bu ayetin mensuhluğundan söz etmenin Tanrı’ya isyan anlamı taşıyacağım bilmeliyiz.

Ve şunu da bilmeliyiz: Nesh denen şeytanî kapıyı açtığınızda, servetin zulüm aracına dönüşmesini dinleştiren Emevî men- şeli dinciliği bertaraf etmeniz mümkün olmaktan çıkar. Öyle olunca da, şehit halife Ömer bin Abdü1aziz’in, halife seçildiği gün, mensubu bulunduğu Emevî hanedanının kodamanları- na söylediği şu söz, yeni dünyanın yeni servet baronları için de geçerliliğini korur:
“Hesap ettim, Muhammed Ümmetinin tüm servetinin üçte
ikisi sizin elinizdedir. Bu böyle yürümez.”

Ne yazık ki, muhteşem Ömer bin Abdülaziz (ölm. 101/720), bu zulme bir çare bulamadan akrabası Emevî kodamanları tarafından zehirletilerek öldürüldü. (Bu konuda ayrıntılar için bizim, ‘fmamı Âznm Elin Honî/e’ adlı eserimizin İkinci Bölüm’üne bakılabilir.)

Üzerinde olduğumuz konuda gerçek, çağdaş Mısırlı müfessir Muhammed Abduh (ölm. 1905) tarafından dile getirilen şu sözlerde belirgindir:

“Kur’an, paylaşım konusunda çok esnek bir ölçü getire- rek her devirde her topluma, durumuna uygun bir tercih imkânı vermiştir. Kavram genel bir kavramdır, sadece Arap Yarımadası halkına, sadece Peygamber dönemi toplumuna hitap etmez. Amaçlanan, farz kılınmış asgari miktar olan zekâtın üstünde ve ötesindeki katkıdır. Hadislerdeki açıkla- malar da bu gerçeği teyit edici mahiyettedir.”

“Şuna da işaret edilmelidir: Toplum lehine katkının miktarı ile içki ve kumara ilişkin soruların aynı ayette toplanması, halkın yoksul ve savurgan iki kategorik tabakası arasında bir karşılaş- tırma yapmaya itmektedir ki o da şudur: Bir zümre, övünme ve kasılma amacıyla sırf günah uğruna hesapsız harcamalar ya- parken, bir zümre de sıkıntı içindeki yurttaşlarına yardım için harcama yapmaktadır. Mısır halkı içki ve kumara harcadıgı- nın onda birini eğitime harcamış olsaydı, onur ve egemenliği- ni yitirmemiş olurdu.” (Muhammed Abduh, Tefsirıı’1-Menâr, 2/337-338)

Çağdaş Türk müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’ın yorumu da Abduh’un yorumuyla örtüşmektedir:

“Afvı infak ediniz demek zorunlu ihtiyaçlarınızdan fazlasını infak ediniz demektir. Piyangoyla, kumarla, gayrimeşru vası- talarla değil meşru yollarla kazanın ve bu maldan, nefsinizin çoluk çocuğunuzun zorunlu ihtiyaçları için yeterli olandan fazlasını hayır işlerine harcayın. Hayır yapacağız diye kendi- nizi ve bakmakla yükümlü olduğunuz insanları nafakasız bı- rakmak caiz olmaz.” (Elmalılı, Tefsir, 2/767)
Mutlu bir dünya için ideal sacayağı saydığımız ilkenin üçün- cü ayağı, mal ve servete sahip olanların, ihtiyaç içinde olan- larla eşit hale gelinceye kadar vermesidir. Veya onlardan o kadarının alınmasıdır. İslam fıkhı, devletin, gerektiğinde ser- vetlerin tümüne el koyabileceğini kabul eder. Fakîh düşünür Dr. Mustafa Sibai’nin biraz yukarıda anılan ve tarafımızdan Türkçeye çevrilen İslam Sosyalizmi adlı kitabı bu konuda tüm ayrıntıları veren ender eserlerden biridir.
İdeal ilkelerden birini koyan Nahl 71. ayete göre, servet sa- hipleri mallarından, emrinde çalışanlara her iki taraf eşit oluncaya kadar vermelidir. Bunun yapılmaması Allah’ın ni- metlerine kafa tutmaktır. Şöyle deniyor:

“Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kalmıştır. Kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkâr edi- yor bunlar?”

Bu sarsıcı ifade, rızıkta eşitlik istemekte, bu eşitliğin inkârını Allah’ın nimetini inkârla eşanlamlı tutmaktadır.

Rızıkta eşitlik çok anlamlı bir tabirdir. Kur’an, rızıkla, gıda- lanmayı kast eder. O halde rızıkta eşitlik ilkesiyle, temel in- san haklarından biri olan gıdalanmanın evrensel standartlar- da (maruf kavramına uygun olarak) eşit hale gelmenin amaç- landığı kuşkusuzdur. Bu eşitlik sağlandıktan sonra her insan emeği ve gayretiyle orantılı olarak daha fazla imkâna sahip olabilir ve bundan yararlanabilir. ‘İslam, servete düşman değildir’in anlamı budur. İslam’ın servete düşman olmaması, bir toplumda, yüzde beşlik-onluk bir kesimin saç boyalarına veya ipeklerinin şampuanına harcadığı paranın, aynı top- lundaki yüzde yetmiş-seksenlik kitlenin içme suyu, barınak ve giyeceğe harcama imkânı bulamamasını “Allah zenginliği istediğine verir, takdir onun” diyerek meşru göstermek değil- dir. Allah zenginliği istediğine veriyorsa o zaman aynı Allah, rızıkta yani insan onuruna yakışır bir geçim çizgisinde eşitli- ği de emretmektedir. Allah ile aldatan servet baronları işin bu kısmından asla söz etmezler. Allah’ı servet ve azmışlıkla- rinin paravanı olarak kullanıp halkı kandırmak için de cami sayısıyla hac ve umre sayısını artırmakla yetinirler. Kur’an, bu azmışlar zihniyetinin egemen olduğu bir dünya düzenini Yaratıcı’nın iradesine aykırı bulmaktadır.
Nahl 71. ayet, insan haklarının, sosyal adaletin ve sosyal de- mokrasinin 21. yüzyılda ulaşmaya çalıştığı en son noktayı göstermektedir. İslam dünyasının hayata, insana, toplumsal düzene ve paylaşıma böyle bakan bir kitabın getirdiği dinin neresinde olduğunu tekrar tekrar sormak, ama biraz da sor- gulamak gerekir.

Benim bu satırları yazdığım 4 Ağustos 2005 günü, gazetelerin sayfaları, İslam dünyasının şampiyon ülkelerinden birincisi sayılan Suudî Arabistan’ın kralı Fahd’ın ölümünü ve bıraktı- ğı servetle yaşadığı hayatı değerlendiren haber ve yorumlarla doluydu. Şimdi bu ayetin açtığı pencereden, İslam’ın bu be- şik ülkesinin ‘Müslüman kra1’ının dünyanın önüne koyduğu manzaraya bir bakalım:

Müteveffanın geride bıraktığı servet listesi şu: Riyad ve Cidde’de 5 milyar dolar değerinde iki saray, 32 milyar dolar nakit para, Fransız Rivierası’nda bir şato, Boeing 747 tipi bir uçak, Cadillac marka onlarca araba, İspanya’nın Marbella kasabasında 250 dönüm alanda yaptırdığı bir saray.

Verilen bilgiye göre, Peygamber Beldesi Kralı’nın Marbel- 1a’daki sarayında 800 kişilik bir hizmet ekibi çalışmakta, şoför- lere 5 bin, diğer hizmetçilere 3 bin dolar aylık verilmektedir. Sarayın hizmeti için 4 uçak, 600 Mercedes otomobil, 50 limuzin, seçkin otellerde 300 oda ve ayrıca aylığı 180 bin Euro’1uk villalar kiralanmış.

Kral, her y11, 100 milyon dolar değerindeki el-Diriyah yatıyla Fransız kıyılarlnı dolaşırdı. 1987’de Monaco kumarhanele- rinde 6 milyon dolar kaybederek medyanın gündemine otur- muştu. 3 karısı ve 8 oğlu var. Kızlarının sayısı her ne hikmetse verilmiyor.
Kral, 83 yaşında öldü. Son yıllarında bol bol cami yaptırdığı
söyleniyor. Bu durum akla hemen şu soruyu getiriyor:

İslam dünyasında ve ‘Müslüman’ toplumların hayatında cami neyin maskelenmesinde kullanılıyor ve neyi ifade ediyor?

Kralın dünya ölçeğinde hamisi, garantörü, bilindiği gibi, ABD idi.

Nimet ve imkânlar, en iyi paylaşımın varlığı halinde bile kin ve hırsı tahrik eden çekim odakları yaratır. Nietzsche bu gerçeğe işaret ederken şöyle demiştir: “Nerede bir vaha varsa orada bir put vardır.” (Zerdüşt, 120) Vahadaki nimet, put veya put- lar tarafından tekele alınıp aç mideler nefretle kaynadığında vahanın altı üstüne gelir. Tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde terör ve dehşetin altında bu nefret vardır.

Terör, mahrum bırakılmış, sözü dinlenmeyen benliklerin dilidir. Yıkıcı, pis bir dildir ama nihayet bir dildir. Mevlana Rumî, asırlar önce bu gerçeğe işaret ederken Konyalı servet babalarına şöyle sesleniyordu: “Kendi rızasıyla kuddûsîlere (yoksullara) vernıeyenlerden, debbûsîler (eli topuzlular) gelip zorla alır.” Sözü kaydeden Eflâkî (ölm. 761/1360) şunu ekliyor: “Aynen buyurduğu gibi oldu.” (Eflâkî, 1/431) Moğollar gelip, tepelerine vura vura, ırzlarına geçe geçe el- lerinde ne varsa alıp götürdü. (Servet şımarıklığının terör yaratıcı etkisine biz, Kur’an ve Antiterörizm adlı eserimizde açıklık getirdik.)

Kur’an, ihtiyaçlardan kurtulmuş, yani ‘unu kuru, tuzu kuru’ insanın hayata ve kendisine musibet getireceğini söylemek- tedir. Hz. Ali, Selman Farisî’ye yazdığı bir mektupta bu Kur’ansal inceliğe dikkat çekerken şöyle diyor:

“İnsanların kıyamet günü hesaba çekilmelerinde dünyadaki rızıklanmaları esas alınacaktır.” (İbn Abdrabbih, el-Îkdül- Ferîd, 4/206) Tasavvufun büyük isimlerinden biri olan Ebu Saîd İbn EbiI Hayr (ölm. 440/1048) çok daha ilginç konuş- maktadır:

“İnsan için, ihtiyaç kaçınılmazdır. İnsanın Allah’a gidişinde en kestirme yol ihtiyaçlı olmaktır. Eger ihtiyaç sert ve çıplak bir kayanın üstüne atılsa oradan kaynak suları fışkırır.” (bk. Esrârıı’t-Tevhîd, 283)

Çağdaş düşünür İkbal, insanın ihtiyaçtan kurtuluşunu ruhun ölümü gibi görmektedir: “Bu köhne dünyada konfor ve re- fah nedir? Bunlar bedenden canın uçup gitmesi demektir.” (Cavidnâme, 210)

Kur’an’a göre, insan hayatını ıstıraba itip toplumu yozlaştıran en büyük zulümlerden biri de refahtan kaynaklanan azma- dır. Bu yüzdendir ki, Kur’an, toplumların ve medeniyetlerin yükseliş devirlerinde refahın değil, gayret ve emeğin egemen olduğunu, çöküş devirlerinde ise servet şımarıklığının ege- men duruma geçtiğini söylemektedir. Bu dönemlerde servet şımarıkları kendilerine düşen görevleri savsaklamanın yanın- da, toplumu yönetme mevkiine geçmekle de çöküşü hızlan- dırırlar. Ve böyle bir toplumun batması, Kur’an’a göre, bir evrensel zorunluluk haline gelir. İsra suresi 16. ayet, âdeta kural koyarcasına şöyle diyor:

“Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarnnş elebaşlarına emirler yöneltiriz/ onları yöneticiler yaparız da onlar, orada bozuk gidişler ser- gilerler. Böylece o ülke/medeniyet aleyhine hüküm hak olur-, biz de onun altını üstüne getiririz.”


İsra 16. ayetin söylediği kısaca şudur: Bir ülhede serveti, iti- barı, imkânları kontrol edenler, sahip bulunduklan bu po- tansiyelin haklunı verip gerekenleri yapmazlarsa o memle- ketin altı üstüne gelir.

İSTİKBÂR (KİBİRLE AZMA) KODAMANLARI

Kendini büyük görmeye Kur’an dilinde istihbar denmekte- dir. İsim ve fiil halinde 30 küsur yerde geçen istikbar, kibir kökünden türemiş bir sözcüktür. İstikbâr, istiz’afın karşıtı olarak kullandır. İstiz’afa uğratılanlar, istikbâr sergileyenle- rin tasallut ve zulmüne maruz kalırlar.

Kendini büyük görmek ve bu görüşü azgınlık noktasına ta- şımak, Kur’an’m nefret ettiği sapmalardan biridir. Bireysel olanı vardır, toplumsal olanı vardır. İstikbar, teref yani ser- vetle şımarma illetine tutulan kodamanlar zümresinin hasta- lıklarının en önde gelenidir. İstikbarın ilk mümessili olarak İblis gösterilmektedir. İblis 'Âdem’e secde et!” emri karşısın- da isyan etmiş,"Ben Âdem’den üstünüm, ona secde etmem!” demişti. (Bakara, 34; Zümer, 59)

İstikbâr, büyüklük kuruntusudur, bir hastalıktır. Kur’an, kendine özgü üslubu içinde büyüklük kuruntusuyla gerçek büyüklüğü birbirinden ayırır. Sâd suresi 75. ayet İb1is’e şu sorunun sorulduğunu bildiriyor: “İstikbâr mı gösteriyorsun, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?” Böylece İblis’in secde etmeyişinin bir büyüklük kuruntusu olduğu, gerçek bir büyüklükle ilgisi bulunmadığı anlatılmış oluyor.

Tanrısal ayetlere karşı çıkmanın besleyici illeti de istikbârdır. İnsanı Yaratıcı önünde eğilmekten ve ibadetten alıkoyan da istikbâr olmaktadır. İnsanlardan tiksinmenin, hötülük yap- mak için başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıklann arkasında da istikbâr vardır. (bk. 35/43; 30/7) Yeryüzünü zulüm ve ka- hırla dolduran ve kitleleri ezen ordular da istikbâr orduları- dır. (bk. 28/39; 25/21)

İstikbârın mahvettiği azgınlara örnek olarak adlarıyla anılan- lar, Firavun ve Hâman’dır. Bunlar, Allah’la yarışırcasına bir büyüklük iddiasına girip yeryüzünde istikbâr estirdiler ve so- nunda hepsi mahvoldu.
Tümü istikbar kodamanlarının korkulu rüyaları iki tanedir:
1. Sosyal demokrasi ve bunun iktidarını vaat eden siyasetler,
2. Hurafe ve yalandan arındırılmış gerçek din.

Saltanat dinciliği ile sahte dini ‘kese şişirme aracı’ olarak ohşayıp besleyen haram servet babası mütrefier Allah ile al- datma zulmünün de baş destekçileridir. Bugünkü dünyanın maruz kaldığı dengesizliklerin, açlıkların, yoksullukların ve nihayet bunların beslediği terörün yaratıcıları da bu istihbar baronlarıdır.

Dünyada gelir dağılımı tam bir zulüm manzarası arz ediyor. Türkiye’de bu zulüm iyice katmerleşmiştiı. Tüıkiye’de top- lam ulusal gelirin yüzde doksanı, nüfusun yüzde onluk dinci ve dinsiz mütref kesimi tarafından paylaşılıyor. Bu çarpıklık, ülkeyi ekonomik açıdan dışa bağımlı hale getirmiş ve bu ba- ğımlılık Türkiye’yi mandacı dış politikaların itaatkâr piyonu- na döndürmüştür. Bunun varlık kanunlarında da ekonomi kanunlarında anlamı şudur:

Türkiye’deki servetlerin büyük bir kısmı, kamu kaynaklarının dinci ve inkârcı vurguncuların talanına dayanan haram ve zu- lüm servettir. Çünkü ekonomik ve siyasal sistem büyük ölçü- de zulüm üzerine kuruludur. Yozlaştırılmış ‘sözde İs1am’ı da yanma almayı başaran bir zulümdür bu.

İSRAFIN İNSANLIK SUÇU İLAN EDİLMESİ
Kur’an, “Nasıl üretebilirim?” kaygısı duyan insanı yücelt- mekte, “Nasıl tüketebilirim?” kaygısındaki insandan nefret etmektedir.

Savurganlık anlamında kullanılan israf, Arap dilindeki esas anlamıyla haddi almak, zulmetmelt demehtir. Kur’an, savur- ganlığı bir zulüm olarak gördüğü için, lügat anlamıyla da zu- lüm demek olan bir sözcüğü seçerek birçok yerde yaptığı söz mucizelerinden birini daha sergilemiştir.

Kur’an, israf yasağıyla, hayat anlayışındaki denge ilkesinin bir görünümünü ortaya koymaktadır. Bu ilkenin bir uzantısı ola- rak bireyin varlığında yer alan maddesel ve ruhsal unsurlara aynı anda haklar tanıyan Kur’an, evvela bu temel ve çekirdek yapıdaki olası bozulma ve sapmaları önlemektedir. İnsana, “Sonsuzluğunu da unutma, dünyadan nasibini de.” (Kasas, 77) diyerek onun dengesini korumaktadır.

İnsanın yapısında yer alan hiçbir şey ltötü ve iğrenç değildir. Kur’an’ın iğrenç bulduğu, yapımızdaki unsurların kötü hm- lanımıdır.

“Yiyin, için fakat israf etmeyin! Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf, 31; En’am, 141. Ayrıca bk. İsra, 26-27; Nisa, 6; Şuara, 151) emri Kur’an’m temel buyruklarından biridir. Ne yazık ki, bu buyruk, adına İslam dünyası denen ülkelerde, özellikle petrol rengini Arap camiasında en çok çiğnenen emirlerden biri olarak dikkat çekmektedir.

İsraf, mahul sınırı almanın zulüm noktasına ulaşmasıdır.

Aşırılıgın nerede ve neden sonra başlayacağı ise görecelidir. Dolayısıyla, israf kavramının her zaman tartışmalı bir yanı vardır. Bunun içindir ki israfın belirlenmesinde vicdan ölçütü çok önemlidir. Vicdan devreden çıkarılınca her insan, israfı- nı, israfsızlık göstermek için delil bulabileceği gibi, zorunlu harcamaları yapan kişileri israfa sapmış olarak göstermek de mümkün olur.
Güvenilir bir nokta yakalamak için insanlığın ve yaşadığımız toplumun durumunu, özellikle bizim aşağı seviyelerimizde harcama yapanların durumunu göz önünde tutarak değerlen- dirme yapmalıyız. Böyle bakıldığında, dün israf sayılabilecek bir şey bugün sayılmayabilir; bunun aksi de olabilir. Hangi bakış açısını esas alırsak alalım, israf, insanlığın en büyük be- lalarından biri ve tartışmasız bir zulümdür. Küresel Afetlerin tümünü öncelikle israf tetiklemektedir. Bu bakımdan israf küresel bir insanlık suçudur.
İsraf, küresel âfetlerden sadece birisi değil, küresel Afetlerin en büyüğüdür. İsraf, bütün Afetlerin motorudur. Tüm uygar- lıkların en yıkıcı felaketi de israftır. Çünkü israf, emeğe ve insana ihanetin en yıkıcısıdır. Günümüz uygarlığının çöküşünde de en büyük rol, israfın olacaktır. “Nasıl üretebilirim?” diye sormak yerine, “Nasıl harcayabilirim?” diye soran hazır yiyiciler, medeniyetler için veba mikrobundan daha tehlikelidirler.

Baskı, şiddet, sömürü, hak ihlali, işgalcilik, cinayet gibi te- mel zulümleri besleyen ana olumsuzlukların başında israf gelmektedir. Nitekim bir zulüm ve kahır sistemi olan kapita- lizmin belirgin özelliği de israftır. Emperyalizmin muharrik günlerinden biri de israftır. İsraf, Kur'an ahlakının özündeki denge ilkesini bozmaktadır. Çünkü birimizin, gerektiğinden çok harcaması için, bir ötekimizin gerektiğinden az harcama- sı kaçınılmaz olmaktadır.

Yaratıcı, yeryüzü sofrasına nimetleri dengeli bir biçimde gön- dermiştir. İsrafa gidenler, bu dengeyi, kendi lehlerine bozan bencillerdir. O halde, israf ekonomilerinin fikir kaynağı olan kapitalizm, Kur’an nazarında bir zulüm düzeni olduğu gibi, nimetlerin gerektiği kadar kullanılmasına engel olan komü- nizm de bir zulüm düzenidir. Kur’an bu iki sistemin ortasında durur ve her ikisinin aşırılıklarını dışta bırakır. İsraf, nimetle- rin belli ellerde toplanmasını gerektirdiğinden servetlerin de belli ellerde toplanmasına yol açacaktır. Kur’an, servetlerin belli ellerde toplanmasına karşıdır. Bu noktada temel ilkeyi şöyle koyar:

“Mal ve servet, sizin yalnız zenginleriniz arasında dolaşan bir kudret ve üstünlük aracı olmasın!” (Haşr, 7)

İSRAFIN YARATTIĞI DENGESİZLİK

İsraf, “Faturasını ben ödeyeceğim, kime ne?” gerekçesiyle saçıp savunmak, sınırsız biçimde harcamaktır. İsraf bu ha- liyle de ağır bir insanlık suçudur. Kur’an’m yolu ve isteği şudur: Faturasını ödeyebilir olmak hiç kimseye insanlığın yaşamsal kaynaklarını gereksizce tüketme hakkı vermeme- lidir. Böyle bir hakkın olamayacağını insanlık bir biçimde öğrenmeli, öğrenmek istemeyerılere bu gerçek bir biçimde öğretilmelidir.

İsraf, toplumları üç başlı bir yıkıma sürüklemektedir:

1. Üretilenden daha fazlasını tüketme tutkusu ve bunun so- nucu olarak bireysel ve toplumsal düzeyde borçlanma,

2. Geçim zorluğu içindeki büyük kitlelerin ruhsal yapılarının bozulması sonucu toplum bünyesinde kin ve öfkenin derin- leşmesi.

Bu iki olumsuzluk sonucunda orta sınıf yok olmakta, toplum, saçıp savuran bir azınlıkla, ihtiyaçlarını temin edemeyen bü- yük çoğunluktan oluşan dengesiz bir bünyeye dönüşmekte- dir.

3. Eğer toplum bir süper güç toplumu ise israfın yarattığı ayrı harcamaları karşılamak için başka ülkelerin sömürül-
meslnl slstemleştirmek.

Sömürgecilik ve emperyalizmle israf arasında olmazsa olmaz bir ilişki vardır. O yüzdendir ki, emperyalizm ve sömürgeci- likle mücadeleyi bir insanlık borcu bilenlerin israfla mücade- leyi de bir insanlık borcu bilmeleri gerekir.

İsraf, gereğinden çok harcayanlar yüzünden gerektiği kadar harcayamayanların sefaletine sebep olan bir zulümdür. Bu zulüm, servet ve refahla şımarmış bir ‘zararlı tip’ üretmek- tedir. Bu tip; toplumların, medeniyetlerin, güzellik ve mutlu- luğun çürümesinde temel etkenlerden biridir. Bu zararlı tip; kendisinin en uç keyiflerini tatmin etmeyi, başkalarının en yaşamsal ihtiyaçlarlndan daha önemli görür. İsraf tutkunları, kitlelerin hayat kaynağı olan birçok imkânı geçici ve bazen sefil keyifler uğruna tüketmekte, insanlığın geleceğini tehdit etmektedir.

Dünya Doğayı Koruma Yakfı, Akdeniz havzasındaki golf alanlarının, halkın ihtiyacı olan içme sularmı tükettiğini du- yurmuştur. Anılan kurumun raporuna göre, Akdeniz’deki golf alanlarlnln her birinin tükettiği su, 12 bin nüfuslu bir yer- leşimin tüm su tüketimine eşittir. Dünyanın her yerinde buna benzer tablolar yüzlercedir.

Dünyadaki harcamaların en büyük rakamını yaratan petrol harcamalarının yarıdan fazlası israf tutkusunu tatmin içindir. Otomobil yarışları, ABD’de hemen her evde ekstradan bir tane bulunan ‘benzin içen Jeep’ tipi araçlar, ihtiyaç için har- canan petrolün iki, bazen üç katını heder etmektedir. Tabii ki bunların atmosfere yaydığı zehirli gaz miktarı da ihtiyaç için yakılanın yaydığının birkaç katıdır. İsraf burada da ‘musibet- lerin musibeti’ olarak iş görmektedir.

İsrafın durdurulmasında ilk koşul, birey-kamu ilişkilerinde, ‘kamunun çıkarım tercih i1kesi’ni işletmektir. Kur’an’ın te- mel anlayışlarından birinin ifadesi olan bu ilkenin işlemesini engelleyen neoliberalizm yaftalı sömürü ve israf sistemi, in- sanlığa yönelik en büyük tehlikelerden biri olarak dünyanın üstüne çullanmış bulunmaktadır. Bu tasalluttan kurtulmanın ilk adımı, öncelikle devletlerin bulaştığı israf illetinin önünün kesilmesi olacaktır. Çünkü bu konuda en inandırıcı ve etkili örnek, devlettir.


BÜYÜK ŞER ÜÇGEN: İSRAF-TEREF-TERÖR

Hiçbir şer üçgeni bu şer üçgeni kadar yıkıcı olamaz.

Kur’an’ı iyi inceleyenler, bu kutsal metnin israfla teref(servet ve refahla şımarmak) ve terefle terör arasında sıkı bir bağlan- tı kurduğunu rahatlıkla görürler.

Terör, dengelerin bozulması yüzünden doğan tedirginliğin kahrını çekenlerin kendilerini en anormal yollarla ifade edi- lidir. Terörde eylemci olarak kullanılanlarla terör sanayiini kotaranları birbirinden ayırmak lazım. Terörde bizatihi fail, başka bir deyimle ‘amele’ olarak görev yapanlar, israf ve teref zulmünün yarattığı dengesizliklere isyanı ihanet ve cinayete götürmeye hazır olanlardır. İsraf ve terefin büyük zalimleri bu ameleleri bir biçimde buluyor ve bir biçimde kullanarak terörü küreselleştirip doğan karmaşada bol bol silah satarak kasalarını dolduruyorlar.

Unutmayalım: Dünya barışını koruması beklenen BM Gü- venlik Konseyi’nin 5 büyük üyesi dünya silah ticaretinin de en büyük ağalarıdır. Başka bir çelişki ve ikiyüzlülüğe işaret etmeye gerek var mı?

israf marazını tatmin için daha çok kazanmak lazımdır. Daha çok kazanmak için başkalarının hakları ve ihtiyaçları görmez- likten gelinmektedir. Öte yandan, daha çok kazanmanın en ‘verimli’ yollarından biri olarak tarihin her devrinde silah sanayi ve silah satış devrededir. Bugün de kazanç hırsının tatmin yollarından en verimlisi, silah ticaretidir. Silahın satılması için kanın almasına gerekçe hazırlamak, bunun için de düşmanlıkları körüklemek lazımdır. Terör, düşmanlıkları körükleme yollarından biridir. Bugün dünyada terörü sus- turmak ve bastırmak adına kıyametler koparan süper güçler, özellikle ABD, terörü yaratan ve besleyen ülkelerin ta kendileridir.

İnkâr edilemez gerçek şudur: Birilerinin israf ve tasallutu büyük kitlelerin normal ihtiyaçlarını karşılanamaz hale getir- mekte ve dengeler altüst olmaktadır. Konunun büyük otori- teleri şu hesabı önümüze koymaktadır:

“Aşırı harcamalara ilişkin rakamlar, dünyadaki yoksul kesi- min ihtiyaçlarını karşılamanın çok masraflı olacağı iddiası- na çürütmektedir. Yoksulların yeterli gıda, temiz su ve temel eğitim ihtiyaçlarının kargılanması için gereken para, insan- ların bir yıl içinde makyaj malzemelerine, dondurmaya ve evde beslenen hayvanların mamasına harcadığından daha azdır.”

“Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da yaşayan % 12’lik kesim, dünya genelindeki kişisel tüketim harcamalarının % 60’ını yapmakta, Güney Asya, Orta ve Güney Afrika ülkelerinde yaşayan ve dünya nüfusunun üçte birini oluşturan insanla- rın harcama oranı ancak % 3.2’ye ulaşabilmektedir.” (World Watch Institute’ün ‘Dünyanın durumu’ adıyla yayınlanan ra- poru, Tema Vakfı yayınları, İstanbul 2004, 5-6)

Anlaşılıyor ki, atmosferin kirlenmesine ve doğanın tahribine sebep olanlar aynı zamanda dünyadaki paylaşım dengesinin bozulmasına yol açanlarm ta kendileridir. Yani işin temelin- de bu musallat zümrenin savurganlıkları ile o savurganlıkları tatmin için yaptıkları tahribat ve işledikleri cinayetler vardır.

İsrafçı musallat güçler yani mütrefler, dengeleri sarsmada, savurganlığın ötesinde kötülükler de işlemektedir. Orneğin, “tüketimden kaynaklanan küresel çevre bozulmasının büyük ölümünden, Awupa ve Kuzey Amerika’da sanayileşen ülkeler ile Japonya ve Avustralya sorumludur.” (Bir önceki yayın, 7)

ŞEYTAN DİNİNİN ÖTEKİ ADI: İSRAF

Zulüm ve israf düzeni yani kapitalist sistem, bir yandan sö- mürü, öte yandan, akıl ve ihtiyaç dışı tüketimi körükleyerek dünyanın tüm kaynaklarını telef etmektedir. Hepimiz bil- mekteyiz ki, harcamaların sınırsız, gıda ve diğer ürünlerin bol olduğu tüketim toplumlarmda, içsel dürtüler sağlıksız ve gereksiz tüketim talepleri ve düzeyleri yaratır. Tüketim çıl- gınlığı, son yüzyılın âdeta en büyük dini oldu ve girdiğimiz yeni yüzyılın en büyük dini olmaya da aday görünüyor. Bu din, şeytanın dinidir, Tanrı’nın değil. Ne üginçtir ki, Kur’an, israfı bir 'şeytanî illet’ olarak tanıtmakta ve israfa saplanan- ları şeytanın kardeşleri olarak göstermektedir. (Meselenin bu yanıyla ilgili ayrıntılar için bizim 'Kurdu Açısından !feytancı- lık’ adlı eserimize bakılabilir.)

Konuyla ügilenen uluslararası uzmanlardan biri, Michael Renner şöyle yazıyor:

“Gem vurulmamış bir tüketimin tetiklediği sınırsız ekono- mik büyüme âdeta çağdaş bir din haline geldi. Bu, hem his- sedarlarını memnun etmeyi esas alan şirket yöneticilerinin hedefi hem de bir sonraki seçimleri de kazanmak isteyen si- yasal liderlerin amacı.” (Edward Rothstein, A iPorfd o/By, Buy, Buy, from A to Z, New York Times, 19 Temmuz 2003)

Tüketim çılgınlığının lanetli manifestosu, 20. yüzyılın özel- likle ikinci yarısının başlarında insanlığın zihnine iyice yer- leştirildi. Bu manifestonun kuramcılarından biri olan Victor Lebow, 1950’de şöyle haykırıyordu:

“İnanılmayacak derecede verimli ekonomimiz, tüketimi bir yaşam biçimi haline getirmemizi gerektiriyor. Mal ve eşyaları gldereh artan bir hızla tüketmemiz, bitirmemiz, aşındır- mamız, yerlerine yenilerini koymamız ve eskileri atmamız gerek.” (World Watch Institute’ün ’Dünyanın durumu’ adıy- la yayınlanan raporu, Tema Vakfı yayınları, İstanbul 2004, s.llı)
Bu manifesto, belirleyici olmuştur. Bugün hâlâ birçok ürün tamir edilemeyecek, parçaları değiştirilemeyecek şekilde üre- tiliyor. Daha çok kazanmanın doymaz devleri şöyle buyuruyorlar:

“Daha çok satmamız için, ‘Bir kez kullan, at!’ ilkesini yerleştirin.”

Tüketim çılgınlığını azdıran olumsuz gelişmeler arasına kredi
kartıyla satış ile internet üzerinden satışı da koymalıyız.

İsraf geliştikçe koridora düşkünlük artmaktadır. Veya konfor imkânları geliştikçe israf artmaktadır. Şöyle veya böyle, is- raf ile konfor düşkünlüğü arasında kopmaz bir bağ vardır. Esasında, bizim üzerinde olduğumuz teref illeti bir anlamda konfor tutkusu olarak alınabilir. Bu konfor düşkünlüğü, Mu- hammed İkbal’in deyişiyle, insan ruhunu katleden bir musi- bettir. Dünya kaynaklarının lüzumsuz yere telef edilmesinin birinci dereceden sebeplerinden biri de konfor düşkiinlüğü- dür.

ABD’deki otomobil tüketiminin 1960’tan 2000 yılına kadarki artışı % 100’dür. ABD ve AB ülkeleriyle onların hayat tar- zını örnek edinmiş bazı Asyalı ailelerde, evlerdeki otomobil sayısı, evdeki insan sayısından fazladır. Sarp ormanlık arazi- lerde kullanılmak üzere imal edilen jeep türü araçlar, daha sonra, büyük kentlerin merkezlerinde birer eğlence unsuru olarak ve esas otomobillere ilaveten kullanılmaya bağlandı. Bu tür araçlar, gerekli koşullarda kullanıldığında bile birer petrol içen dinazor gibi harcama yaptırmaktadır. Bunların, zevk unsuru olarak oto yollarda kullanılması ise birkaç başlı bir israfa yol açmaktadır. Bu petrol içen dinazorların, özellikle ABD’de satış rekorları kırmaya başladığını bilmekteyiz.

Bu ve benzeri zevk ve konfor düşkünlüklerinin sebep olduğu lüzumsuz harcamalar, özellikle enerji isralı, karşımıza tüyler ürpertici rakamlarla çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında, israfın ilahlaştığı ülke olan ABD, insanoğlunun bütün ahlaksal de- ğerlerine bir darbe olarak görülmelidir.

ABD toplumunun israfçılığı sürdükçe, ABD’nin emperyalist ve sömürgeci emelleri de sürecektir. Çünkü o büyük israf bu büyük sömürü olmadan yaşatılamaz. Şu tespite bakın:

“Ortalama bir Amerikalı, ortalama bir dünya vatandaşın- dan 5 kat, ortalama bir Çinli’den 10 kat, ortalama bir Hint- liden ise yaklaşık 20 hat daha fazla enerji tüketiyor.” (Bir önceki yayın, 27)

İsrafın ve onun yarattığı konfor belasının temel tahriplerin- den biri de, insan sağlığında yarattığı dengesizlik yüzünden sebep olduğu astronomik sağlık harcamalarıdır. Bunun en büyük örneği ABD’deki obezite (pişmanlık) sorunudur. Bu sorun, bir yandan ’zayıflama’ gerekçesiyle akıl almaz ‘spor’ harcamaları getirmekte, öte yandan, bozduğu sağlığın düzel- mesini temin için yapılan masrafları körüklemektedir. Yani israf öyle bir beladır ki, sürekli yeni belalar doğurur. Bu be- laların tümü insanlığın birinci dereceden aleyhine belalardır. Burada şu gerçeğin altını da çizmek gerekiyor: ABD ve AB ülkelerindeki israf ve konfor düzenini yani doğa ve insanlık dışı yaşayıp biçimini esas alırsak, dünyamızın kaynaklarının buna asla müsait olmadığını hatırlamak zorunda kalacağız. O takdirde, insanlığın önünde iki seçenek belirmektedir:

1. ABD ve AB toplumlarının dünyanın geri kalan kısımları- nın sefaleti pahasına israf düzenini ve buna bağlı olarak da sömürülerini sürdürmelerine, diğer kitlelerin ise yarı ilkel bir sefalet hayatı yaşamalarına seyirci kalmak,
2. Bu israf ve konfor düzenini herkese Saymaya çalışarak doğanın ınsanlığı cezalandırması olmak

Yaratıcı irade, dünya sofrasına, âdil paylaşım ve israftan uzak- lık ilkelerine göre düzenlemiştir. Yeryüzü sofrası, bu ilkelere uygunluk halinde bereketli ve besleyici bir sofradır. Ne yazık ki, insanlık temel mutluluk ilkelerini çiğneyerek hem doğaya hem de Yaratıcı iradeye isyan etmektedir. Bu isyan durdurul- madıkça mutlu bir insanlık görmek olanaklı değildir. Dünya- mızın ve insanlığın, doğal yasalar ile ahlak yasalarına uygun yeni bir tüketim düzenine ihtiyacı, hava ve su kadar âcil hale gelmiştir.

İsraf ve tüketim toplumunun ve bu topluma uyarlı ekonomi anlayışlarının yarattığı ve yerkürenin doğal dengelerini tahrip ettiği bilinen sanayi ekonomisi, bugün için terör ve harpler- den çok daha büyük bir tehdittir. Kapitalist kazanma hırsı, insanlığın doğayla uyumlu ekonomiye geçmesine asla izin vermemektedir. Gezegenimizin ekolojik sağlığında 1970’ler- den berî % 35 bozulma olduğunu bildiğimiz halde, bu yıkımın durdurulması için hiçbir şey yapamıyoruz. Çünkü başta ABD olmak üzere, küresel kapitalist dinazorlar, gelirlerinin azala- cağı gerekçesiyle bu gidişin durdurulmasına yanaşmıyorlar.

Küresel kapitalizmin pompaladığı tüketim düzeni egemen olursa, bugünün 6 milyar dünya nüfusunu beslemede yetersiz kalmaya başlayan yeryüzü kaynakları, örneğin su, 2050’de 9 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunu besleyemeyecek- tir. Küresel kapitalizmin öncüleri bugün daha fazla satıp daha fazla kazanmak için tüketimi pompalarken yarınların hesabını asla yapmamaktalar. Çünkü onların gözü dönmüş, dizginsiz hırsları bu tür hesapları yapmaya izin vermemektedir.

İSRAFIN YARATTIĞI İKİNCİ BELA: ATIKLAR

Kapitalist güç odaklarının daha çok kazanma hırsına işler- lik kazandıran reklamlar, hem bizzat kendilerinin sebep ol- duğu harcamalar hem de tüketime getirdikleri hız açısından

yeni israf kalemleri yaratmaktadır. Ayrı ve öncekilerden hiç de geri kalmayan bir harcama kalemi de israf toplumundaki hizmetlerin sunumunda kullanılan ve ardından çöpe atılan ‘atıklar’dır. Bu atıklar sadece lüzumsuz harcama yaptırmakla kalmamakta, çevreyi ve doğayı kirleterek de insanlık aleyhine sürekli problem yaratmaktadır.

Günümüz insanlığının en büyük problemlerinden biri de ‘ze- hirli atıklar’ problemidir. Zehirli atıklar, sebep oldukları lü- zumsuz harcamalara ilaveten, yeraltı zenginliklerini, özellikle suları zehirleyerek de büyük zararlara sebep olmaktadır. Bu- gün gelinen yer itibariyle, yeraltı tatlı su alanlarının yaklaşık yarısı, sanayiin ve zehirli atıkların tahribiyle kaybedilmiş bulunuyor.
Bahsi özetleyelim:

İsrafın yarattığı tahribat terefle büyüyüp terörle kan ve dehşete dönüşmektedir. Terör yeni terörler yaratmaktadır. Çünkü silah yapım ve dağıtımını tetiklemektedir. Bütün bun- lar, özellikle silah sanayii, bir yandan imalat aşamasında, öte yandan kullanıldıklarında yerkürenin eko sistemini bozmak- ta, atmosferi zehirlemekte yani yeni doğal âfetlere zemin ha- zırlamaktadır.

Kısacası, israf durdurulmadan ne zulmü durdurmak mümkün olacaktır ne de barış, huzur ve ahengi yani mutluluğu yakalamak.

NİTELİKSİZ NÜFUS ARTIŞININ ZARARLI İLAN EDİLMESİ
“Allah ne verdiyse doğurun” söylemi, dinsel bir söylemdir ama İslam dininin değil, şirk dininin söylemidir.

KÜRESEL ÂFETLERİN MOTORU: DÜZENSİZ NÜFUS ARTIŞI

İnsan, yaratıcı ve sorumlu bir varlıktır. Nüfusun sınırsız-ba- şıboş artışı insanı insan yapan bu iki değeri (yaratıcılık ve sorumluluk) yozlaştırıyor yahut yok ediyor. Nüfus, özellikle niteliksiz nüfus arttıkça, ortaya çıkan problemler yüzünden insan haklarını sınırlandırma zorunluluğunun çerçevesi de mecburen genişletiliyor.

Karnı doyurulabilen kişileri Yaratıcı’nın idealindeki insan olarak görme zaafı, insanlığa büyük kayıplar verdirmiştir. İnsanlığın bugün en büyük meselelerinden biri, niteliksiz nüfusun frensiz artışıdır. Bu mesele, insanlığın geleceği- ne yönelik tehditlerin de en büyüklerinden biridir. Esasen, nüfusun nitelikli olması esas alındığında nüfusun bugün ol- duğu gibi artması mümkün olmaktan çıkar. Çünkü nitelikli nüfusun böylesine ‘bol’ olması, varlık kanunlarına aylurıdır.

Kur’an, nüfusun nitelikli olmasında işte bunun için ısrar et- mektedir. Kur’an’ın yolu, yöntemi budur: Yasak koymaktan çok ikna ve öneride ısrarlı olur. Kur’an, nüfus meselesindeki devrimini şöyle gerçekleştirmiştir: Nüfusun nitelikli olmasın- da ısrar, niteliksiz nüfus artışını şirk dininin bir talebi olarak göstermek ve nüfus planlamasını serbest bırakmak.

Nüfus artışı insan sayısının artması demektir. İnsan sayısının artması ise belli bir yoğunluktan sonra, sadece makul ihtiyaç- ların değil, doğayı tahrip eden hırs, israf gibi olumsuzlukların da artması olacaktır. Bu artışların sonucunun, doğanın tah- ribinde bir ilerleme olacağı ise tartışmasızdır. O ’halde, doğa tahribinin, motorunu frenlemek, düzensiz (yani niteliksiz) nüfus artışını durdurmakla âdeta eşanlamlı olacaktır. Unut- mayalım ki, bugün 6 milyarlık nüfusu beslemekte yetersiz ol- maya başlayan yerküre, 2020’de 9 milyara aşacak olan dünya nüfusunu besleyemeyecektir. O halde, buna bugünden çare aramamak, insanlığın intiharı demektir.

Nüfus artışının insanlığı bir felakete doğru götürdüğünü açık ve kesin biçimde ilk kez söyleyen, İngiliz düşünürü protestan papaz Robert Malthus oldu. Malthus’ü eleştirenler konu- yu hep ekmek, ev, giysi meselesi olarak gördüler. Malthus (ölm.1834), insan nüfusundaki artışln geometrik, tarımsal maddelerdeki artışın aritmetik bir artış olduğunu ve bunun sonunun insanlığın aç kalması olacağını söylemiş ve nüfusun azaltılması için her türlü çareyi önermiştir. Bu çarelerin çoğu insanlık dışı, zalim çarelerdir. Malthus, nüfusun azaltılması için ölümleri, salgın hastalıkları, kanlı kavgaları âdeta teşvik etmiştir. Onun bu tezlerini işleyen ‘Usay on the Princ’ adlı eseri, önerilen bu ‘çareler’ açısından bir insanlık suçu belgesi gibidir. Bunun içindir ki Malthus, sadece
dine bağlı çevrelerce değil, materyalist-sosyalist çevrelerce de ağır biçimde eleştirilmiştir.

Ma1thus’ü birçok bakımdan biz de eleştirmekteyiz. Ancak, onun, nüfus artışının arz ettiği tehlikeye ciddi biçimde ilk dik- kat çeken düşünür olarak anılmak, hatta takdir edilmek gibi bir halkının olduğunu da inkâr edemeyiz.

Ma1thus’ü, önerdiği çıkış yolları bakımından isabetsiz gös- termemiz mümkündür ama bu, bazılarının “Nüfus sınırsız- ca artabilir” yolundaki tezinin isabeti anlamına gelmiyor.

Ntlfusun frensiz artışı, sadece aş ve iş problemi açısından sıkıntı çıkarmakla kalmıyor, insan denen varlığın genetiğini, amaçlarını, özünü, doğanın dengelerini ve sonuç olarak da ideal bir dünyanın oluşumunu tehlikeye atıyor. Bu tehlike, gen şifrelerinin çözülmesiyle bile aşılamaz. Tam aksine, gen şifrelerinin çözümünden beklenebilecek yararları tehlikeye atacak bir numaralı sıkıntı da niteliği garanti edilmemiş nü- fus artışıdır.

OLUMSUZLUK GÖSTERGESİ OLARAK NÜFUS ÇOK- LUĞU

Kur’an, çokluk kavramını olumsuz anlamda kullandığında bununla mal ve evlat çokluğunu kasteder ve bu çokluktan medet ummayı bir aldanış ve yozlaşma olarak görür. Bu yoz- laşmadan birinci derecede etkilenecek olansa çağımızın ‘kur- tuluş sistemi’ gibi gördüğü demokrasi olacaktır. Niteliksiz bir nüfusun yaratıp yürüttüğü bir demokrasi, niteliksizliğin insan kaderine egemen olmasıyla eşanlamıdır.

Çokluk (kesret) kavramına değinen ayetler, bir gerçeği daha ifadeye koymaktadır: İnsanlık tarihi boyunca çoğunluk dai- ma iğretinin, kötünün ve değersizin yanında yer almıştır ve alacaktır. Bu konuya açık ve net biçimde değinen ayetler 30’a yakındır. (Örnek olarak bk. Yunus, 92; Bakara, 243; Hûd, 17; Yusuf, 38, 40, 68, 103; Rum, 30; Ğâfir, 61, 82)

Mal ve evlat yokluğuna yani niceliğe güvenip niteliği ihmal etmek ve çokluğun verdiği sahte gururla şımarıp azmak, bir düşüş belirtisi olarak gösterilmiştir. Bu noktada örnekler, et- kili ve canlı olsun diye, çoğunlukla Muhammed ümmetinin hayatından seçilmiştir. Ne ilginçtir ki, Kur’an sadece 3 ta- nesinin adını andığı Asrısaadet savaşlarının birini (Huneyn Savaşı’nı), Müslümanlara nüfus çokluğuna aldanmamaları konusunda ders vermek üzere gündeme getirir:
'°femin olsun ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Huneyn gününde de. Hani, çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bu, hiçbir işinize yaramamıştı. Tüm genişliğine rağmen yeryü- zü size dar gelmişti. Sonra da sırtınızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 25)

Çoklukla övünmenin aldatlcılığını bir ibret tablosu halinde Kur’an’ın şu ayetinde müthiş bir güzellikte bulmaktayız:

“De kl, ‘Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz.” (Mâide, 100)

çoğunluk ve çokluk, niteliksizliğin bir ifadesi olduğu için, akıllarını işletmeyen, gerektiği gibi düşünmeyen, gerekti- ği gibi ara3tırmayan, gözlemlemeyen daima çoğunluktur. (Örnek olarak bk. 6/103)

Çokluğun en yıkıcı ve yozlaştırıcı belası, mal ve evlat çoklu- ğu ile övünmek ve bu çoklukta öne geçmek üzere yarışmak (tekâsür) olarak gösterilmiştir. Esasen, nüfus çokluğu ile mal çokluğunu talep eden duygu ve tutku aynı zemine oturur. Bu zemin, azma ve aldanma zeminidir.

“Bilin ki, iğreti-sefil hayat, bir oyun ve eğlenceden, bir süs- ten, aranızda bir övünmeden, mallarda ve evlatlarda çoğal- ma yarışından başka bir şey değildir.” (Hadîd, 20)

Aynı zamanda bir surenin de adı olan tekâsür, insanın nite- liğe karşılık niceliği öne çıkarttım kınamak için kullanılmak- tadır. Seviyesiz, onuru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlat çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle bir çoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar:

“Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri. Öyle ki, ziyaret edip saydınız kabirleri. Ama iş öyle değil, yakında bileceksiniz. Hayır, hamur! İş öyle değil. Yakında bileceksiniz. İş, sizin san- dığınız gibi değil! Ne olurdu, kesin bir bilgiyle bilseydiniz! Yemin olsun o cehennemi mutlaka göreceksiniz! Yine yemin olsun, onu gözünüzle apaçık göreceksiniz. Sonra o gün, nimet- lerden kesinlikle sorguya çekileceksiniz!” (Tekâsür suresi)

Mal ve ntlfus çokluğu ile övünmeyi kınayan bu sure gösteri- yor ki, böyle bir övünmenin sonu hüsrandır. Bu hüsran, ce- henneme yuvarlanmak, yani doğal dengelerin bozulmasıyla vücut bulacak olan felaketlerin kucağına düşmek şeklinde tecelli edecektir.

KUR’AN’IN İSTEDİĞİ NÜFUS VEYA KESRETE KARŞI KEVSER

Kur’an, mal ve nüfus çokluğuna karşı nitelik zenginliğini önermekte, mutlu ve başarılı bir hayatın garantisi olarak ni- telikleri, değerleri öne çıkarmaktadır.

Tekâsür ve kevser sözcükleri Kur’an’da geçer ve ikisi de çokluk anlamındaki ‘kesret’ kökünden türemiştir. Bunların ilki (tekâsür), kelle sayısı ve madde ile övünmeyi, ikincisi (kevser) ise ölümsüz değerlerin bolluğuyla yücelmeyi ifade etmektedir. Tekâsürü putperest bir tuthu sayan Kur’an, hey- seri yüceltmektedir. Kevser, ölümsüz değerlerin bol bol veri- leni veya verilmesidir.

Kur’an’ın insanı, tekâsür ile değil, kevser ile mutluluk ve onur arayacaktır. 108. sure (Kevser suresi) bize göstermekte- dir ki, kelle sayısı bakımından öne çıkamayan insanlar, kevser değerleriyle yücelebilmektedirler. Kur’an işte bu ikinci yolu, hevser yolunu önermektedir. Bununla kastedilen, kevserin elde edilmesi için nüfus artışını tamamen durdurmak gerekir şeklinde bir iddia değildir. Maksat, kevser değerlerinde geri- lemeye sebep olan bir nüfus artışının bir tekâsür sergileme- ye başladığının bilinmesidir. Kur’an bu noktada da bir uyarı yapmaktadır.

Dünyayı felakete götüren denge bozukluğunun temelinde nüfus s ^ lğtl ve bunun yarattığı kaosun saptırmaları vardır. Nitelikli nüfus, hiçbir zaman çok olmaz. O daima, azlığından
yakınılan bir nüfustur. Nüfusun fazlalığından yakınma varsa niteliksiz nüfus var demektir. Bunun diğer anlamı ise kaos ve felaketin başlamış olduğudur.

Kur’an, insanı en büyük emaneti taşıyan varlık olarak gör- düğünden yetenekli, üretken, yapıp-eden insan aramaktadır. Sadece fotoğraf ve nüfus kâğıdıyla ‘insan’ olan yığınların Kur’an’ın idealindeki ‘emanet taşıyıcı’ sorumlu varlık olma- ları söz konusu edilemez. Böyle yığınları üretmenin Allah’ın iradesine ve insanlığa hizmet olduğunu iddia etmek de Kur’an’a fatura edilerek savunulamaz. Niteliği öne çıkaran Kur’an, bu kadarla da yetinmemiştir. Nüfus çokluğu yerine nüfusun niteliğini hem de sayısal örnekler vererek öne çıka- ran ayetler vardır. Bazılarını görelim:

“Sayıca az nice topluluk vardır ki, sayıca çok nice topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir.” (Bakara, 249)

“Ey Peygamber! Müminleri çarpqmaya teşvik et! Sizden sa- bırlı yirmi kişi olsa, küfre sapanların iki yüz kişisine galip gelir; sizden yüz kişi olsa, onların binine galebe çalar. Çün- kü onlar gereğince anlamadan bir topluluktur. Şimdi, Allah yükünüzü hafıfletti. Bitmiştir ki, sizde bir zaaf var. İçinizden sabırlı yüz kişi olsa, iki yüz kişiye galip gelir; sizden bin kişi olsa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galebe çalar. Allah, sabre- denlerle beraberdir!” (Enfâl, 65-66)
Bu ayetlerde, galibiyetin arkasmda iki değer gösterilmiştir: İman, sabır. Bunların ikisi de nitelik değerleridir ve ikisi de niceliğe (kafa sayısı fazlalığı) karşı öne çıkarılmıştır.

“Onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli zübürlere/kut- sallaştırılmış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen onları bir süreye kadar kendi gaftetleri içinde bırak. Sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve oğullarla güçlendiriyoruz onları ve iyiliklerine koşuyorum. Hayır, farkında olmuyor- lar.” (Müminin, 53-56)
Bu ayetler, dindeki hizipçi-bölücü unsurların, yani dini

Kur’an’ın dışma çeken mişnacı, Allah ile aldatma fırkalarının şeytanî dayatma ve avuntularından birine dikkat çekmekte- dir. Nitekim Türkiye’de bu takımın öncü kadroları halka hep şu Kur’an dışı hezeyanla dayatmalar yapmaktadırlar:

“Allah’ın verdiğine itiraz edilmez, Allah her doğan insanın rızkını elbette verir. Daha çok doğurun, en az üç tane doğu- run. Aksini söyleyenler bizim kökümüzü kesmek istiyorlar.”

Bu Allah ile aldatmaya yönelik demagojik söylemin coşkusu- na kapılanlar şunu unutmaktalar: Allah her doğanın rızkım verir, köpeklerin, böceklerin de rızlunı verir ama rızkının ve- rilmiş olması insan olmak için yeterli değildir. Kur’an, rızkı verilen veya rızkını temin eden insan değil, emanet taşıyabi• lecek nitelikli, yetkin insan istemehtedir. Allah ile aldatma hiziplerinin anlamak istemedikleri, işte burasıdır. Allah ile aldatanlar, kendilerine taraftar yaratmak için Kur’an’ın ve insanlığın bütün değerlerini bir pula satmaktan asla çekinme- mektedirler. Nüfus meselesinde de gerçek, onların iddiala- rınm tam tersidir. Şimdi, söylediklerimizi, Kur’an’ı izleyerek daha yakından ve daha asık görelim.

Nisa suresi 3. ayet, evlilikle ilgüi bir düzenleme yaparken, aile bireylerinin çoğalmaması yönünde bir öneride de bulun- maktadır. Bu öneri de Kur’an’m nitelikli nüfus meselesindeki tavrınm mahiyet ve önemine bir kanıttır. Anlamı, geleneksel yaklaşımlar tarafından kaydırılan ve bizim de gerçek anlamını sonraki araştırmalarımızla fark ettiğimiz ayet şu mealdedir:

‘Yetimler konusunda adaleti koruyamayacağınızdan kor- karsanız, sizin için temiz kılınan ltadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Eğer bu durumda adaleti gözetemeye- ceğinizden korkarsanız, bir tek kadınla yahut an1aşmala- rınızın sahip olduklarıyla yetinin. İşte bu, aile nüfusunuzu çoğaltmamanız için en uygun yoldur/ağır aile yükü altına girmemeniz için en uygun yoldur/yoksullaşmamanız için en uygun yoldur/haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur.”

Bu ayette geçen ‘ellâ te’ûlû’ (kıraatlerden birine göre, ellâ tuîlû) ifadesindeki ‘te’û1û’ fiilinin kökü ‘avl’ ve ‘ayle’dir. Bu köklerden gelen sözcüklerde egemen anlam, ‘aile bireyle- rinin çoğalması ve bu yüzden yoksulluğa maruz kalmak’tır. Türkçe’deki aile kelimesi de bu kökten bir kelimedir. ‘Ada- letten uzak kalmak, haksızlık etmek’, bu köklerden kelime- lerin anlamlarından sadece birisi ve en az kullanılanıdır. Ne var ki, geleneksel müfessir ve mealciler, her neden ve na- sılsa, bu istisnaî anlamı, tek anlam oymuş gibi, esas almış ve ayetin ifade ettiği diğer anlamları tamamen devre dışı bırakmışlardır. Biz de bu geleneksel tarzı uzun süre aynen korumuştuk.

Dünyadaki gelişmeler ve araştırmalarımızdaki derinleşmeler bize gösterdi ki, geleneksel müfessir ve mealcilerin, bir tür huy haline getirdikleri anlam kaydırmalarından biri de bu ayette vücut bulmuş ve Kur’an’ın bugünkü insanlığın temel sıkıntılarından birine çözüm üretmede değerlendirilmesi ge-
reken bir bew inesinin üstü örtülmüştür. Hatta İmam Şâfiî (ölm. 204/ 820) gibi anıt bir isim bile, bizim verdiğimiz esas anlamları verdiği için eleştirilmiştir. (Bu konuda ayrıntılar için bk. Omran, 106-108)

Geldiğimiz noktada gerçek ortaya çıkmış ve anlaşılmıştır ki, Kur’an, bazı koşullar altında izin verdiği dört kadınla evlili- ğin tek eşlilikle yer değiştirmesini önermekte ve gerekçeler- den biri olarak da çocuk sayısının az tutulmasını öne çıkar- maktadır. Çünkü çocuk sayısı arttıkça nitelikli çocuk yetiştir- me imkânı azalır. Kur’an, nitelikli nüfusta ısrarlıdır. Mal ve nüfus çokluğu ile övünmeyi putperestliğin bir belirişi (veya uzantısı) sayan Kur’an, nüfusu bol toplum değil, nüfuzu kuv- vetli toplum istemektedir. Yani Kur’an, insan meselesinde kemiyete (sayıya) değil, keyfiyete (niteliğe) önem vermek- tedir.

İnsan meselesinde önemli ve güvenilir olan; değerli, üretken insana sahip olmaktır, sayı çokluğuna değil. Ne yazık ki Müs- lümanların çekirdek kuşaklart bile nüfus ve mal çokluğuyla övünme ve Insan sayısını artırma tutkusuna yenik düşmüşler- dlr. Oysaki Kur’an çok açık konuşmaktadır:

“Cemaatiniz çok da olsa size zerre kadar yarar sağlayamaz. Allah inananlarla beraberdir.” (Enfâl, 19)

Burada sayısal çoğunluğa karşı nitelik öne çıkarılmıştır. İman
bir nitelik-değerdir, saylsal değer değil.

Bir kez daha tekrarlayalım: Yakınılan felaket sadece aç- lık veya yetersiz beslenme problemi değildir. Kaldı ki, fazla nüfus bu problemin çözümünü de imkânsız hale getirmiştir. Ama biz, daha başka bir şey söylemekteyiz:

Açlık ve mesken problemini çözmüş olmak, Yaratıcı’nın ide- alindeki insan olmak için yeterli değildir. Başka bir deyişle, bizim hareket noktamız, et ve ekmeğin üstünde ve ötesindeki değerlere bağlıdır. Kaldı ki tekâsür illetine tutulmuş olanlar, et ve ekmek, iş ve aş meselesini de çözebilmiş değillerdir.

DÜZENSİZ NÜFUS ARTIŞI VE TÜRKİYE

Türkiye’nin en hayatî meselelerinden biri niteliksiz nüfus ar- tışıdır. Dinci siyasetlerin Türkiye’ye yaptıkları kötülüklerin belki de birincisi, bu nüfus artışı konusunda sergilenmiştir. “Allah ne verdiyse doğurun, Allah rızkını vermekten âciz mi ki!” diyerek Müslüman halkı sürekli doğurmaya iten bu siyasetler kalkınmaya büyük darbe vurmuş, nüfusun nitelik kazanmasını engellemişlerdir. Yani bu dinci siyasetler dine yalan söyleterek siyasal çıkarlar uğruna halkı Allah ile aldat- mıştır.

1900 yılında bir milyar dokuz yüz milyon olan dünya nüfusu, 1950’de 2.5 milyara, 1995 yılında 5.5 milyara yükseldi. 2020 yılı için tahmin 10 milyardır. Mevcut olumlu ve olumsuz veri- ler birlikte düşünüldüğünde bu sonucun insanlık için bir facia olacağını söylemek hiç de abartma olmaz. Nüfus meselesinde Türkiye’nin üç yanlışına dikkat çekmek yerinde olur:

1. Doğum kontrolü konusunun, Allah ile aldatanların güdü- müne terk edilmesi, başka bir deyişle, doğum kontrolünün akılcı gerekçelere değil, din üzerinden söylenen yalanlara teslim edilmesi,
2. Köyden kente göçün durdurulmaması,
3. Dışarıdan Türkiye’ye göçün durdurulmaması.

Türkiye’yi yönetenler, köyden kente göçü özendirerek çağ dışı yerleşim ve yapılanmalara yol açıp yeşili tahrip ettiler. Oy sandığına uyarlanmış şehirleşme planlarıyla kentleri çirkin- leştirdiler, harabeye döndürdüler. Öte yandan, dış ülkelerde- ki azınlık statüsünde dindaş veya ırkdaşlarımızın Türkiye’ye almasını kolaylaştırarak ileride Türkiye’nin dış lobilerini, sadık dış temsilcilerini oluşturabilecek unsurlara kendi elle- riyle âdeta yok ettiler. Bu göçlere izin vermek, çok zorunlu koşullar altında olmalıydı. Oysaki bu izin, her istendiğinde verilmiş, Türkiye’nin en büyük dış desteklerinden biri olacak çok önemli bir kuvvet yok edüirken içeride Türkiye’nin sır- tına kambur üstüne kambur bindirilmiştir. Ve bütün bunlar, bir idealin sonucu olarak değil, oy uğruna yapılmıştır.

DOĞUM KONTROLÜ İSLAM’IN TALEPLERİNDEN Bİ-

İslam doğum kontrolüne izin vermektedir. Dahası var: İslam doğum kontrolünü teşvik etmektedir.

Burada öncellikle bir noktanın daha altını çizmek gereki- yor. Bizim sözünü ettiğimiz doğum kontrolü döllenmeden önce ele alınacak tedbirler anlamındadır. Döllenme vuku bulduktan sonra yapılacak müdahaleler, bizim inceleme ve değerlendirme alanımız dışındadır. O alan tıp otoriteleri-

nin alamdır. Çünkü ortada bir canlı vardır ve bunun haya- tına müdahale söz konusudur. O halde, doğum kontrolü ile, kürtajı birbirinden ayırmak gerekir. Biz, kürtajın, daha geniş bir ifadeyle döllenme sonrası bütün müdahalelerin tıp otori- telerinin karar ve müdahale alanına girdiğini düşünüyoruz. Bu alan din bilginleriyle siyasetçilerin hüküm verebileceği bir alan değildir.
Kur’an’da, doğrudan doğruya doğum kontrolü ile ilgili olum- lu veya olumsuz hiç bir beyana rastlamıyoruz. Bunun anlamı, bu konunun serbestlik alanı içinde blrakıldığıdır.

Kur’an’da temas edilmeyen her konuda işleyen temel ilke, ser- bestliktir. Çünkü “Eşyada esas olan, ibahadır” ilkesi İslam’ın temel kabullerinden birini çerçeveler. Yani, bir konudavahyin getirdiği bir yasak yoksa, o konu doğrudan doğruya serbestlik alanına girer. O konuda serbestliğin olup olmadığını gösteren başka bir kanıt veya işaret aranmaz. Hiç kimse çıkıp “Bunun serbest olduğuna ilişkin hüküm var mı?” diye soramaz. Başka bir ifadeyle, yasakllğına ilişkin hüküm bulunmayan bütün ko- nuların serbestliğine dair hüküm var demektir.
O halde, Kur’an zemininde doğum kontrolü ile ilgili tartışma açmak gereksizdir. Şunu da kayda geçirmeliyiz:

Kur’an’ın ‘nitelikli nüfus talebi’ açık ve kesindir. Bu açık vç kesin talep dikkate alındığında şunu da söyleyebiliriz:

Kur’an, doğum kontrolünü dolaylı bir biçimde istemekte ve özendirmektedir. “Rızık endişesi ile çocuklarınızı öldürme- yin. Biz, sizi de onları da rızıklandırırız. Onları öldürmeniz büyük bir günahtır.” (İsra, 31) ayetinin doğum kontrolünü yasaklayıcı bir beyan olarak öne sürülmesi katı bir cehalet ve açık bir saptırmadır. Bu ve benzeri ayetlerin konumuzla hiç- bir ilgisi yoktur. Bu ayet, Arapların çocuklarını öldürme, diri diri gömme vahşet ve zulümlerini dile getirmektedir. Yani burada doğmuş bir varlık söz konusudur. Dolayısıyla, bu ayeti doğum kontrolü ile irtibatlandırmak dine yalan söyletmek ve halkı Allah ile aldatmaktır.

SÜNNET ZEMİNİNDE DOĞUM KONTROLÜ

Meseleye sünnet (Hz. Muhammed’in tavrı) zemininde baktı- ğımızda görülenin kısa ifadesi şudur:

Peygamberimiz döneminde doğum kontrolü yapılmış ve Hz. Peygamber buna müdahale etmemiştir. Biraz daha ayrıntılı konuşursak şunları söyleyeceğiz:

Hz.Muhammed döneminde doğum kontrolü ‘azil’ yöntemiy- le yapılıyordu. Azil, meninin rahme gidişini bir şekilde önle- mek demektir. Bu, dışarı boşalma şeklinde de olabilir, dölle- meyi önlemek için başka bir tedbir alma şeklinde de olabilir. Fıkıhçılar bu noktada söz birliği etmişlerdir.
Hadis kaynakları, Hz. Muhammed döneminde azil ile ilgi- li olarak bize sekiz hadis vermektedir. Bunlar şu hadislerdir: Buharî, (tevhid bahsi 18, ıtk bahsi 13, nikâh bahsi 96); Müslim, (nikâh 125, 130-141); Tirmizî, (nikâh 39, 96); İbn Mâce, (nikâh
30, 61); Ebu Davud, (nikâh 46, 49), İbn Hanbel, Miisned (III,
33, 51, 53; VI, 361, 434); İmam Mâlik, Muvatta’, (talâk, 96)
Bu hadislerin toplamı sekiz olup içlerinden yalnız bir tanesi azli yasaklayıcı bir ifade taşımaktadır. Bu tabloyu hadis kritiği açısından değerlendirirsek, azil konusunda yediye bir oranla serbestliğin lehine hükmetmemiz gerekir. Mesele bu kadarla da kalmaz. Yasaklayıcı ifade taşıyan hadis (Müslim, nikâh, 141), râvisi Cüdâme’nin kimliği tartışıldığı ve rivayet ettiği hadisi kendinden başka rivayet eden olmadığı için, sıhhati bakımından güvenilir değildir. Cüdâme güvenilir olsa bile onun sözü, diğer yedi sağlam hadis yanında hükme esas teşkil etmekten uzak kalacaktır. Nitekim büyük sahabîlerin mese- leyi böyle anladıklarını ve azli uyguladıklarını açık bir şekilde görmekteyiz.
Azli uyguladığını bildiğimiz ünlü sahabîler içinde, Hz. Ali, İbn Abbas da vardır. Hatta İbn Abbas’a azlin hükmü sorulduğun- da “Ben şahsen uyguluyorum.” diyerek susturucu bir cevap vermiştir. (Mâlik; Muvatta', talâk, 100) Sa’d bin Ebî Vakkas,

Eb0 Eyyüb el-Ensarî, Zeyd bin Sâbit, Câbir, Hasan bin Ali, Habbâb bin Eret, Ebû Saîd el- Hudrî ve Abdullah bin Mes’ûd gibi fıkıh konusunda seçkin sahabîleri de buraya eklememiz gerekiyor. (Bu konuda bk. İbnül Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’1- Meâd, 5/140-146)

Sahabîler arasında, azlin haramlığına ilişkin hiçbir söz ve tavra rastlanmıyor.

’Evlenip Çoğalın’ Sözünün Anlamı Ne?
Doğum kontrolünden söz edildiğinde ‘hadis’ adı altında he- men gündeme getirilen: “Evleniniz, çoğalınız” sözüne de de- ğinmeliyiz.

Bir kere, hadis olarak öne çıkarılan bu söz, eğer uydurma değilse, her şeyden önce, İslam’da ruhbaniyetin ve kendini iğdiş ettirmenin yasaklığını ortaya koymaktadır. İkincisi, Hz. Peygamber, az önce de gördüğümüz gibi, doğum kontrolünü serbest bırakmıştım. O halde, herhangi bir çelişmeden söz et- mek her şeyden önce Peygambere saygısızlık olur.

Sürekli evlenmeme veya iğdişleştirme kurumu ile evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş insanların çeşitli zorunluluklarla bir aile planlamasına gitmelerini birbirine katamayız. Nüfusun niceliğini düzenleyen ilkeleri, nüfusun niteliğini düzenleyen ilkelerle birbirine katmamak gerekir.

Biliyoruz ki, dinin korumayı amaçladığı şeylerden biri nesil, biri de nefstir. Nesli koruma, “Evleniniz, çoğalınız” hadisiyle dile getiriliyor. Bu, nüfusun nicelik açısından korunmasıdır. Ama bu yeterli değildir. Dahası, bu, izafidir. Nüfus sayısı za- manave zemine göre belirlenir. Yani, nüfusun sayısında değiş- kenlik esastır. Nüfusun nitelik açısından korunması yani nefsin muhafazası ise mutlak emir ve zaman-mekân üstü bir değer- dir. İslam’ın genel ilkelerine göre, değişken ve mutlak emir ol- mayan ‘nüfusta sayıyı artırma’ uğruna, mutlak emir ve zaman üstü ilke olan ‘niteliğin korunması’nı tehlikeye atamayız.


GELENEKSEL FIKIH AÇISINDAN DOĞUM KONTROLÜ

Konuyu daha sonraki İslam din bilginleri, özellikle dört mez- hep imamı açısından değerlendirirsek neler söylenebilir? İslam dünyasında bugün sünnî mezheplerin tamamı azlin serbestliğine hükmederler. Ayrıldıklan nokta eşin rızasının gerekli olup olmadığıdır. Bazıları bu rızayı gerekli görür, ba- zıları bunun lüzumunda ısrar etmez.

Toparlarsak, İslam düşünürleri, döllenmenin önlenmesi an- lamında bir kontrol ve tedbirin fertlere bir hak olarak tanın- masını İslam’ın serbest gördüğünde ittifak etmişlerdir. Tartı- şılan, bunun uygulama şeklidir.

İttifak noktalarından biri de meninin döl yatağına gitmesini önlemede her türlü tedbirin (bunlar ister kadın, ister erkek tarafından alınmış tıbbî ya da doğal tedbirler olsun) azil cüm- lesinden olduğudur.

Bir başka ittifak noktası da şudur: Doğum kontrolü yalnız sağlık sebepleriyle değil, ekonomik, pedagojik, hatta estetik gerekçelerle de yapılabilir. İmam Gazâlî (ölm. 505/1111), ana eseri İhya’da kadınlarla ilişkinin İslam açısından değer- lendirmesini yaparken azil konusuna da geniş yer vermiş ve s cuk yapmayı sınırlandırmada kadının güzelliğinin bozulması endişesinin de haklı bir gerekçe olduğunu savunmuştur.
(Gazâlî, f6ya, 2/51-52)


GÜNÜMÜZ BİLİM ÇEVRELERİNE GÖRE DOĞUM KONTROLÜ

Günümüz dinbilim çevreleri konuya sadece bilimsel aq dan baktıklarında, şuraya kadar tespit ettiğimiz sonuçlara aynen katılmaktadırlar. Bu konuda 1965 Kahire ve 1971 Rabat kon- feransları çok önemlidir. Bu konferanslarda konu tartışılmış ve ilahiyat otoriteleri, şuraya kadar çizdiğimiz çerçevede bir aile planlamasının İslam açısından hiç bir sakıncası olmadığını kabul ve ilan etmişlerdir. (Geniş bilgi için bk. Muhammed
Necatullah Sıddîkî, Economic Ph •**R!J *1' *hıZlî, 3.bölüm; Abdurrahim Omran, Family Planning in the Legacy of Islam, Part IV)

Ezher üstadlarından Câdu’l-Hakk Alî’nin, eski Mısır müftü- sü Abdülmecit Selim’in ve daha bir dizi İslam ilahiyatçısının, Türkiye Diyanet İşleri Yüksek Kurulu’nun, el-Mecmeu’l- Fıkhî el-İslamî’nin fetvalara da serbestlik yönündedir.

Konuya serbestlik alanı içinde gören en geniş bilimsel çalış- ma, Abdurrahim Omran’m ‘f'amify Pbwıing im the Legacy of fsf m’ adlı eseridir.

KOMŞULUśUN DİNLERÜSTÜ BíR İNSANLIK DESERÍNE DöNÜŞTÜRÜLMESİ
Komşuluk, insan hayatina mutluluk ve güzellik katan temel değerlerden biridir. Kur’an, komșuluğu, bütün unvanlarin ve çekişmelerin üstünde evrensel bir insanlik değeri olarak almaktadir. Bunun içindir ki, komşuluğun steak tutulmasi- ni buyruklaştirdiği ayette, muhatap olarak müşrikleri, yani Kur’an imaninin en büyük düşmanlarini göstermiștir.

“Eğer müşriklerden biri senden güvence dilerse/senin yani- na gelmek, sana komşu olmak isterse, ona güvence verip ya- kinlaşma isteğini kabul et ki, Allah’in helamini dinleyebilsin. Sonra da onu, güvenli gördüğü yere kadar götür. Bäyle yap- manin gerekçesi şudur: Bunlar bilmeyen bir topluluktur.” (Tevbe, 6)

Müşriklerin bile komşuluk isteklerine olumlu cevap verilece- ğine göre, olumsuz cevap verilecek hiç kimse yok demektir.

Ayette kullanilan ve buyruğun esasi olan kelimenin kökü; komşu, yakinlik ve güvence istemek (eman) anlamlarindadir. Bu kökten alinan ve buyrukta kullanilan ‘istecăre’ kelimesi ‘komșuluk talep etme, yakinlaşma ve harp sirasinda eman di- leme’ demektir.

Tarih boyunca birçoklari bu kelimenin üç anlamindan ikisi- ni hep görmezlikten gelmiş ve sadece ‘harpte eman dilemek’ anlamini değerlendirmişlerdir. Oysaki buyruğun esas amaci öteki iki anlamda daha belirgindir. Buyruk, böylesine geniş tutulan bir komşuluk anlayişinin, Kur’an vahyinin duyurul malında ve anlaşılmasında rol oynayacağına da dikkat sek-
miştir.

Son yıllarda, birtakım siyasal hesaplar uğruna, İs1am’ın ev- rensel as° mını sağlayacak bu ilkenin tam tersi dinleştirildi ve kitlelere Müslümanların kaynaşma ve beraberlikten nefret
eden barbarlar olduğu yolunda bir kanaat verildi. Bu günahı işleyenler hem kendilerini perişan ettiler hem de yaşadıkları toplumların huzur ve ahengini bozdular. Minare konusunda yapılan referanduma ‘ret’ oyu veren Batılı kitleler bunu sade- ce ‘İslam düşmanlığı’nın itişiyle yapmıyorlar. Hakka saygıyı esas alarak konuşursak onları tedirgin eden 'başka ve haklı sebepler’ de vardır. Ve bu ‘başka sebepler’i yaratanlar ne ya- zık ki Müslümanların bizzat kendileridir.

SELAMLAŞMAK DA BİR ORTAK İNSANLIK DEĞERİDİR
Kur’an, çok açık konuşmaktadır:

“Ey iman sahipleri! Allah yolunda gaza için dolaştığınızda, iyice anlatıp dinleyin de size selam verene/barış teklifi suna- na ‘Sen mümin değilsin!’ demeyin!” (Nisa, 94)

Komşuluk ilişkilerinin bir boyutuna dikkat çeken bu ayet, in- sanlar arası ilişkilerde, barışçı, rahmet taşıyıcı bir tavır izle- menin temel yollarından birine dikkat çekmektedir: Herkesi mümin gören bir niyet ve ruhla sıcak ortamlar hazırlamak ve ürkütücü olmamak. Aksi düşünüldüğünde, herkes hoşuna git- meyenleri ‘kâfir’ ilan etme hastalığına tutulur ve kendisi gibi düşünmeyenleri imansız ilan etmek politik bir yöntem haline gelir. Nitekim İslam dünyasında bugünkü manzara budur.

Selam; barış, esenlik ve iyilik dilemenin giriş kapısıdır. Bu kapıyı açmq bir insanın içeri girmesine yardımcı olmak, Kur’an mümininin temel tavrı olmalıdır. Bunun aksini ya- parak barış kapısını açmış insanları, “Bunu neden yaptın, ben kavga edecektim!” dercesine daha ilk adımda itmek ne imana ne irfana ne siyasete ne de insanlık değerlerine yakı- şır. İmanı ve dini kendi ellerinde bir baslu silahı olarah tut- mak isteyenler, tüm imkân ve ihtimalleri insanları dışlama aracı yapan çorah ruhlardır.

Kur’an’ı, ideolojik-siyasal saplantılarına yenik düşmeden okuyanlar şunu kolayca görürler:
Selamın dinîsi, ladinîsi olmaz.

Selam, barış ve esenlik demektir ve İslam kelimesinin kökle- rinden biridir. Selamlaşmak da insanların birbirlerine barış ve esenlik dilemelerini amaçlayan çok köklü bir insanlık ge- leneğidir. Kur’an, bu insanlık geleneğinden söz eder ve bunu buyruklaştırırken ‘tahiyye’ sözcüğünü kullanır. Tahiyye, sağ- lık ve esenlik dilemek demektir. Kur’an şöyle diyor:

“Bir esenlik ve sağlık dileğiyle selamlandığınızda onun daha güzeliyle karşılıh verin!” (Nisa, 86)

İşin esası budur. Kullanılan sözcükler ve takınılan tavır, yerel- dir, geleneğe bağlıdır; kişiye ve zamana göre değişir. Kur’an bunlarla uğraşmaz. Önemli olan, insanların birbirlerine sağ- lık ve esenlik dilemeleri, sıcak bir yaklaşımla ilgi göstermele- ridir. Bunu her toplum kendi gelenekleri, kültürü çerçevesin- de yapar. Bunun dini, dili, kalıbı, değişmez ifadeleri olmaz.

Kur’an dininin adı ve Allah’ın adlarından biri ‘Selam’ olduğu için, Müslümanlar selamlaşmalarında bu sözcüğü kullanma- yı tercih ederler. Bu tercihte de önemli olan sadece ‘selam’ sözcüğüdür. Bunun Arapça bir cümle ile (selamün aleyküm şeklinde) ifade edilmesi şart değildir. Aynı anlamda başka ifadeler de kullanılabilir. Başka bir deyişle, selamlaşmada se- lam kelimesinin kullanılıp kullanılmaması tercih konusudur; zorunluluk değil. Ne yazık ki İslam’ı Araplaştıranlar selam- laşmanın da Arapça olmasını savunmaktadırlar. Böyle bir savunma temelden yanlıştır.

KUR’AN: BİLGİ TOPLUMUNUN ANLAYACAĞI KİTAP!

Kur’an’ın yarattığı devrimlerin her biri bu devrimlerin yapılı- şından yıllar, bazen asırlar sonra fark edilebilmiştir. Kur’ansal devrimlere ‘mucize’ karakterini veren de bu olgudur.

Kur’ansal devrimlerden bir tanesi var ki, insanlık onu yeni yeni anlamaya başlamıştır. Bu devrim, bilgi toplumunun önemine değişik başlıklar altında vurgu yapılmasıdır. Anılan devrim, Kur’an’ın onu gerçekleştirdiği zamandan yaklaşık bin yıl sonra kavranabilmiştir. Hemen ekleyelim ki, bu kavrayış zamanı, aydınlanmayı gerçekleştiren Batı toplumları açısın- dandır. Müslüman Doğu, bu devrimi henüz kavrayamadığı gibi, kavrama noktasına yaklaştığına ilişkin bir işaret de ve- rememektedir.

Alışılagelmiş bir söylem vardır: Kur’an, geldiği zamanm ve toplumun insanı olan bedevîlerin idrakine hitap etmiştir. Bu söylem, genelde, Kur’an’ı ‘bedevilerin kitabı’ olarak göster- mek isteyen Batılıların işine geldiği için, Müslümanlar ara- sında ise Emevî zihniyetini dinleştiren Arapçı Müslümanlara destek sağladığı için altı çizile çizile gündem yapılmıştır. Bu söylemin insanlığı götürdüğü yer şudur: Müslüman olmak için önce bedevî olacaksın; en azından bir miktar bedevî ola- caksın.

Bir kitabın bedevilerin kitabı olması/sadece bedevilere hitap etmesi başka bir şeydir, bir kitabın ne dediğini anlamak için bedevinin diline vakıf olmak ayrı bir şeydir. Aynen bunun gibi, bedevinin diline vakıf olmak ayrı bir şeydir, bedevinin dilini kutsallaştırmak ayrı bir şeydir. Bu ikisi daima birbirine karıştırılarak su bulandırılmıştır. Bulandırılan suda avlanan- lar ise İslam düşmanı Haçlılarla, Arapçılığı dinleştiren İslam içi dinciler olmuştur. Yani geleneksel söylem, insanlığın da Müslümanların da aleyhine sonuç vermiştir.

Gerçek, bu söylemin tam aksidir. Kur’an, büyük kısmıyla be- devinin idrakine hitap etmemektedir. Sadece bedevi idrakine hitap eden ayetler, Kur’an’da parmakla sayılacak kadar azdır ve tamamına yakını tarihseldir; yani bütün zamanları bağla- maz.

Bu söylemimizden maksat bedeviyi küçük görmek değil, Kur’an’ın, özellikle indiği dönemdeki bedevi idrakine sığ- mayacak kadar büyük olduğunu ifade etmektir. Bu ifade- den, eğer İslam imanı taşıyorsa hiçbir bedevi rahatsız olmaz. Çünkü anlatılmak istenen onun iman kitabının ihtişam ve bü- yüklüğüdür, bedevinin küçüklüğü değil.

Geleneksel mirasta bir başka söylem var: ‘Kur’an’ın anlaşıl- masının müşkil olduğu’ anlammdaki bu söylem, Kur’an’m, anlaşılması zor bir kitap olduğu merkezinde bir fikri değil, Kur’an’ın indiği zamandan çok sonraki zamanların idrakine hitap eden ayetlerinin çoğunlukta olduğu merkezinde bir an- layışı ifade etmelidir. Aksini söylemek, Allah’a ve Kur’an’a noksanlık izafe etmek olur. Çünkü Allah, hitap ettiği toplu- ma meramını anlatmakta güçlük çekmekten münezzehtir. Eğer muhatap, meramı anlamakta zorluk çekiyorsa, bunun anlamı, hâşâ, Allah’ın aczi değil, söyleneni anlaması bekle- nen muhatatabın o andaki muhatap olmadığıdır.

Rüzgârlann dölleyici olduklarını, bu gerçeğin keşfinden bin küsur yıl önce söyleyen bir kitabın bu beyanını o günkü insan nasıl anlayacaktı? Anlayamayınca bu, Kur’an’m anlaşılmaz kitap olduğuna mı kanıt sayılacaktır; yoksa daha sonraki za- manlara hitap eden ayetler içerdiğine mi?

KUR’AN’IN BİLGİ TOPLUMUTALEBİ
Kur’an’ın yarattığı mucize devrimlerden birinin de okuma- nın temel ibadet olarak öne çıkarılması olduğunu bu eserin Dördüncü Bölüm’ünde görmüş bulunuyoruz.

Kur’an’ı iyi inceleyenler, onun, insanlığın yeni yeni tanıştığı bilgi toplumuna ilişkin talepler taşıdığını kolaylıkla fark eder- ler. Bu fark ediş, Kur’an’dan gereğince yararlanmanın tarım ve sanayi toplumlarının ölçütleriyle yapılan yorumlardan sıyrılmakla mümkün olduğunu anlamakta da gecikmezler. Kur’an’da elbette ki tarım ve sanayi toplumlarının beklen- tilerine cevap getiren veriler de vardır. Ancak bunlar sınır- lidir. Kur’an’ın talepleri, büyük kısmıyla bilgi toplumu insa- nının fark edeceği, yararlanacağı taleplerdir. Bunun içindir ki, Kur’an, tanm toplumunun paradigmalarıyla anlaşılamaz. Sanayi toplumu ve daha önemlisi bilgi toplumu paradigma- ları, o paradigmalan ustalıkla kullanacak beyinler lazımdır. Ne yazık ki, İslam dünyası bu beyinlerin ne üretilmesine izin vermiştir ne de iş görmesine.

Geleneksel mirastaki çoğu kutsanan, dokunulmaz kılınan geleneksel yorumların en yenileri bile, nihayet tarım toplu- munun ölçütleriyle ve bu toplumun taleplerine cevap vermek üzere geliştirilmiş yorumlardır. Geleneksel yorumların büyük kısmı ise ilkel toplumun beklentilerine cevap getirebilecek yorumlardır. Klasik yorumcuların tamamına yakınının yo- rumları bu türdendir. Ve onlar bunu yapmakta mazurdurlar. Mazur sayılmayanlar, eski yorumlara bağımlı kalan ve bu yorumlara tabulaştırarak bilgi toplumuna geçişe karşı çıkan zümrelerdir.

Üzülerek söyleyelim ki, elimizdeki tefsir ve hatta meal mira- sının henüz tarım toplumu açısından bile eksik yanları mev- cuttur. Önce bunlar aşılmalı, ikinci aşamada sanayi toplumu açısından gereken yorumlar boyutuna çıkılmalı, ardından da bilgi toplumu penceresinden bakıldığında önümüze çıkan fark edişler ortaya konmalıdır.

İlkel toplumla tarım toplumuna yorum getirenler, tamamen haklı olarak, sanayi ve bilgi toplumları döneminde fark edile- bilecek incelikleri “Allahu a’lem bi’s-savâb”( doğruyu ancak Allah bilir) diyerek ‘müteşâbih’ (benzeşik anlam boyutları olan ayetler) alanına atmışlardır. Doğruyu elbette Allah bilir; ancak Allah, Kur’an’ın ilk emrini “Oku!” olarak belirlediğine göre, Kur’an’la gönderdiği hikmetleri onu okuyanların anla- yacağına hükmetmiş demektir. Aksi halde, Allah’ı abesle işti- ga1 eden bir kuvvet olarak algılıyor oluruz.

Gelenek; Kur’an’ın, “Müteşâbihlerin yorumunu Allah ve ilim- de derinleşmiş olanlar bilir” (Âli İmran, 7) ayetini ünlü keli- me oyunlarından (hatta tahriflerden) biriyle “Müteşâbihleri ancak Allah bilir” şekline dönüştürüp (ve aksini söylemeyi din dışı ilan ederek) gelecek kulakların ruh ve beyinlerini prangalamış, onlara, eski yorumlara tekrar dışında bir iş bı- rakmamışlardır.

Eski yorumların olduğu gibi kalmasında sayısız çıkarı bulu- nan siyaset ve yönetim çevreleri ise, işlerine gelen bu anlayışı kutsallaştırmış, aksine söz söyleyenleri de bir biçimde ‘fitneci’ din dışı veya ‘zındık’ ilan etmiştir.

Sonuçta, İslam dünyasma, ilkel dönemin veya tarım dönemi- nin din ve insanla ilgili kabul ve dayatmalarını din diye sır- tında taşımak kalmıştır. Bu hale getirümiş veya kendisini bu hale getirmiş İslam dünyasmm, açıktır ki, tüm para, servet ve iddialarına rağmen ileri gitmesi mümkün değildi; olsa olsa bugünkü yere gelebilirdi. Ve ancak oraya gelmiştir. Bu yer, bilgi toplumuna ulaşmış insanlık kervanının en arkalarında atık toplama yeridir. Yani ezilmişlik, dışlanmışlık, tutsaklık, hizmetçilik, teslim olmak, verilenle yetinmek ve zaman za- man da cezalandırılmak...

Bugünkü İslam dünyası da işte bunlara muhatap oluyor.

Anılan yanlışlarla bu yanlışları çıkarları yönünde kutsallaştı- ran zihniyetleri aşarak, Kur’an’daki bilgi toplumu taleplerini öne çıkarıp gerekli yeni yorumlara getirmek Müslüman ay- dınların hem kendi dindaşlarına hem de insanlık dünyasına verebilecekleri en onurlu, en ölümsüz hediye olacaktır.

Ne yazık ki ne İslam dünyasını cenderelerine sıkıştırmış des- pot yönetimlerle mevcut durumun sürmesini sömürgeci-em- peryalist emelleri için en uygun yol olduğunu bilen Batılılar gereken diriliş ve değişimi engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Birlikte ve dayanışma içinde. Müslüman kitlelere kalan ise bir metre kumaşa takılı ‘başörtüsü’ kavgası ile her semte birkaç tane inşa edilmiş minarelerden makine cızırtı- larıyla ruhundan uzaklaştırılmış ezanları dinleyip avunmak oluyor.

Biz şunu açıkça söylemek zorundayız: Kur’an’m bilgi toplumu zihniyetiyle yorumlanması kaçınılmazdır. Aksi halde Kur’an, kimsenin işine yaramaz; sadece mezarlıkta okunup üflenir.

Bu noktada gerekeni yapmamak, sadece İslam dünyasına kö- tülük etmek değildir; bilgiye, Yaratan’a da karşı çıkmaktır. Çünkü Kur’an’da bilgi toplumunun taleplerine cevap getire- cek pek çok veri mevcuttur. Bu verilerin insanlığın yararına açılmaması büyük bir insanlık suçu oluşturmaktadır. Bu su- çun failleri, ne yazık ki Kur’an’a inandığını söyleyen kitlelerin bizzat kendileridir. Suça azmettirenler ise Hristiyan Batı’nın sömürgeci, emperyalist politikacılarıdır.

Bilgi toplumu kıstaslarıyla baktığımızda dikkatimizi çeken neler var Kur’an’da? Şimdi bunları görelim.

Beşinci bölüm
KÜLTÜR YERİNE UYGARLIĞIN ÖNE ÇIKARILMASI

Bilindiği gibi, 18. yüzyılda gerçekleşen aydınlamaya kadar kültür ve uygarlık birbirinin yerine kullanılan kavramlardı. Aydınlanma felsefesi, tarihsel ilerleme ve akla dayalı olma gibi ölçütleri öne çıkararak, değişime, akıl ve ilerlemeye ka- palı olan kültürün uygarlıktan ayrı olarak ele alınmasını sağ- ladı.

Kültür bir iç olgudur, yereldir; oysaki uygarlık bir dış olgu- dur, geneldir; varlık ve evren üzerindeki fetihlerin toplamm- dan vücut bulur. Kur’an, duygusalın yerine bilimseli, yerelin yerine akla dayalı olanı ve evrenseli geçirmekteki ısrarıyla, aydınlanmanm bilgi toplumuna açılışına katkı vermektedir. Kur’an’m akla ve bilgiye yaptığı yollamaların bağlamlarını tr- delediğinizde, bilgi toplumunun taleplerine cevap veren ayet- lerin ihtişamı gözünüzü kamaştırmaktadır.

Kur’an, akıl ve bilim temelli bir dünya görüşünü açık ifade- lerle ortaya koymaktadır. Büim eksenli dünya görüşünü orta- ya koyan ayetler, bunu yerel-kültürel-örfi değerlere karşı bir anlayış olarak öne çıkarmaktadır. Bilim eksenli dünya görüşü daima yerel-örfî değerlerle çekiştirilir. Burada yapılan, ko- rumacı-tutucu değerlere karış değişimci-yenilikçi değerlerin benimsenmesi ve önerilmesidir.

Bilim eksenli dünya görüşü, peygamberlerin taraf olduğu gö- rüş olarak dikkat çekmektedir. Bunun karşısında konumlan- dırılan muhafazakâr-örfi görüş ise şirkin dünya görüşü olarak tanıtılır. Putperestlik eksenli tutucu-örfi dünya görüşünün temel tezi, yine şirkin dilinden şöyle verilmektedir:

“Ayetlerimiz karşılarında açık seçik kanıtlar halinde okun- duğunda, onların kanıtları sadece şöyle demek olmuştur: ‘Doğru sözlüler iseniz atalarımızı kanıt gösterin” (Câsiye, 25; Dühan, 36)
“Biz, ilk atalarımız arasında böyle bir şey duymadık.”
(Müminin, 24; Kasas, 36) Kur’an’ın cevabı şudur:
“Bu konuda ne onların ne de atalarının herhangi bir ilmi vardır.” (Kehf, 5)
“Eğer doğru sözlülerseniz, bana ilimle haber verin.” (En'am, 143)

Geleneksel toplumdan bilim toplumuna sıçrama yaptırmaya esas alan Kur’an, akıl ve bilimi öne çıkarmakta, bilim dışın- daki dayanakları sadece zan ve boş oyalanma olarak görmek- tedir. Bunun anlamı, insanlığın mitos ve mucizeden, taakkul (aklı işletme) ve bilime yükseltilmesidir. Bunun içindir ki Kur’an, eski din metinlerinden farklı olarak, varlık ve oluştaki mucizeyi yakalamak için varlık ve evrenin inceden inceye araştırılmasını emreder. Bu araştırmalar, üç kitaba yayıl- mış olarak yapılacaktır: Evren kitabı, insan kitabı ve bizzat Kur’an.

Üç kitap alanı, ilkel mucizeler alanı değil, modern mucizeler yani değişmez yasalar ve nedensellikler alanıdır. Kur’an’da sünnetullah (Yaratıcı’nın yasaları) veya ‘kader’ (değişmez ölçüler) alanı olarak sık sık gesen alan, işte bu alandır. Kur’an bu alanın değişmezliğine ısrarla vurgu yapmaktadır. (Bu konuda ayrmtılar için bk. Öztürk; İslam Nasıl Yozlaştırıldı, Kader maddesi)

Aklı ve bilimi işleterek üç kitabı okumak yerine zan ve oya- lanmalara takılanlar, sonunda yardımsız ve desteksiz kalma- ya mahkûm olurlar; hüsrana, zulme, azgınlık ve aldanışa yenik düşerler. (bk. 2/120, 145; 4/158; 6/119)
Geleneksel tarım toplumunun bir özelliği de yönetimlerin krallıklarda oluşudur. Kur’an, bilgi toplumunun yolunu açan bir kitap olarak, malları, kendilerini ilahlaştıran sapıklar, krallıkları da zulüm ve bozgun yönetimleri olarak suçlar. (bk. 2/258; 27/34)

Batı’da Aydınlanma felsefesinin öncüsü olan Kant (ölm.1804)
şöyle diyordu:

“Aklını kullanma cesaretini gösterin. Aklını kullanmadan, insan olamaz; başkalarının parçası olur.”

Kur’an ise Kant’tan yaklaşık 1200 yıl önce çok daha çarpıcı ve sert bir uyarı yapıyordu:

“Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar.” (Yunus, 100)

Kur’an’ın uyarısı Kant’ınkinden çok daha eski, çok daha et- kilidir. Ne var ki, Kur’an’a inandığını söyleyenlerin tarihinde kitlelerin kaderini, Kur’an’ın dediği değil, despotlarla onların yardakçısı ‘ulema’ belirlemiştir. Kant’ın toplumu, dinlediği- nin gereğini yapmış, Kur’an’m muhatapları yapmamıştır.

öZGÜR BİREYİN ÖNE ÇIORILNASI
Kur’an’ın tarım toplumundan çıkış talebinin göstergelerin- den biri de özgür birey ve özgür topluma yaptığı vurgudur. Kendine özgü üslubuyla, inisiyatif kullanamayan bağımlı ve güdümlü bireyi eleştiren, onu insanlığın sırtında bir yük, insan kılığında bir eşya (abd-i memlûk) gibi gören Kur’an, kendi kendine karar verebilen özgür, yaratıcı benlikler inşa etmek istemektedir. Şu ayetleri birlikte okuyalım:

“Allah şöyle bir örnekleme yaptı: Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının eşyası durumunda bir kul/köle ile bizden bir gü- zel rızıkla rızıklandırdığımız ve ondan gizli açık dağıtan bir kişi. Bunlar aynı olur mu?!”

“Allah şöyle bir örnekleme de yaptı: İki adam, birisi konuş- maz, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisi/yöneticisi üstüne sa- dece bir yük. Efendi onu nereye gönderse hisbir hayır geti- remez. Şimdi bu adam, dosdoğru bir yol üzerinde bulunup adaleti özendiren kişi ile aynı olur mu?” (Nahl, 75-76)

Özgür birey inşa edildiğinde, özgür toplum kendiliğinden doğar. Birey, abdi memlûk değilse toplum da raiyye toplum değildir. Kur’an, abd-i memlûk istemediği gibi raiyye toplum da istemiyor. Bu talebini, kendine özgü üslubuyla şöyle dile getirmektedir:

“Ey iman edenler! ‘Bizi davar gibi güt!’ diye konuşmayın,
‘Bize bak!’ diye konuşun ve dinleyin.” (Bakara, 104)

NİTELİKLİ İNSAN TALEBİ
Bilgi toplumunda fizik güç yerine beyin ve düşün gücü ege- mendir. “Bilgi toplumunda artık maddenin maddeyle üre- timi değil, bilginin bilgiyle üretimi esastır. Sanayi toplumu ürünü olan otomobilin hâlâ % 60’ı madde, % 40’ı bilgidir. Bilgi toplumunun ürünü olan bilgisayar yongasının ise %2’si madde %98’i bilgidir.” (Hüsnü-Canan Erkan, Aliftür Politika- mızda Yeni Boyutlar, 40)

Bilginin bu çapta öne çıkması, bilgi toplumunun temel değe- rini nitelikli insan, temel özelliğini de nitelikli insana sahip olmak diye belirlemeyi zorunlu kalmıştır. Bilgi toplumunun temel sermayesi, madde ve kütle değil, nitelikli insanın biriki- mi olan entelektüel sermayedir.

Kur’an’ın en ısrarlı taleplerinden biri de nitelikli insandır. Ne ilginçtir ki, Kur’an, nüfus artışına karşı büyük bir mücadele veren Malthus’tan asırlar önce, nüfusun sayı itibariyle artı- şına karşı çıkmış, nüfusu bol toplum yerine nüfuzu kuvvetli insan ilkesini getirmiştir. Kur’an’ın bilgi toplumuna geçiş ta- lebinin en güçlü göstergelerinden biri de onun nüfus mesele- sindeki tavrıdır. Bu önemli noktayı iyice irdelemek gerekiyor.

Biz, bu önemli noktayı, elinizdeki eserin bir önceki bölümü olan Dördüncü Bölüm’de genişçe incelemiş bulunuyoruz.

YARATICI SİNERJİNİN öNE ŞIKARILNASI
Bilgi toplumunda ben yerine biz vardır. Çünkü bilgi toplu- munun değeri olan bilginin temel özelliği paylaşılabilirliktir. Paylaşılabilirlik, birlikte üretmeyi, o da yaratıcı sinerjiyi ge- rekli kılar. Kur’an, kendine özgü esrarlı üslubu içinde bu ya- ratıcı sinerjiye defalarca dikkat çekmiştir:
Yaratıcı kudret; tekliğini, aşılmazlık ve erişilmezliğini ısrarla vurguladığı halde, yapıp etmelerinden, üretim ve geliştirme- lerinden söz ederken sürekli ‘Biz’ tabirini kullanmaktadır. Bunun sebebi, Cenabı Hakk’ın, yaratıcı sinerjiye verdiği öne- min öne çıkarılmasıdır. Kur’an, Yaratıcı sinerjiye verdiği öne- mi, bilginin izafiliğine vurgu yaparak da gösterir.
“Her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.” (Yusuf, 76)

Kur’an, ömür boyu öğrenmeyi insanın en yüce niteliklerin- den biri olarak öne çıkarmaktadır. Kur’an’ın yaratıcı sinerjiyi tetikleyen kabullerinden biri de ondaki derinliğine ve genişli- ğine işleyen paylaşımdır. Kur’an’ın öngördüğü yaratıcı siner- ji, onun önerdiği yaratıcı paylaşımla doruk noktaya ulaşır.

İnfak, bizzat Kur’an’ın tanımıyla, ‘sevilen şeylerden vermek, sevilen şeyleri paylaşmak’tır. Bu paylaşım ruhunu yakalaya- mayan birey ve toplumların mutluluk ve başarıyı da yakala- yamayacakları muhteşem Kur’an üslubuyla şöyle çizilmiştir:
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayırda erginliğe/dü- rüstlüğe asla ulaşamazsınız. Infak etmekte olduğunuz her şeyi Allah çok iyi bilmektedir.” (Âli İmran, 92)
Kur’an’ın önerdiği yaratıcı sineıji, paylaşımcı sineıjidir. Ne Japon kül- türündeki gibi grup merkezlidir ne de Batı’daki gibi birey merkezli.

ESTETİK VE GÜZELLİĞİN ÖNE ŞIKARILMASI
Kur’an, ilkel topluma, tarım ve sanayi toplumlarına özgü mad- de ve ihtiyaçları tatmini en büyük başarı olarak görmemekte, ruhsal tatmini esas almakta, tüm nimetlerin üstünde bir nimet olarak ‘güzellik’i öne çıkarmaktadır. Burada temel ilke şudur:
“Dünyada da güzellik, âhirette de güzellik” (Bakara, 201)
“Kim güzelliği doğrularsa, biz ona, en kolay olanı kolaylaya- cağız. Ve kim güzelliği yalanlarsa, biz onu, en zor olana sevk edeceğiz.” (Leyl, 6-7, 9-10)
Güzelliğin, temel değerlerden biri olarak öne çıkarılması, iç dünyanın önemsenmesi, insandaki kozmik bağlantıların iş- lerlik kazanmasıdır. Bunun içindir ki Kur’an’ın da özlemini çektiği bilgi toplumunda ne tarım döneminin hurafe dini ne de sanayi döneminin maddeyi ilahlaştıran kol materyalist bil- gi anlayışı revaç bulabilir. Bunların yerine, temel sermayesi entelektüel birikim olan nitelikli insanın doyumuna yarayan estetik zenginlik belirleyicidir.

Estetik ve entelektüel zenginliği öncü değer kabul eden in- sanda gelişen iç dünya enginliği, bireydeki ‘iç göz’ü veya ‘kalp gözü’nü işler kalacaktır. Kur’an bu iç göze ‘basiret’ diyor ve insanı ‘öz benliğine yönelmiş keskin bir bakış’ olarak tanıtıyor. (Kıyamet, 14)
Bu bakımdan bilgi toplumunun yetenekli insanı, sezgileri, kozmik antenleri daha güçlü işleyen yaratıcı insan olarak dik- kat çekecektir. Tarım ve sanayi toplumunun insanı, nihayet üreticidir. Üreticilik madde ve kütle ifade eden bir kavram- dır. Oysaki bilgi toplumunun insanı, yaratıcı insandır.

Altinci Bölüm
KUR’AN’IN SORDUśU DEVRİU SORULAR

YARADILIŞLA İLGİLİ SORULAR
Bir din metninde soru sormak başlı başına bir devrimdir. Bu devrimin nasıl bir devrim olduğunu anlamak ise soruların mahiyetini tanıdıktan sonra daha kolay olur.

Adı bile teslimiyet olan bir dinin kitabı, böylesine yoğun ve sarsıcı soruları sormuşsa bu gerçekten bir devrimdir. Kur’an, böylece, kendi bünyesi içinde devrim yapan bir kitap olduğu- nu göstermiştir ki bu da ayrı bir devrimdir.

Allahtan Başka Yaratıcı mı Var?
“Ey insanlar! Allah’ın, üzerinizdeki nimetini anın! Allah’tan başka yaratıcı mı var? Sizi yerden ve gökten rızıklandırır. O’ndan başka ilah yoktur. Hal böyle iken nasıl oluyor da yüz geri çevriliyorsunuz?” (Fâtır, 3)

Yerkifirenin Göfi:lerden Ayrz fdıj finı G örzzzediler mi?

Kur’an, evrenin ve hayatın oluşumunda iki gerçeğe atıf yap- maktadır:
1. Patlama-yarılma,
2. Sz.

Konunun temel ayetleri, Enbiya suresi 30-33. ayetlerdir. Bugünkü bilimin verileriyle âdeta aynı lügatı kullanan bu ayetler, evrenin ve hayatın oluşumuyla ilgili şu tespitleri yap- maktadır:


“Gerçeği örten o nankörler görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluştur- duk Hâlâ iman etmeyecekler mi? Yerküreye, onları çalkala- masın diye birtakım dağlar diktik. Ve orada geniş geniş yol- lar açtık ki, doğru gidebilsinler. Göğü, korunmuş bir tavan yaptık. Ama onlar göğün ayetlerinden hâlâ yüz çeviriyorlar. O odur ki, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yarattı. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”

°füzmek’ tabiri, özellikle ‘bir yörüngede yüzmek’ tabiri ev- rendeki seyri en güzel biçimde ifade etmekle kalmaz, bizim ‘boşluk’ dediğimiz şeyin de esasında bir varlık-ortam oldu- ğunu ifade eder. Çünkü varlıkların yüzmesi için yüzülecek bir varlık-ortama ihtiyaç vardır. O ortam-varlık nedir, nasıl bir şeydir? Bunu şu anda bilemiyoruz.

Bu ayetler, evrenin oluşumuyla ilgili gerçekleri görmeye in- sanı âdeta itmektedir.“Görmediler mi?” şeklinde geçmiş za- man kullanllması, insanoğlunun bu konuda geciktiğini gös- termektedir. Yaradılış gerçeğinin irdelenmesindeki gecikme de eleştirilmiş, bunun bir ‘gerçeği örtme nankörlüğü’ (küfür) olabileceği ima edilmiştir. Şunu da hemen kayda geçirelim:

Enbiya Suresi 30’dan anlıyoruz ki, yaradılışın nasıllığınl öğ- renmek isin gösterilecek faaliyetler, bir ‘tağyir’ (yaradılışı değiştirme) eylemi değildir. Örneğin, İsviçre’deki CERN (Centre d’Europe des Recherches Nucleaire) adlı araştır- ma merkezinde gerçekleştirilen Big Bang denemesi hayvan klonlama türünden bir tağyir say lamaz. Tağyir kötülenmiş, nasıllığı öğrenme adına gösterilecek faaliyetler ise özendiril-

Kur’an’ın Yaradılış Anlayışının Esası: Yarıp Patlatarak Yaratmak

Kur’an’ın yaradılış anlayışlnln omurgasında yarma-patlama kavrama vardır. Evrenin ilk oluşumu bir yarılma-patlama ola-


yı olduğu gibi, sonraki bütün yaratma eylemleri de birer pat- lama-yarılma olayıdır.

Evrenin, yeniden yapılandırılmak üzere bir dağılmaya uğ- raması olan ‘büyük kıyamet’ de bir patlama-yarılma olarak gösterilmektedir. Yani patlama-yarılma, Kur’an’a göre, ev- rende birbirini izleyen bütün oluşların ve ölüşlerin esasıdır. Kur’an’ın tanıttığı Yaratıcı Kudret’, yaratık ve yaratılışın esasını patlama-yarılma olarak belirlemiştir.

Patlama-yarılmayı evrenin oluşumunun esası olarak göste- ren Enbiya suresi 30-33’ü yukarıda gördük. Ancak Kur’an’ın yarılma ve patlama gerçeğine verdiği yer bu kadar değildir. Kur’an, sürekli patlama-yarılma eylemleri halinde gerçekle- şen yaradılışı tanıtırken, üç kelimeyi/kavrama öne çıkarmak- tadır:
1. Fatk,
2. Falk,
3. Fatr.

Bu kavramlarının üçü de aynı anlamdadır ve üçünün de zıd- dı ‘ratk’ (yaradılıştan veya sonradan bitişik olma, yarılmamış olma) kelimesidir ki, Enbiya 30. ayette kullanılmıştır. Özgün sözcükleri kullanarak söyleyelim:
“Gerçeği örten o nankörler görmediler mi ki, gökler ve yer
ratk idi, biz onları fatk ettik.”

O halde, yaradılış bir ‘fath-falk-fatr olayı’dır. Ama bu olay, olup bitmiş bir olay değil, olmakta olan bir süreçtir. Çünkü hemen aşağıda göreceğimiz gibi, evren sürekli büyümekte, genişlemektedir.

Evreni ve hayatı bir yarılma-patlama süreci olarak gören Kur’an, Yaratıcı’nın sıfatlarmdan ikisini de 'yarıp patlatan’ anlamında iki kelime olarak belirlemiştir. Gerçekten de, Cenabı Hakk’ın Esmaül Hüsna’sı içinde ‘Fâtır’ ve ‘Fâlik’


isimleri de vardır. Kur’an’ın 35. suresinin adı da Fâtır’dır.
Fâlik ismiyle amaçlanan anlam, falk kökünden yapılan baş- ka bir isimle de ifadeye konmuştur: Rabbul-Felak. Kur’an’ın
113. suresinin adı da Fe1ak’tır ve Rabbul-Felak tabiri o su- rede geçmektedir. Bu isim-sıfatların tümünün anlamı ‘yarıp patlatarak içinden bir şey veya bir hayat çıkaran’ demektir. (Râgıb, 3füJe‹hif; Fîrûzâbâdî, fönmıts)

Yaradılış eylemini ifade için kullanılan üç tabirden biri olan fatk kökünden bir tanrısal isim yoktur. Enbiya 30’da bu ke- limenin fiil hali kullanılmış ve ‘ben’ yerine ‘biz’ diye çoğul şekil tercih edilmiştir. Yaradılışm bir yarma-patlatma eylemi olduğunu ifade eden ayetlerde Allah’ın daha çok Fdtır ismi kullanılmaktadır. Özellikle ‘göklerin ve yerin Fâtır’ı’ ifadesi öne çıkmaktadır. (Örneğin, Yusuf, 101, İbrahim, 10; Fâtır, 1;
Zümer, 46; Şûra, 11)

Göklerin yaradılışı bir ‘fatr’ olayı olduğu gibi, insanın yara- dılışı da bir ‘fatr’ olayıdır. (bk. En’am, 14; Hûd, 51; İsra, 51; Tâha, 72; Enbiya, 56; Yasîn, 22; Zühruf, 27)

İkinci sırayı Fâlik ismi almaktadır. Kur’an’da bu ismin iki kullanımı var: Fâlik iki yerde, Rabbul-Felah bir yerde:

'Hiç kuşhusuz, Allah’tır Fâlıh olan/dâneyi yaran, çekirdeği patlatan. Ölüden diri çıkarır O, diriden ölüyii çıkaran da O’dur! İşte budur Allah! Peki, nasıl ters bir yöne çewili- yorsunuz? Şafağı yarıp sabahı ortaya çıkaran/Fâlık O’dur! Geceyi dinlenme zamanı yaptı, Güneş’i ve Ay’ı hesap aracı. İşte budur ölçülendirmesi o Azîz’in, o Alîm’in!” (En’am, 95- 96)

‘Warılan karanlıktan çıkan sabahın Rabbine/yarılışlardan fışkıran oluşun Rabbine sığınırım!” (Felak, 1)

Demek oluyor ki, yarma-patlatma şeklinde sürüp giden yara- tık ve yaratılış süreci, ‘ölüden diri, diriden ölü çıkarma’ süreci

olarak devam etmektedir. Örneğin, her gün şafağın yarılıp içinden sabahın çıkarılması bu sürecin bir parçasıdır. (bk. En’am, 96)

“Sizi basit bir sudan yaratmadık mı? Onu, dayanık- lı karargiihta tuttuk Bilinen bir ölçüye/süreye kadar.” (Mürselât, 20-22)

Bu ayette su, meni yerine istiare edilmiştir. Biraz yukarıda da gördüğümüz gibi, Kur’an, suyu hayatın esası olarak gösterir. İnsanın vücut bulmasına sebep olan meni de sonuçta sudur. Ancak Kur’an bünyesinde su bu çerçeve ile sınırlı değildir. Kur’an, suyu, mutluluğun da kaynağı olarak görmektedir. Su aynı zamanda güzelliğin, doğallığın, kurtuluşun, zevk ve refa- hm da kaynağı ve göstergesidir. (Suyun yapısıyla ilgili ayrıntı- lar için bizim ’Ku’an Açımdan KüreselÂfetler’adlı kitabımıza bakılabilir.)

Gölgenin Uzamas Dikkat Ettin mi?
“Görmedin mi rabbin nasıl uzatmqtır gölgeyi? Eğer dilesey- di onu elbette hareketsiz kılardı. Sonra nasıl da Güneş’i ona delil yapmışım! Sonra nasıl tutup onu ağır ağır kendimize çekınişiz!” (Furkan, 45-46)


AKILLA İLGİLİ SORULAR
in Çok Sorrrlan Sorzz: “denizi Îşletmişor musunuz’?”
“AklınıEı işletmiyor musunuz?” (A’raf, 169; Bakara, 44,76; Âli İmran, 65; En’am, 32; Yunus, 16; Hûd, 51; Yusuf, 109;
Enbiya, 10,67; Müminin, 80; Kasas, 60; Saffât, 138) “Akıllarını işletmediler mi?” (Yasîn, 62) “Akıllarını işletmiyorlar mı?” (Yasîn, 68)
‘°femin olsun tan yerinin ağarnıa vaktine, on geceye, çifte ve teke, yola koyulduğu zaman geceye. Nasıl, bunlarda, akıl sahibi için bir yemin var, değil mi?” (Fecr, 1-5)

Kur’an’ın en çok sorduğu soru aklın işletilmesiyle ilgili so-
rudur.

Bu soru, yirmiye yakın yerde aklı işletmek anlamındaki fiil kullanılarak doğrudan, yüzü aşkın yerde de düşünmeyi, göz- lemlemeyi ifade eden kelimeler kullanılarak dolaylı yoldan sorulmuştur. Bunda garipsenecek bir yan yoktur. Kur’an’ın insanı gönderdiği temel adres akıl, insana önerdiği temel de- ğer yine akıldır. Kur’an’ın, kullanımına sınır koymadığı tek değer akıl ve onun temel üretimi olan ilimdir.

Kur’an, dinde gulüv (azma, sapma) olacağını açıksa ve de- falarca ifade ettiği halde akıl ve ilimle ilgili böyle bir imada bile bulunmaz. Kur’an, kötülük ve çirkinliği imana izafe ettiği halde (bk. Bakara, 93) akıl ve ilme asla izafe etmemiştir.
Tarih Kalıntılarına Bakmadılar mı?

“Yeryüzünde dolaşıp da hendilerinden öncekilerin sonia- rının nasıl olduğunu görmediler mi? Onlar, kuvvet balu- mından bunlardan daha zorluydular. Göklerde de yerde de Allah’ı aciz bırakacah hiçbir şey yoktur. Her şeyi bilir O, her şeye gücü yeter.” (Fâtır, 44)

Göklere Bakmıyorlar mı?
“Bakmadılar mı üstlerindeki göğe ki nasıl kurduk onu, nasıl süsleyip nakışladıh? Yırtığı, çatlağı da yoktur onun..” (Kaf, 6)

“Göklerin ve yerin melekûtuna, Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye bakmadılar mı? Ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmediler mi?” (A’raf, 185)


KUR’AN’LA İLGİLİ SORULAR
Nereye Gidiyorsunuz?
“İş, onların sandığı gibi değil! Yemin olsun o sinip gizlenenle- re, akıp akıp giderek yuvasına girenlere, beriye geldiği ve geri- ye döndüğü zaman geceye, soluyarak açıldığı zaman sabaha ki o Kur’an, çok değerli bir elçinin sözüdür. Çok güçlüdür o elçi; arşın sahibi katında saygındır. İtaat edilir orada kendisine, emindir. Ve arkadaşınız, bir cin çarpmış değildir. Yemin olsun ki, o, onu apaçık ufukta gördü. O, gayb konusunda cimri değil- dir. Ve o, kovulmuş şeytanın sözü değildir. Hal %yle iken ne- reye gidiyorsunuz? O, 8lemlere bir öğütten başka bir şey değil- dir. İçinizden dosdoğru yürümek isteyen için.” (Tekvîr, 15-28)

Mer Devrin Mazlum:
Her devrin mazlumu, binlerce mazlumun ilham kaynağı, desteği-dayanağı olan bir mazlumdur. Her devrin mazlumu, Kur’an’dır. Kur’an; kendisiyle savaşanlarla, kendisini benim- semiş gibi görünüp de hayatm dışına itenleri, ‘zalim’ olarak nitelendirmektedir.

0 halde, Kur’an’a zulüm iki kanaldan gelir: Ona karş' s^ an imansızlık kanalı, ona inanmış olduğunu söyleyip de onu ha- yatın ve dinin kısmen veya tamamen dışına iten riyakârlık ka- nalı. Bu kanalların birincisi dinsiz kanal, ikincisi dinci (dindar değil) kanal olarak adlandırılabilir. Bu iki kanalın socukları, indiği günden beri Kur’an’a zulmetmektedirler.

Kur’an’a zulüm, onu insanlığa tebliğ eden peygamberin ölü-

münden sonra, dini saltanat ve egemenlik aracı yapan Emevî zorbalarıyla başladı. Kur’an’ı tebliğ eden Peygamber’in to- runlarını zehir ve kılıçla katleden bu ‘hıyanet kavmi’nin kahır ve nefreti, aslında Kur’an’a karşı idi.

Bugünkü Îslam dünyasinin perişanliginin biricik sebebi de Kur’an’a zulümdür. “Müslüman bir kitlenin Kur’an’a zul- mü nasil söz konusu edilebilir?” diye elbette ki sorulacaktir. Cevabi Kur’an vermiştir: Kur’an’a yapilacak zulümlerin en büyügü, onun kàgit ve kiliflarini kutsayip hükümlerini haya- tin dişina itmektir. Islam dünyasi bunu yapiyor. Biri böyle ya- piyor, öteki böyle yapiyor. Kur’an’i teblig eden Elçi'nin, mah- ler meydaninda kurulacak en büyük mahkemede, kendisine inandiglni söyleyenlerden tek çikâyeti işte bu olacaktir:

“Resul şöyle der: ‘Ey Rabblm, benim toplumun, bu Kur’an’ı
terk edilmiş/dqla£tmış h£tlde tuttular.” (Furkan, 30)

Bugün, bütün dünyada, hemen her şey ‘Kur’an’a rağmen’dir. Din de Kur’an’a rağmendir. İslam dünyasında durum daha da vahimdir. İslam dünyasında hiç değilse ibadetlerin Kur’an’a uygunluğu düşünülebilir. Hayır, o konuda bile durum sanıl- dlğl gibi değildir. Abdest, namaz, oruç, hac gibi ibadetler bile Kur’an’a ters bir biçimde uygulanmaktadır. “Kur’an” dediğiniz anda, en ileri dincileTin bile kan tepesine flrlamak- tadır. Türkiye’de inkârcı zulüm, “Kur’an çöl kitabıdır, bize ne, Araplar okusun” diye haykırlrken, dinci zulüm, “Arapça bilmeyenler Kur’an’a el sürmesin” fetvasıyla inkârcı zulme taşeronluk yapmaktadır.

‘Kur’an’a rağmen din’in dükalıkları, beylikleri, kethüdalıkla- rı, hatta şiddet çeteleri oluşmuştur. Onları kullanan Haçlı em- peryalizm bu gidişin devamını ‘lüzumlu’ görüyor. Kur’an’m dinini tanıyanlara ise sadece şunu söylemek kalıyor:

Kur’an’a inanmayanlar sürünmekten kurtulabilirler; çünkü kötü niyetleri ve zulümleri yoktur ama Kur’an’a zulmedenler asla kurtulamaz.


Arslan ve Eşekler:
Başlığı, Kur’an’ın Müddessir suresi 49-52. ayetlerindeki bir benzetmeden aldık.

Kur’an, eşek istiaresini, kendisi ile kendisi dışında hidayet kaynağı yapılan kitapları ve kişileri karşılaştırırken kullan- maktadır. Eşek istiaresi (iğretileme) daha sonra sûfi düşünce- de, özellikle Mevlana Celaleddin (ölm. 672/1273) sisteminde çok kullanılmıştır.

Mevlana sisteminde eşek, şehvetperestliğin, ahmaklığın, kabalığın, basiretsizliğin sembolüdür. Cehalete yenik düş- müş kalabalıkları nitelerken de eşek sembolünü kullanıyor Mevlana ve kendisini, ‘eşek sürüsünün kulağına gerçeği ulaş- tırmayı başaran bir Hak eri’ olarak tanıtıyor. Mevlana, eşek istiaresini kullanarak şu ilginç mesajı da veriyor: Yolun doğ- rusunu açık ve net biçimde bilmeyenler eşeğin gittiği yöne bakıp onun tam tersine gitsinler; yolun doğrusu odur.

Kur’an, kozmik-evrensel planda yerini ve mesajını anlatırken kendini bir ‘Tezkire’ (öğüt veren, uyaran, düşündüren) kitap olarak tanıtıyor (Abese, 11) ve şöyle diyor:

“Ne oluyor onlara da öğüt verip düşündüren kitaptan yüz çeviriyorlar? Sağa sola kaçışan yaban eşekleri gibidirler. Arslandan ürknıüşlerdir. İçlerinden her kişi de istiyor ki, ken- disine açılıp saçılmış sayfalar verilsin.” (Müddessir, 49-52)

Mişnacılık ve Xur’an:
Mişna (Arapçası, mesnât); dinin tanrısal kaynağının yerine geçirilmek üzere, tartışma üstü ilan edilen kitaplara denir. İbranice olan bu kelime, ilkin, Yahudi din adamlarının din- leştirdikleri yorumlara içeren metinler için kullanılmış, daha sonra Hristiyan ve İslam literatürüne de girmiştir. Arapça’da mişnayı karşılamak üzere, ‘mesnât’ sözcüğü kullanılır.


İslam açısından baktığımızda, içeriği ne olursa olsun, Kur’an dışındaki ‘tartışma üstü’ ilan edilen tüm kitaplar mişna cüm- lesindendir. Temel tevhit ölçüsü şudur: Allah’ın elçisi dışında tartışma üstü kişi, Allah’ın kitabı dışında tartışma üstü kitap kabul eden, İslam dininden çıkar. Çünkü böyle bir kabul, ka- tıksız şirktir. Kitap başka, ‘tartışma üstü kitap’ başka. İslam dininde ikincisi sadece Kur’an’dır.

Mişna kelimesini, ’Kur’andaki İslam’ kitabımda, Hz. Ömer’in mişnacılıkla ilgili bir sözünü, İbn Sa'd (ölm. 230/844) Tabakaat’ınm Leiden baskısından aktarmıştım. Hz. Ömer, Peygamberimize isnat edilen sözlerin toplanıp imha edilme- sini, aksi halde ileriki zamanlarda bu rivayetlerin Kur’an’m yerini alan mişnalara dönüştürüleceğini ve sonuçta Kur’an- İslam irtibatının kesilme noktasına geleceğini söylerken, “İsrailoğulları gibi, mişnalara sığınmak durumunda kalma- mızdan kaygılanıyorum” şeklinde konuşmuştu. Sonraki ça- lışmalarım sırasında mutluluk ve hayretle gördüm ki, mişna (mesnât) kelimesini ilk kullanan ve mucize bir biçimde ta- nımını da veren, bizzat İslam Peygamberi’dir. ‘Yüzyılımızın Hadis Allâmesi’ diye anılan tartışmasız otorite Nâsıruddin el- Elbanî (ölm. 1999) şaheseri ’Silsitetü’l-AIuidîs’in, ‘es-Sahîha’ kısmının 6. cildinde (s. 774-776), konumuzla ilgili şu ilginç satırlara yer veriyor:

“Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ‘Kıyametin yaklaştığı- nı gösteren belirtilerden bazıları bunlardır: Şerir ve şirretle- rin itibarla-saygın tutulması, erdemli insanların zelil duruma getirilmesi, sözün çoğalıp çalışmanın azalması, toplumda mişnalar okunup durmasına rağmen kimsenin bunlara kar- şı çıkmaması.’ Sahabîler sordular: ‘Mişna (mesnât) nedir ey Allah’ın Elçisi?’ Resul cevap verdi: ‘Allah’ın kitabı dışındaki tüm yazılanlar.”

Elbanî bu hadise şu açıklamayı getiriyor:

“Bu hadis, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin mucize gös-


tergelerinden biridir. Onun, sonraki zamanlara ilişkin söyle- diklerinin tümü, özellikle mişnalarla ilgili olanları tamamen gerçekleşmiştir. Mişna, Allah’ın kitabı dışındaki tüm yazılan- lardır. Hz. Peygamber, bu sözüyle, sonraki devirlerin, uyul- ması farz hale getirilmiş mezhep kitaplarına dikkat çekmiş gibidir. Çünkü bu kitaplar, zaman içinde kitleyi Kur’an ve gerçek sünnetten uzaklaştırmıştır. Ne yazık ki bugün de du- rum aynıdır. Bu kitapları farzlaştıranlar içinde şeriat fakülte- lerinden çıkanlar, doktora yapmış kişiler bile vardır. Bunlar, tarih boyunca bu mezhep kitaplarını dinleştirdi, halkın bun- ları izlemesini din emri haline getirdiler. Onların ulema ta- kımının en büyüklerinden biri olan Ebul Hasan el-Kerhî el- Hanei"ı (ölm. 340/951) ünlü sözünde bakın ne diyor: ‘Mezhep imamlarımızın görüşlerine zıtlık belirten tüm Kur’an ayetleri ya tevil edilir yahut da neshedilmiş (hükümden düşürülmüş) sayılır. Hadislerde de durum aynıdır.”

“Bu zihniyete sahip olanlar, mezhebi asıl, Kur’an’ı ona uyan ikincil kaynak durumuna getirdiler. İşte bu, kuşkusuz ve tar- tışmasız bir mişnacılıktır.”

“Mişnaların Beniisrail rivayetlerinden ibaret olduğunu söy- lemek, hadisin beyanına tamamen aykırıdır. Mişnacılık, kıyamet alametlerinden biridir. Böyle bir alametin, Hz. Peygamber’den önce Yahudilerin yaptığıyla ilgisi olamaz.”

Anlaşılan o ki, hesabına göre kutsallaştırdığı birçok kitabı tartışma üstü ilan eden mişnacı zihniyetin maskesini ilk düşü- ren, Kur’an’ın tebliğcisi Hz. Muhammed’dir.


HADİSLERLE İLGİLİ SORULAR
Kur’an’dan Sonra hadislere İman mı?
“Artık bundan sonra hangi hadise/söze iman edecekler?” (Mürselât, 50)

“Bu Kur’an’dan sonra hangi hadise/söze iman ediyorlar?” (A’raf, 185)

•Hadis/söz bakımından, Allah’tan daha sadık kim olabilir?” (Nisa, 87)

“İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir ki, onları sana hak olarak okuyorum. Hal böyle iken, Allah’tan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise/söze inanıyorlar?! Lanet olsun günaha batmış her yalancı iftiracıya ki, Allah’ın ayetlerinin kendi- sine okunuşunu dinler, sonra %bürlenmiş olarak inadında devam eder. Sanki hiç duymamıştır onları. Artık acıkh bir azapla muştula %ylesini.” (Câsiye, 6-8)

Hadis diye uydurulan sözlerin Kur’an dininde yapacağı tahribatı haber veren ayetler birer mucizedir ama Câsiye Suresi’nin bu üç ayeti mucize içinde mucize sergilemektedir.
6. ayette Allah’ın ayetlerinden sonra ‘hadis’ diye bir değere iman edenler kınandıktan sonra 7. ayette ‘günaha batmış ya- lancı iftiracıya lanet’ ediliyor. İşte büyük mucize buradadır. Tefsir ilminin kuralları çerçevesinde düşünürsek Kur’an bu- rada kendine özgü tanrısal üslup ihtişamıyla şunu söylüyor:

“Hadis adı altında Peygamber’e yalan isnat edenler lanet-


lenmeye müstahak iftiracılardır. Bunlar ve bunların ardı sıra gidenler, Allah’ın ayetlerini yani Kur’an’ı dinlerler ama alıştıklarında ısrar ve inada yine de devam ederler. Sanki o ayetleri hiç duymamışlar gibi.”

Buradaki tasvir, tam bir mucizedir. Ve tarih boyunca hadis uydurmacılarıyla onların peşine takılan geleneksel inatçıları bundan daha isabetle teşhis ve tasvir eden bir söze rastlana- maz.

Mahiyeti bu olan hadisleri din yapanların yerden yere çalınıp ağır azap tehditleriyle tokatlanması bu kadar da değildir. Şu üç ayette de sarsıcı ihbarlar vardır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce sap- tırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böylelerine rezil edici bir azap vardır. Ayetlerimiz ona okunduğunda, böbürlenerek yüzünü çevirir. Sanki onla- rı hiç işitmemiştir, sanki kulaklarında bir ağırlık vardır. İşte böylesini, korkunç bir azapla muştula.” (Lukman, 6-7)

“Bu Kur’an, uydurulacak bir hadis/bir söz değildir•, aksine o, önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmettir.” (Yusuf,
1ı1)
“Eğer doğru sözlü iseler, onun benzeri bir hadis/söz getirsin- ler.” (Tûr, 34)

Hadislerle ilgili ayrıntılar, elinizdeki eserin Dördüncü Bö- lüm’ünün üçüncü başlığı altında verilmiştir.


İNSANLA İLGİLİ SORULAR
insan Aezzdîni Ne Sanıyor?
“O sanıyor mu ki, hiç kimse ona asla güç yetiremeyecektir? ‘Yığınlarla mal telef ettim’ diyor. Hiç kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor? Biz ona vermedik mi iki göz? Bir dil, iki dudak? Kılavuzladık onu iki tepeye.” (Beled, 5-10)

fğreti Arzulama Tapanı Gördün mü?
“İğreti arzusunu ilah edinen kişiyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 43)

“Yoksa sen bunların çoğunun işittiğini, akledip düşündüğü- nü mü sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, hatta yolca, hayvanlardan da şaşkındırlar.” (Furkan, 44)

“İnsan, sarp yokuşa/akabeye atılamadı. Akabenin ne oldu- ğunu sana bildiren nedir? Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o. Yahut da açlık ve perişanlık gününde doyur- maktır o. Yakındaki bir yetimi yahut ezilmiş, boynu bükük bir yoksulu. Sonra da, iman eden ve birbirlerine sabrı öne- ren, merhameti öneren kişilerden olmaktır o. İşte böyleleri- dir uğur ve bereket dostları.” (Beled, 11-17)


Bu ayetler, temel insan haklarının hiçbir kayıt ve şart aran- madan korunması gerektiğini Kur’an üslup ve terminolojisiy- le gündem yapmaktadır. Sosyal demokrasi ve sosyal devlet kavramlarının Kur’an’daki dayanakları bu ayetlerde açık bir biçimde dikkat çekmektedir.

İlk müfessirlerin tümü, bu ayetteki ‘akabe’ kelimesini ‘cehen- nemde bir yokuş’ veya ‘cehennemde bir engebe’ olarak tef- sir etmişlerdir. Böyle bir yorumun Kur’ansal hiçbir dayanağı yoktur. Akabe açılmış olsaydı zaten cehenneme gidilmezdi. Cehennemde ağabeyi alacaksınız da ne olacak? Önemli olan, ağabeyi zamanında aşıp cehennemi boylamaya müstahak hale gelmemektir ki Kur’an’ın söylediği ve istediği de budur.

Verilen ayrıntılar dikkate alındığında, sarp yokuşu aşmak sosyal adalet ve sosyal demokrasiyi gerçekleştirmek olacak- tır. Ağabeyi aşmak, işte budur; cami sayısını artırmak değil. Kur’an, insanoğlunun cami sayısını artırmakta bir zorluğu, Saygısı olduğunu asla söylememiştir. İnsanın zorlanacağı, girişemeyeceği, kahramanlık gösteremeyeceği alan kitlele- re aş, iş ve onur getirecek sosyal adaleti gerçekleştirmektir. İnsanoğlunun en zor işinin ama en erdirici kahramanlığının bu olduğu söyleniyor. Zaten, sarp yokuşu aşmak anlamında kullanılan ‘iktiham’, kahramanca işlere girişmek, aşılmaz sa- nılan engelleri aşmak anlammdadır.

Dua ve Daveüniz Yeti:sa Neye Yararsınız?'
'De ki, ‘Duanız/davetiniz yoksa rabbim sizi ne yapsın? Yalan- ladınız, bu yüzden azap kaçınılmaz olacaktır." (Furkan, 77)

Şiilrefmiyorf r mı?
*Htilâ şükretmiyorlar mı?" (Yasîn, 35, 73)


DİNLE İLGİLİ SORULAR
ini Yalan Sayan kim?
“Gördün mü o, dini yalan sayam? İşte odur yetimi itip ka- kan. Yoksulu doyurmap özendirmez o. Lanet olsun o namaz kılanlara/dua edenlere ki, namazlarından/dualarından gaf- let içindedir onlar! Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar. Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına/zekâta/yardıma/ iyiliğe engel olurlar.” (Maun suresi)


kunulz aNı mız mı Var?
“Sizin kâfirleriniz, ötekilerden hayırlı mı? Yoksa zübürde/ kutsallaştırılmış hizip kitaplarında sizin için bir beraat/do- kunulmazlık mı var? Yoksa ‘Biz, yardımlaşan/yenilmez bir topluluğuz’ mu diyorlar? O topluluk, bozguna uğratılacah ve arkalarını dönüp haçacaklar.” (Kamer, 43-45)

Dini, kendisi için bir dokunulmazlık aracı yapmak, dinciliğin belirgin niteliklerinden biridir. Kur’an, bu ayetlerde işte o uğursuz dokunulmazlığı deşifre edip kırmaktadır.

Din adına dokunulmazlık kullanmaya kalkan zihniyeti iyi ta- nımak istediğimizde Asrısaadette çok canlı bir örnek bulmab- tayız. Bu örnek, Nisa suresinin on ayetiyle (105-115) hayata mal edilmiştir. Bu olay, ayrmtılarını ‘Dincilik’ adlı eserimizde verdiğimiz Tu'me bin Übeyrık olayıdır.


Allah’tan Başka Zfakem mi WJorsunıız?
“Allah size kitabı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişhen, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdikterimiz, onun, Rabbinden hak olarak indirildiğini bili- yorlar. Sakın kuşkııya düşenlerden olma.” (En’am, 114)

Cevap, Şûra 10’da verilmiştir:

“Herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah’a bırakılır. İşte budur Rabbim olan Allah! Yalnız O’na güvenip dayandım, yalnız O’na yönelirim ben.”

İhtilafa Allah’ın çözmesi ne demektir? Bundan maksat Kur’an’ın gösterdiği anahtar adreslere gitmektir ve bunlar 5 tanedir: 1. Akıl, 2. Bilim, 3. Tabiat kanunları (sünnetullah veya kader), 4. Ortak-evrensel insanlık değerleri (mâruf), 5. Kur’an’ın bizzat kendisi.

‘Hükmü Allah’ın vermesi’ gündem yapıldığında, geleneksel dincilik, Kur’an’ı ve onun gönderdiği adresleri değil de mişna türünden din kitaplarındaki yorumlara ortaya sürmektedir.

Zfaramlan kim koydu?
“De ki, ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü, güzel temiz ve tatlı rızıkları kim haram etmiş?’ De ki, ‘Dünya hayatında inananlar için de var. Kıyamet gününde ise yalnız inananlar içindir onlar. Bilgiden nasipli bir topluluk için biz, ayetleri böyle ayrıntılı kılıyoruz.” (A’raf, 32)

Cahiliye ya›gıs›nı mı Istiy«rıarî
“Yoksa C• › › 7e devrinin hükmünü mü arıyorlar? Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide, 50)

Cahiliye’nin tipik özellikleri:
1. Şirk panteonu,
2. Kabilecilik,
3. Kadına zulüm.

Bugünkü İslam dünyasında kadına zulüm aynen devam et- mektedir. Şirk panteonu ile kabilecilik ise, tarikatçılık taassu- buyla maskelenmiş olarak sürüp gidiyor. Tarikatlar, Cahiliye devrinin kabilelerinin yerini almış durumdalar. Şirk pante- onuna gelince, Cahiliye döneminde Mekke şirk ilahlarına yüklenen işlemleri (Allah ile kul arasında aracılık, şefaatçılık) bugün, tarikatların yarı ilah şefleri yüklenmiş bulunuyor.

“Allah’a Din mi Öğrefişorsuınz?”
“Onlara şöyle de: Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? O Al- lah ki göklerde ne var, yerde ne varsa bilir. Allah her şeyi en iyi bilendir.” (Hucurât, 16)

“Allah’a örnekler vermeye kalkmayın, Allah bilir, siz bil- mezsiniz.” (Nahl, 74)

“Yoksa Allah’a yeryüzünde bilmediği şeyleri mi haber veri- yorsunuz?” (Ra’d, 33)
“Siz mi daha iyi bilirsiniz, Allah mı?” (Bakara, 140)

“Yoksa onların şürekâsı mı var? Ki onlara, dinden, Allah’ın izin vermediği şeyi şeriatleştiriyorlar?” (Şûra, 21)

İlahlaştırılmış kişiler hegemonyasının en kahırlı zararı, kut- sallaştırılan din büyüklerinin dinde buyruk kaynağı olma noktasını da aşıp Allah’a bile din öğretme cüretine ulaşma- ları ihtimalidir. Kur’an, bunun olabileceğini ve olduğunu bil- dirmektedir.


Kur’an, “Allah’a din mi öğretiyorsunuz?” şeklinde acı bir ser- zeniş ifade eden hayatî soruyu işte bunun için sormaktadır.

Sorunun vurgu yapmak istediği gerçek şudur: İnsanoğlu, Al- lah karşısmdaki cüret ve pervasızlığını o kerteye taşır ki, bir yer gelir, Allah’a din öğretmeye kalkar. Dehşet verici bir yer- dir burası.

İnsanoğlu bu serzenişin muhatabı olacak kadar düşebilmiş, küstahlaşabilmiştir.

İnsan; kendisine iyiyi ve güzeli öğreten peygamberlere din dersi, takva dersi vermeye kalkmakla kalmamış, dinin sahi- bi olan kudrete de din öğretmeye yeltenmiştir. İnsanın tüm erdirici kanallarını kirleten bu büyük küstahlık, Kur’an’ın birçok ayetinde gündeme getirilmiştir. Bazı örnekleri az yu- karıda gördük.

Dinin faturası hep Allah’a çıkarılmış, ama kotarıcısı hep Allah adına hegemonya kuranlar olmuştur! Kur’an bu hege- monyacılara şürekâ (Allah'a ortak koşulanlar, Allah yerine iş görmeye kalkanlar) diyor.

Dinden ilham almak Allah için iş görmeye bağlı iken insan tutmuş Allah yerine iş görme çığırını almıştır. Bir yandan ‘Allah’ diye kıyametler koparırken öbür yandan Allah'ın asla istemediği bir dünyanın çocukları haline gelmiş olmamız başka nasıl izah edilebilir?

Dinin sahibi, koyucusu ve konıyucusu olan kudret, dinde şürekâ üretimine gerekçe yapılacak bahaneleri de en iyi bi- lendir. Nitekim kitabında bu bahanelere sık sık değinerek şürekâ odaklarına verilecek cevapları insanlığın önüne koy- muştur.

Şürekâcılığın Allah’a din öğretmeye kalkmasında kullandan bahanelerin, iki ana başlık altında toplanacağını tanrısal kita- bın verilerine dayanarak söyleyebiliriz.


Birinci bahane şudur: “Kur’an’da her şey yok, sıkıntılar, problemler çıkıyor. Biz de bir şeyler söylemeliyiz.” Bununla kastedilen nedir? Söylenmek istenen, insanın gayret ve faa- liyetiyle yakalayıp ortaya koyacağı değerlerse bunların din- le ilgisi yoktur. Bunların din başlığı altına çekilmesine, bu alana din adına müdahale edilmesine Kur’an zaten karşıdır. Amaç, sahibi ve hüküm mercii Allah olan dinse, dinin insan- lığa vereceği her şey en ince ayrıntılarına kadar Kur’an’da verilmiştir. Kur’an bunu açık ve net ifadelerle bize bildiriyor:
“Biz, Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmamıpzdır.” (En’am, 38) Eksik bırakan kudret Allah olmaz.
Eksik bırakılmadığı içindir ki Kur’an, insanın din adına kural üretmesine, vahyin tespitleri dışında helal-haram icat etmesi- ne şiddetle karşı çıkmıştır:

“Bakın şu halinize, Allah’ın size rızık olarak indirdiği şey- lerin bir kısmını haram, bir kısmını helal ilan ettiniz. De ki: Size böyle bir şey için Allah mı izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 59)

“Dillerinizin yalan nitelendirmelerine dayanarak ‘Şu helal- dir, şu haramdır’ demeyin, sonra yalan sözlerle Allah’a iftira etmiş olursunuz. Yalanlar düzerek Allah’a iftira edenlerin kurtuluşu yoktur. Böyleleri için, birazcık nimetin ardından korkunç bir azap gelecektir.” (Nahl, 116-117)

Allah’a din öğretmeye gerekçe yapılan bahanelerden ikincisi de şudur: “Kur’an muğlaktır, özettir, anlaşılması zordur, yan kaynaklarla onu biz anlaşılır hale getireceğiz.”

Bununla amaçlanan, ilim ve düşünce faaliyeti göstererek Kur'an'ın mesajını insanlığa anlatmaksa Kur'an bunu zaten emretmektedir. Ama bu, yazılan kitapların put, getirilen yo- rumların tabu yapılmasını gerektirmez.

Kur’an’m yakındığı, kendisine getirilen yorum değildir; onun


tiksindiği kötülük, yorumu Allah’ın buyruğu haline getirip di- nin tartışmasız kaynağı yapmaktır. Neden bu ikisini birbirine katarak suyu bulandırıyoruz? Kaldı ki, “Kur’an muğlaktır, zordur” bahanesinin bir yalan olduğunu bizzat Kur’an bize gösteriyor. Kur’an’da onun muğlak, mücmel, anlaşılması zor olduğuna ilişkin ima bile yoktur. Bunun tam tersine, Kur’an kendisini ‘mufassal kitap’ yani ayrıntılı açık seçik bilgi veren kitap diye tanıtmaktadır. Ve Hz. Peygamber’den şöyle söyle- mesi istenmektedir:

“Allah’ın dıpnda hüküm mercileri, hakem mi arayayım? O Allah ki, kitabını size mufassal olarak indirmiştir.” (En’am, 114)

Benzeri ayetler 20’den fazladır. Kur’an’ın zor anlaşıldığı yo- lundaki iddia açık bir iftiradır. Kim okumuş da anlamamış? Okudular da mı anlamadılar! Kur’an yüzyıllardır tozlu raflar- da, mezarlıklarda hapsedilmiş haldedir. Ellerine aldılar mı? Okumak isteyenlerin okumasına izin verdiler mi? İnkârcılar onu ‘çöl kitabı’ diye karaladı, şürekâcılar ise, okunuşunu aşıl- maz merasimlere bağladı. Allah’ın kitabına ikili tuzak kurdu- lar.

“Kur’an muğlaktır, onu aracısız okuyamazsınız” diye dayatan Müslüman yaftalı engizisyon yamaklarının yalanları, Kur’an tarafından aynı surede tam dört kez, hem de yeminle, kendi suratlarına vurulmuştur:

‘Wemin olsun ki biE bu Kur’an’ı düşünülüp öğüt alınması için gerçekten kolaylaştırmışızdır. Yok mu okuyup öğüt ala- cak?” (Kamer, 17, 22, 32, 40)

Mümin suresi 52-55. ayetlere göre din zübüre (alt kutsal ki- taplar, mişnalar) teslim edilince Allah’ın tek olan dini parça- lanır ve ortaya çıkan hiziplerden her biri kendi elindeki din kitabını bayraklaştırıp onunla övünmeye başlar. Siz Kur’an dedikçe o mişnasını öne sürer; siz “Allah böyle buyuruyor” dedikçe o “Efendimiz diyor ki” diye karşı çıkar. Kur’an buna


“Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek” diyor ve sonucu şöyle
veriyor:

“Allah’ın indirdiği ile hüknıetmeyenler zalimlerin ta kendi-
leridir.” (Mâide, 45)

Hükmü Allah’ın elinden aldığınızda şirk çukuruna yuvarlan- manız kaçınılmazdır. Bunu ister Firavun adına yapın, ister modernizm adına, ister falan hazret veya filan üstat adına, hiç fark etmez.

Allah tek, din tek olduğu gibi dinin ana kaynağı da tektir. Alt kaynaklar elbette ki çoktur. Önemli olan, son sözü söyleye- cek ana kaynahtır. Tevhit, bu ana kaynağı, bu ‘tek’i hiç zede- lemeden kabul etmektir. Ya bu şekilde kabul eder muvahhit olursunuz yahut da etmez müşrik olursunuz. Ortası yok. Mu- vazaa, idarei maslahat yok!

‘fndirifen Din’ ve ’Uydurulan Din’:
Başlık, İslam düşünür ve aksiyoneri İbn Teymiye’nin ‘mün- ze1 din ve müevvel-mübeddel din’ deyimlerinin bugünkü dile aktarılmış şeklidir. Kelimelere bağlı kalırsak, deyimin tam karşılığı şu olur: ‘Allah tarafından vahyedilen din, insanların tevil ve değiştirmeleriyle oluşmuş din.’ Kısacası, gerçek din ve sahte din.

İbn Teymiye (ölm. 728/1328), tenkide açık pek çok yaklaşımı olmakla birlikte, İslam tarihinin en cesur ve samimi tevhit er- lerinden biridir. Onun bütün çekilmezliği, keskin bir kılıç gibi kullandığı üslubu ve acımasız eleştiri tarzıdır. Ve bu eleştiri- den en fazla rahatsız olan da İslam tasavvufudur.

İbn Teymiye’nin savaşı, Allah’ın tekelinde olan yaradılış dini- nin, hurafelerini Allah’a ve peygamberlere fatura eden birta- kım sapık veya hesapçı zümreler tarafından yozlaştırılması ve bir tür örtülü putperestlik haline getirilmesine karşı olmuş-


tur. Kutsalın sömürülmesine en uygun zemin olan tasavvufa çok ağır ithamlar yöneltmesi de bundandır. Ancak şunu unu- tamayız:

İbn Teymiye, bir tasavvuf düşmanı değildir, tasavvufun bir türüne düşmandır.

Daha doğru bir ifadeyle, tasavvuf adı altında türbeperestlik, şeyhperestlik yapanlara karşıdır. Tasavvuf tarihinin ‘önder’ diye andığı Bağdatlı Cüneyd (ölm. 298/910) ve ekolünce tem- sil edilen ruhsal hayat anlayışını takdir etmiştir. Ona göre, ta- savvuf, Kur’an’a dayandlğında Allah dostu, Kur’an’dan kopa- rıldığında şeytan dostu yetiştiren nazik bir kurumdur. Bu na- zik kurumu, indirilen dinin kaynağı Kur’an’daki boyutlarıyla korumak, Kur’an dininin selameti bakımından çok hayatî bir önem taşır.

Kur’an, kendisinin tanıttığı dinin bir yaradılış dini olduğunu, bu yüzden onun Yaratıcı Kudret tarafından kurulup korun- duğunu ısrarla belirtir. Dinin kurucusu ve koyucusu Allah’tır. Peygamberler kurucu değil, tebliğ edici, tanıtıcıdlrlar. Din gönderme, din adına emir ve yasaklar belirleme, kısaca, din- de hüküm Allah’ındır. Kur’an burada tam bir tekelden bah- seder. Bu tekele şöyle veya böyle, şu veya bu gerekçeyle bur- nunu sokan, Allah’a ortak koşmuş yani şirke batmış olur. Bu noktada şu ilkenin altı doğrudan ve dolaylı, defalarca çizilir:
“Saf, temiz ve erdirici din Allah’ın tehelindedir.” (Zümer, 3)

Buna bağlı olarak, haram kılma yetkisi de Allah’ın faaliyetle- rinden biri olarak ilan edilir. Peygamberlerin bile bir şeyi ha- ram ilan etme yetkileri yoktur. (Tahrîm, 1; En’am, 119, 140; A’raf, 32; Mâide, 87) Haram ilan etme yetkisini kullanmaya kalkmak da Yaratıcı-din koyucu kuvveti ikileştirir, din adı al- tında şirke götürür. Varlık ve oluşta esas olan mubahlık yani serbestliktir. Bu yaradılış kurallna istisna getirmek, yani bazı şeyleri haram ilan etmek, sadece Allah’ın elindedir ve bunu benimseyip yaşatmak tevhidin gereğidir.


Kur’an, vahyîlik (vahye dayanma) ilkesini dinin omurga noktalarından biri olarak yerleştirmek ister. Dinin içeriği ve çerçevesi vahiy tarafından belirlenecektir. İslam’da bu belirlemeyi, ilahî kelam adını taşıyan Kur’an yapar. Kur’an, Yaratıcı Kudret tarafından din adına insanlığa ulaştırılan mesajlarm toplamıdır. Bu mesajlar, zaman tarafından aşın- dırılamayacak bir içerik ve tertiptedir. Onlarda zamana yenik düşecek, değişmeye cevap veremeyecek düzenlemeler yok- tur. Kaçınılmaz değişmenin ortaya çıkardığı yeni şartlara ce- vap vermek ilahî kelamın karakteristiklerinden biridir. Buna Kur’an’ın mucizesi denir. Bu mucize, vahyin mesajını, reform ihtiyacının üstünde tutar.

Tanrısal kelam, zamanüstülüğü sağlamada, bizzat kendi eliyle bir ‘insana açık alan’ oluşturmuştur. Zamanüstülüğün insana dayalı faaliyetinin adma, Kur’an düşüncesinde içtihat denir. İçtihat, Kur’an’m hayat damarlarmdan biridir. Kur’an, içti- hadi, bir hayatî faaliyet alanı olarak belirlemekle, mesajının yeni yeni zamanlara uyumunu sağlamanın tıkanmaz yolunu ortaya koymuştur.

İslam gibi evrensel bir dinin, ilişkiye girdiği pek çok kültür tarafından yorumlanması ve bu kültürlerin sahibi kitlelerine maledilmesi kaçınılmazdı. Ancak bu maletme sırasında bir yığın hurafe, putperest kalıntı, yozlaştırma İslam bünyesine girmiştir. Böylece yorumlanan (müevvel) din, zamanla de- ğiştirilen (mübeddel) din haline gelmiştir. Dini değil de bu yorumlara zamanüstü ilan eden bir anlayış, ne yazık ki kut- sallaştırılmış bir örfler yığınını Allah’a fatura etmektedir. İndirilen dine bağlı iman adammın her devirde bir numaralı işi, indirilen dinin kaynağı olan Kur’an denetiminde, uydu- rulan din kalıntılarını temizlemek olmuştur. Bu yapılmazsa uydurulmuş din, indirilmiş dini örter ve kitle, Allah’ın dini adı altında geçmiş asırlarm eskimiş kabullerine teslim olmak gibi bir talihsizliğe itilir. Bu bir kaostur. Günümüz İslam dünyası, işte böyle bir kaosu yaşamaktadır.
Ne acı kaderdir ki uydurma dini sömürmede din yobazıyla


dinsizlik yobazı, esrarlı bir paralellik içindedir. İkisinin de sal- tanatı, uydurulmuş dinin canlı tutulmasına bağlıdır. İndirilen din, ikisine de yaramaz. Çünkü ikisinin de referansları uy- durulmuş dine çıkar. Biri “Din budur” diye saldırırken uy- durma dine sığınacak, ötekisi hesaplarına, kinlerine çarpan- ları cehennemlik ilan etmek için uydurma dine sarılacaktır. Kısacası, sermaye aynı, sermayenin kullanımı farklıdır.

Tanrı Vesayet Alanda mı?
Tanrı vesayet altına elbette alınamaz; ama O’nu vesayet al- tına almaya yönelik davranışlar insan tarafından her zaman sergilenebilir ve sergilenmiştir. Bugünkü dünyanın sıkıntı se- beplerinin başında da insanın bu namert girişimi bulunmak- tadır.

Tanrı’yı vesayet altına alma tutkusu, Tanrı’nın gönderdiği dini kendi hesaplarına uyduran din temsilcilerinin dünyasın- da barınabilmektedir. Tanrı’yı vesayet altına alma girişimi, Tanrı’mn yeryüzündeki iradesini saptırmakla başlıyor. Şirk (Allah'ın yanma yedek ilahlar ekleme) illeti, bu irade saptır- manın en tipik belirişidir.

Tanri, iradesini bize üç yolla açıklamaktadır. Birincisi, Kur’an’da ‘sünnetullah’ (Allah’ın tavrı) ve ‘kader’ kelimele- riyle ifade edilen yaratılış ve tabiat kanunları; ikincisi, içsel peygamber diye anılan akıl, üçüncüsü ise peygamberler ara- cılığıyla bildirilen vahiydir. Tanrı, kendi iradesindeki iyilik ve mutluluktan gereğince yararlanmayı aklın işletilmesine bağ- lamıştır. Ve Tanrı, aklı tabiata da dine de komutan yapmıştır. Akıl işletilmez ise ne dinden hayır gelir ne de tabiattan. Aklı işletmeyenlerin üstüne yağacak olan, sadece pisliktir.

Din, hem somut-pratik kurallar verir hem de sünnetullah ve kaderin insan tekâmülüne hizmet edecek biçimde değerlen- dirilmesinin yollarını gösterir. Bu anlamda dinin sahibi ve koyucusu Allah’tır ve bu böyle olduğu içindir ki Allah’ın gön-


derdiği dinin genel adı İslam’dır. Yani barış ve esenlik için Allah’a teslimiyet.

Allah’a teslimiyet iki anlam içermektedir: Yaratılış ve tabiat kanunlarına ters düşmemek, dinin getirdiği mutluluk öğre- tisine uygun yaşamak. Bu ikisinin yerine insanın inadı veya keyfi geçtiğinde ise Allah’ın iradesi saptırılmış olmaktadır. İrade saptırmanın din alanındaki işleyişi, dinler tarihinde da- ima dini temsil edenlerin iradesiyle Tanrı’nın iradesinin yer değiştirmesi şeklinde olmuştur. Bunun içindir ki, dinin en bü- yük belası ve problemi, din temsilcileridir. Ve bunun içindir ki son dinin ana kaynağı Kur’an; din temsilcisine, din sınıfına, din kisvesine, resmi mabede yer vermemiştir. Çünkü bunlara yer vermek, Tanrı adına insanı din temsilcisi denen ‘tanrısal irade gaspçı1arı’nın keyfine teslim etmek olur. Böyle olunca da Allah’a teslimiyetin yerine Allah’ı vesayet altına alma gi- rişimi geçer. Sonuç, insanın iyilik ve mutluluğunu sağlayacak olan dinin, insanın mutluluk ve aydınlık yolunu tıkamasıdır.

Tanrı’nın yeryüzüne gönderdiği mesajın son ve mükemmel şekli olan Kur’an’la kucaklaşmak, birtakım aracı kurum ve ki- şilerin onayına bağlı bulunuyorsa Allah vesayet altına alınıyor demektir. Şunu da belirtelim:

Başlangıçta Kur’an’ı daha rahat anlamaya yardımcı olan bazı kavram ve kurumlar zaman içinde birer vesayet aracı haline getirilebilmektedir. İslam dünyasında bugün bağımsız birer din gibi algılanan mezheplerin ve tarikatların hemen tümü birer vesayet kurumu gibi işletilmektedir.

İslam dünyası, Kur’an’da tecelli eden tanrısal iradeyi hayatına yön verir hale getiremiyor. Çünkü İslam dünyasına yaşatılan din, tanrısal iradenin ürünü olan din değildir. Müslümanlara yaşatılan din, o iradenin adı kullanılarak Tanrı’yı vesayet al- tına alan din simsarlarının oluşturdukları buyruklar yığını- dır. Kur’an, Allah’ı vesayet altına almak isteyen zihniyetlerin temsilcilerine ‘şeytan evliyası’ demektedir.


Dindarlığı kendilerine bir biçimde komisyon verilmesine bağlayan ‘şeytan evliyası’ için bir şeyin Kur’an’da olması veya olmaması önemli sayılmamaktadlr. Önemli olan, Tanrı’yı ve- sayet altına alan aracı kurum ve kişilerin o konuda ne söyle- dikleridir. Bu şeytan evliyasına göre, Allah’ın buyruklarından yararlanmanız için, Allah üzerinde vesayet hakkı kullanan kişi ve kurumların imzası gerekmektedir. Şeytan evliyasma göre, “Bu konuda Kur’an ne diyor?” sorusu, sakıncalı ve teh- likeli bir sorudur. “Bu konuda ecdadımız, ulemamız, efen- dilerimiz, mollalarımız, falan kitap, filan rivayet, ne diyor?” diye soracaksınız.

Rahmet Zahmete Nasıl Çevrildi?
Esasen Arapça olan rahmet ve zahmet kelimeleri arasında esrarlı bir ilişki var: Rahmetin ilk harfi olan Ra’ya bir nokta koyduğunuzda, Za’ya dönüşüyor ve karşınıza zahmet kelime- si çıkıyor. İşlem basit ama anlam farkı çok büyük!

Zahmet, rahmete tam zıt nitelikler ifade eden bir sözcük. Rahmet-zahmet ilişkisinin bir benzeri, Osmanlıca’daki göz ve kör kelimelerinde var. Göz kelimesinden bir nokta sildiğinizde kör kelimesiyle karşılaşıyorsunuz. Ve şiirin büyük devi Fuzulî (ölm. 1556), bir nokta silmekle gözü ‘kör’ eden kâtiplere bed- dua ediyor. Tanrısal rahmeti insana zahmete çevirenlere ise tüm insanlık, hatta tüm varlıklar beddua ediyor.

Bir Kur’an terimi olarak rahmet, Türkçe’deki merhamet, sev- gi ve şefkat kavramlarının tümünü aynı anda içerir. İlk ve te- mel anlam sevgidir. Zahmete gelince o, rahmetin tam karşıtı bir anlam taşıyor. Dinde rahmeti zahmete çevirmek, elbette ki bir nokta ilavesiyle olmamaktadır. Bunun için çok zorlu bir ‘tasallut mekanizması’ işletilmiştir. Bu mekanizmanm be- lirgin niteliği, Allah ve peygamberlerin rahmetine ambargo koymaktır. Bu nasıl oluyor? Dini yozlaştırarak insana rahmet kurumu olmaktan çıkarıp siyasal rakiplere zahmet kurumuna dönüştürmekle oluyor. İslam’ı en taze döneminde yozlaştıran


Arap-Emevî kodamanlarının yaptıkları, işte budur. Dindeki tanrısal iradenin yerine insanın tutku ve iştahlarını koydular. O iştahlar, İs1am’ın en muhteşem düşünürlerini, en büyük dahilerini yok etti. Hayatını ve eserini bağımsız bir kitapla (Mapçıfığo Karşı Akılcılığın Önciisü fmamı Âzam) incelediği- miz İmamı Âzam (ölm. 150/767) bunlardan sadece biridir.

Bugün, siyasal İslam denen kahır ve fesat ideolojisinin derin psikolojisinde de bu saltanat iştahı vardır. İslam, siyasal İslam elinde rahmet dini olmaktan çıkıp zahmet ideolojisine dönüş- tü. Siyasal İslam, İslam’a musallat olan en zehirli virüstür. Bu virüs, İslam’ı çürüttü; şimdi de Cumhuriyet Türkiyesini çürü- tüyor.

Kur’an, bir rahmet kitabıdır. Rahmetten nasipli olmayanlar; söylem, slogan ve iddiaları ne olursa olsun, rahmetin kitabın- dan hayır göremezler. Ruhlarını sarmış olan riya ületi görme- lerini engelliyor. Söverek, bağırarak veya Allah ile aldatarak saltanat taşıyıcı olabiliyorlar ama irfan, feraset ve basiret taşı- yıcı olamıyorlar. Mutluluk taşıyıcı hiç olamıyorlar.

Aynı zamanda bir hikmet öncüsü olan halife Memun’un güzel deyişiyle, kudret olabilirsiniz ama bu, hüccet (akla ve bilime dayalı kanıt) olduğunuz anlamına gelmez. Hüccet ola- bilmek rahmet üzere iş yapıp değer üretmekle mümkündür. Dincilik sektörünün gladyatörleri daha bunun bile farkında değiller. Onlar sadece sövüyor, iftira ediyor, hile ve şeytanlık sergüemeyi zafer sanıyorlar.

Kur’an’m Rabbi, Kur’an’ı, insana zorluk ve problem çıkarmak, şiddet ve terör sergilemek için indirmemiştir. (Tâha, 1-2)

Rahmeti zahmete çeviren gaflet ve tasallut, Allah için iş gör- düğünü söyler ama yaptığım esası, Allah yerine iş görme- ye kalkan engizisyon zebaniliğidir. Zebani dinciliği, dünyayı İslam karşısmda şiddet ve dehşete boğarak ayaklandırmıştır. Son tablolardan birine bakın: A1manya’nın ünlü araştırma kurumlarından biri olan Allensbach’ın anketine göre, İslam


kelimesinin neleri çağrıştırdığı sorusuna muhatap olanların
% 93’ü İs1am’ın baskı altındaki kadını, %83’ü terörü çağrış- tırdığını söylüyor. Ankete katılanların %70’i İslam’ı tehlikeli bulduğunu bildiriyor.

Kur’an, engizisyona giden yolları tıkadığı için, onun rahmeti- ni zahmete çevirmede ilk etap, yapay bir engizisyonu İs1am’a sokmak olmuştur. Yapay engizisyonculara göre, Allah’ın rah- metinden söz etmek, dinin taşıdığı kolaylık ve ruhsatları gün- deme getirmek suçtur, dini, yozlaştırmaktır. Rahmet dinini
rahmet üzere anlatmaya, ‘dini sosyetenin keyfine uydurmak’ diyen ‘Şecere-i mel’ûne’ (İsra 60. ayette geçen bu tabir lanetli soy ağacı demektir) çocukları az değildir. Şecere-i me1’ûne çocukları, kendilerinden başkasının secde etmesinden asla mutlu olmuyorlar. Onun içindir ki, daha çok insanın secde et- mesine vesile olanları, ‘dini, sosyetenin hesabına uydurmak’la itham ediyorlar.

Şecere-i me1’ûne çocukları bir yandan rahmeti zahmete çevi- rirken öte yandan, girdiğimiz yüzyılı, ezilen Müslümanların kanıyla boyayan emperyalist kodamanların hizmetkârı gibi iş görüyorlar; onlara sığınıyor, onları koruyucu, öncü, emin dost ediniyorlar. Sonra da hiç utanıp arlanmadan, dinin gerçeğini anlatanları, ‘sosyetenin kurtarıcısı’ diye itham etme alçaklı- ğına tenezzül ediyorlar. Tarihin az rastladığı bir kahpeliktir ' bu! Kur’an’ın ‘Şecere-i mel’ûne’ (lanetlenen soy) dediği soy vezihniyetin üreteceği temel ürün, işte bu kahpeliktir! (Bu la- netli soyu ve ürettiği lanetli kötülükler için bizim ’Lanetlenen Soy’ adlı eserimze bakılabilir.)

Kur’an, Allah’ın rahmet ve affını her şeyin üstünde tuttuğu içindir ki, dini kan ve kin ocağına çeviren engizisyon ve onun İslam tabelası altında faaliyet gösteren maskeli ve takkeli zebanileri, Kur’an’m dini anlatıldığında derinden derine ra- hatsız olurlar. Kur’an denince âdeta çıldırırlar, dünya başla- rına çökmüş gibi feryat ederler. Kur’an’m deyimiyle, onlar, Kur’an’ı duyduklarında “saf kan arslanı görüp de panikleyen
yabani eşek sürüleri gibi kaçışırlar.” (Müddessir, 50-51)

Ve Kur’an’ı ‘mehcûr’ yanı devre dışı tutmak (Furkan, 30) için seferber olurlar. Bunda başarılı olmak için başvurdukları bir numaralı araç ise ‘yalan ve iftira yoluyla sindirme’ olmuştur.

Allah’a Iftira Edenden Daha Zalim Var mil
‘°falan düzerek Allah’a iftira eden yahut O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Bunların kitaptan nasipleri kendilerine ulaşır, nihayet elçilerimiz onlara gelip canlarını alırken şöyle derler: ‘Allah’ın berisinden yakardık- larınız nerede?’ Şu cevabı verirler: 'Bizden uzaklaşıp kay- boldular.' Böylece, öz benlikleri aleyhine kendilerinin kâfir olduğuna tanıklık ettiler.” (A’raf, 37, Yunus, 17)

iftira ve Allah’a İftira:
İftiranın kökü olan ‘fery’, Kur’an’da türevleriyle birlikte 60 yerde geçer.

‘Fery’, bir nesneyi herhangi bir maksatla yarmak anlamında- dır. Yalan söz peyda eylemeye de fery denir. Yine fery kö- künden bir kelime olan ‘firye’, yalan söz peyda edip söyleme- ye ve olmayan şeyi isnat etmeye denmektedir. (Firüzâbâdî; el-Kaamus el Muh“u, fery mad.; İbn Manzûr, Lisa’nu’’1-Arab, firye mad.)

O halde iftira; yalan ve düzme sözün, haksız ve yalan isnadın her.türünü nitelemek için kullanılabilir. Din, ahlak ve hukuk- ta da bu anlamlarda kullanılmaktadır. İftira ile aynı anlamda tercüme edebileceğimiz bir kelime de ifk sözcüğüdür. Kur’an bu iki sözcüğü aynı ayet içinde yan yana da kullanmıştır. (Sebe’, 43; Ahkaf, 28)


Kur’an, iftira kelimesini (Meryem, 27 hariç) isim ve fiil olarak geçtiği tüm yerlerde Allah’a, vahyin beyanlarına, peygamber- lere iftira anlamında kullanmakta ve ne ilginçtir ki, Allah’a iftira anlamında kullanıldığı yerlerde, kullanımı, yalan (kizb) kelimesiyle de pekiştirmektedir. Bundan da anlaşılır ki, Allah’a iftira, söylenebilecek yalanların en zehirlisi ve yapı- labilecek haksız isnatların en kötüsüdür. Nitekim Kur’an, bu gerçeğin altını defalarca çizmiştir.

Şirk de Allah’a iftira cümlesinden olduğu içindir ki, en bü- yük zulümler arasına konmuştur. (Nisa, 48) Dikkat edilsin ki, Kur’an, Allah’ın yokluğunu iddiadan söz etmez. Şirk, Allah’ın inkârı değildir; Allah’ın yanına yöresine yedek ilahlar koya- rak Allah’ın kudretini bölüştürmektir ki şirki iftira yapan da budur.

İnkâr başkadır, iftira başka. Bir adamın iyi adam olmadığını söylemekle ona, işlemediği filan veya falan suçu isnat etmek ayrı şeylerdir. Ve bunların birincisi bir suizan olarak çirkindir ama ikincisi açık bir hak ihlali, bir bühtandır. Onun içindir ki Kur’an, insanlara yapılabilecek en büyük kötülüklerin başma iftiraya koymuş ve iftira suçunu işleyenlerin tanıklık yapabil- me haklarmı ‘ebediyen’ kaydıyla ellerinden almıştır.
Allah’a iftiranın en belirgin ve en yıkıcı şekillerine değinil-
miştir. Bunlar:

1. Kendisine bir şey vahyedilmediği halde ‘bana vahyedildi’ demek. (En’am, 93)

2. İlim dışı düzmelerle insanları şaşırtıp sapıtmak için Allah’a yalan isnatlarda bulunmak, yani din adına uydur- ma emirler-yasaklar veya kutsallar-kutsallıklar icat etmek. (En’am, 144)

3. İnsanın söylediklerini esas alarak ‘şu helaldir, şu haram- dır’ şeklinde hükümler vermek. Bir başka deyimle, tahrîm (haramlaştırma) yetkisi kullanmak. (Nahl, 116; Şûra, 21)


İftira kelimesi kullanılacak bize ifşa edilen en hayatî gerçek- lerden biri de Kur’an’ın ”iftira ile vücuda getirilmiş yani uydu- rulmuş bir hadîs’ olmadığıdır. (Bu konunun ayrıntıları, eliniz- deki eserin Dördüncü Bölüm’ünde verilmiştir.)

İftira konusuyla ilgili ayetleri dikkatle değerlendirdiğimizde şu noktaların altını çizebilmekteyiz:

1. Muhammed Ümmeti sınırsız ve acımasız bir biçimde iftira edebilen bir ümmettir.

Bu ümmetin bu zaafının büyüklüğü yüzündendir ki, Cenabı Hak, kitabında onlarca ayeti bu konuya ayırmıştır.

2. Bu büyük iftira, ümmet tarafından sonraki zamanlarda ‘gü- nahsız ve yanılmaz’ilan edilen ilk nesil tarafından, hem de biz- zat Peygamber’in eşine karşı işlenmiş olduğu için, “Sahabîler gûnahsız, yalansız ve udûldür” şeklindeki geleneksel iddia ve kabul Kur’an’a açıkça ters ve yeni bir iftiradır.

Bu ‘udûl’ iddiası, Kur’an’ın şikâyetçi olduğu iftiranın ‘Allah’a ifira’ suçu şeklinde yeniden işlenmesidir.

3. Kur’an, iftira suçu işleyenlerin içinde bir ‘giinah kotarıcı’nın bulunduğundan söz ettiğine göre, iftira, planlı ve kasıtlı bir suç olarak gösterilmektedir ki, biraz önce söy- ledikterlmizin Cenabı Hak tarafından pekiştirilmiş biçimde belgelenmesidir.

4. Büyük iftiraya (Hz. Âişe’ye iftira) kotaranların bunu bir- birlerine yetiştirip yaydıkları ve bunu yaparken suçu hiç de önemsemedikleri, hafife aldıkları anlatılarak, Muhammed Ümmeti’nin iftira suçunu nasıl bir rahatlık ve hevesle işleye- bileceğine vurgu yapılmıştır.

Kur’an, Muhammed Ümmeti’ni peygamber eşine (Âişe’ye), Yahudi Ümmeti’ni ise peygamber annesine (Hz. Meryem’e) zina suçuyla iftira atmak gibi bir günahın faili olarak damgalamıştır.


Allah’a ve Peygamber’e Iftiranın Özel!fekli: Hükilm ve Hadis Uydurmak:
Allah haklarını çiğneyen en büyük günahlardan biri de Allah’a ve onun elçisi olan herhangi bir peygambere, koymadıkları bir hükmü, söylemedikleri bir sözü isnat etmektir. Kur’an bu büyük zulmü ifade için kizb (yalan) ve iftira deyimlerini yan yana kullanır. Bazen de ‘Allah’a yalan yoluyla iftira’ ifadesine yer verilmektedir. (Mesela bk. Sebe, 8)

Allah ve peygambere iftiranın iki şekli vardır: Aktif şekil, pa- sif şekil. Aktif şekilde, Allah ve Peygamber’in söylemedikleri sözler ve koymadıkları hükümler onlara mal edilir. Pasif şe- kilde ise, Allah ve peygamberin söyledikleri sözler ve koyduk- ları hükümler yokmuş gibi gösterilir. Bunların ikisi de zulüm- lerin en büyükleri arasındadır. İkisinde de insanoğlunu Allah adma kandırmak, saptırmak ve sömürmek vardır.

Allah ve resulüne yalan isnadın en yılucı ve zehirli olanı, Allah adma “Şu helaldir, bu haramdır” hükmünü vermektir. Kur’an bu yola gidenlerin asla iflah olmayacaklarını, böy- lelerinin kazançlarının basit birtakım dünya nimetleri elde etmenin ötesine geçmeyeceğini söyler. (16/116, 117; 10/69) İbnü1-*>zr ' ', Kur’an’da açıkça gösterilmeyen bir şey için haram demenin korkunç bir günah olduğunu, bunun sonra- ki zamanlarda ortaya çıktığını söyler ve ilk devir İslam bil- ginlerinin bu noktadaki titizliğini uzun uzun anlatır. (İbnül Kayyı'''.*’*•mu’l-Muvakkıîn, 1/38-41)
Kur’an şunu da gösteriyor: Hangi niyetle olursa olsun, Allah ve peygamber adına yalan uydurmanın sonucu mutlak hüs- randır. Allah ve peygambere iftiradan söz eden ayetlerin bir- çoğunda bu hususa işaret edilmektedir, (Mesela bk. En’am, 24; A’raf 53; Yunus, 30; Hûd, 21; Nahl, 87; Kasas, 75; Ahkaf,
27) O halde, geleneksel din an1ayışının, özellikle uydurma ha- disleri savunmak için “İyi niyetle, teşvik ve uyarı için hadis uy- durulabilir” yolundaki iddiası, Kur’an açısından bakıldığında ayrı bir iftira, ayrı bir şirk belirişidir.


Allah adına yalan uydurmanın insana yönelik zulüm ve iha- nete yol açanı, haram olmayana haram, helal olmayana helal demek ve bunu Allah’a fatura etmektir. Kur’an bu yıkıcı ille- tin baş temsilcileri olarak Yahudi din adamlarını, ikinci sıra- da da Hristiyan din temsilcilerini göstermekte ve Muhammed ümmetini bu felaketin kucağına düşmemeleri için uyarmak- tadır. Bu konuya ilişkin ayetlerden biri böyledir:

“Lanet o kişilere olsun ki, kendi elleriyle kitabı yazarlar da sonra, onunla basit bir menfaat elde etmek için ‘İşte bu Allah katındandır’ derler. Lanet olsun onlara elleriyle yaz- dıkları yüzünden, lanet olsun onlara bu yolla kazandıkları yüzünden.” (Bakara, 79)

Büyük bir acı duyarak söylemek zorundayız ki, İslam dünyası hemen her bölgede bu lanet çukuruna az veya çok düşmüş bulunuyor. Ve İslam dünyasının, Kur’an gibi zamanüstü bir kaynağa sahip olmasına rağmen belini doğrultamamasının temel sebebi, bizce budur. Bu dünyanın, inandığını iddia et- tiği Kur’an’ın hakemliğinde, Allah’ın dinine asırlar boyu fa- tura edile edile yığılan uydurma, saptırma ve hurafeleri din bünyesinden tek tek söküp atması gerekmektedir. Aksi halde Kur’an’a inandığını söylemesi onu kurtarmayacaktır.

Hz. Peygambere iftira, kısa bir ifadeyle, hadis uydurmaktır. Ve ne yazık ki tarih içinde bu günah çok büyiik ölçüde ve in- safsız bir biçimde işlenmiştir. Bu günahın tahribinden kurtul- manın yolu da, Kur’an’a dönmektir. Bunun pratik anlamı ise sünnet de dahil, bütün dinsel kaynak ve kabulleri, Kur’an’ın mutlak kontrolüne sokmaktır. Bu noktada Hz. Peygamberin bizce en büyük mucizelerinden biri olan şu tarihsel gerçeğe dikkat çekmek istiyoruz:

Bilindiği gibi, hadis ilmi tekniği açısından Hz. Peygamber’in söylediğinde tarih ve ilim açısından hiç kuşku bulunmayan hadislere mütevâtır hadis denir. İslam bilginlerine göre bu türden hadislerin sayısı en ileri ihtimalle 30 civarındadır. Bilginler içinde bu rakamı 1’e indirenler de vardır. Dikkat


çekmek istediğimiz mucize, işte buradadır. Şöyle ki, mütevâtır olduğunda hiç kimsenin kuşku duymadığı tek hadis şudur:

“Kim benim söylemediğim sözü söylediğimi iddia ederek bana yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”

Açıktır ki, Hz. Peygamber’in sünneti içinde olmayan şey- leri, geleneklerin tabularına ve çıkar odaklarmın hizip he- saplarına ödün vermek için ‘sünnet’ gibi göstermek de Hz. Peygamber’e yalan isnat etmektir. Günümüzde bu tür yalan isnadı çok yapılmakta ve ne yazık ki, bir yığın Arap-Acem örf ve söylemi Peygamber’in sünneti diye iyi niyetli, fakat bilgisiz kitlelere yutturulmaktadır. Bundan daha acısı, bu uydurma- ları İslam bünyesinden ayıklamak için gayret gösteren ilim ve fikir adamlarının sünneti inkâr, Peygamber'e saygısızlık ve dinde reform yapmak gibi suçlamalarla etkisiz hale getirilme- ye çalışılmasıdır.


“Neniz var sizin, nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz? Onda, keyfi- nize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz. Yoksa sizin lehini- ze, üzerimizde kıyamete kadar uzanacak yeminler mi var da siz ne bükmederseniz oluvereceh?! Sor onlara: Böyle bir şeye hangisi kefil? Yoksa hendilerinin ortakları mı var? Eğer doğ- ru sözlü iseler çağırıversinler ortaklarını!” (Kalem, 36-41)

Müslim ve Mücrim Bir Olur mu?
“Biz, müslimleri/Allah’a teslim olanları, mücrimler/suçlular
gibi yapar mıjnz?” (Kalem, 35)

Gaybı Onlar mı Biliyor?
“Yoksa gayb yanlarında da onlar mı yazıyorlar?” (Kalem, 47)

Gaybı bilmek iddiası, ilimsiz hükmetmek demektir. Gelecekte ilgili tahmin ve tasarılar gaybı bilmek değildir. İlim de gele- cekte ilgili tahminler, tasarımlar yapar. Kur’an, ilme çok bü- yük yer veren bir kitap olduğuna göre, onun gaybı bilmek iddiasından yakınışının arka planında ilmi saf dışı etmekten kaynaklanan kötülükten rahatsızlık vardır.
İlmi saf dışı ederek ilmin ve aklın kontrolünden hurtulma hurnazlığı, tarih boyunca heramet, sezgi ve ilham adları al- tında saklanmıştır. Tarikatlar tarihi bu saklama ve saklan- ıRanln zalim uygulamalarıyla doludur. (Bu konuda ayrıntı- lar için bizim ’islam Diinyarındo Akıl ve Kur’an Nasıl Zhşföndı’ adlı eserimize bakılabilir.)
ŞiRK VE YEDEK İLAHLARLA İLGİLi SORULAR
Bu başlık altındaki soruların izahı ve değerlendirilmesini eli- nizdeki eser bünyesinde yapmayı denedik ama böyle bir de- ğerlendirmenin bir bölüm olarak yapılamayacağını gördük. Çünkü değerlendirme için dosyaladığlmız veriler bir eserin bir bölümü olarak ele alınabilme sınırını zorladı. Bunun üze- rine, böyle bir değerlendirmeyi, ayrı bir eserle yapmayı esas aldık. ‘İslam Tarihinde Akıl ve Kur’an Nasıl Dışlandı?’ adlı eserimiz, yaşadığımız bu süreç sonunda doğmuştur.

Şimdi biz burada, elinizdeki eserin sistematiği gereği sıralaya- cağımız devrim sorularınln çok kısa birer izahını verip ayrıntı- lı bilgiler için andığımız esere yollama yapmakla yetineceğiz.

Allah in Başkasına mı İbadet Edelim?
“De ki, ‘Bana, Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emre- diyorsunuz, ey cahiller?” (Zümer, 64)

Kur’an, ibadetin sadece Allah’a yapılmasını istemektedir. Daha açık bir ifadeyle, Kur’an için ‘Allah’a ibadet etmiş ol- mak’ yeterli değildir, ibadetin sadece ve sadece Allah’a yapıl- ması gerekir. Bu ‘sadece’ kaydı devreden çıkarıldığında, yapı- lan ibadet Kur’an’ın istediği ibadet olamamakta, tam aksine bir tür şirk belirtti olarak kayda geçirilmektedir.

İbadetin, ‘sadece Allah’a yapılmaması durumunda, ibadet fotoğrafı altında kirk sergilendiğinin ilanı, Kur’an’ın, dinler tarihinde eşi görülmemiş devrimlerinden biridir.

“De ki, Allah’ın berisinden yakardığınız şu ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, topraktan neyi yarattı on- lar? Yoksa göklerde bir ortaklıkları mı var? Yoksa onlara bir kitap verdik de hendileri o kitaptan bir kanıt üzerinde midirler? Hayır! Zalimler birbirlerine aldanıştan/aldatıştan başka hiçbir şey vaat etmezler.” (Fâtır, 40)

Kur’an bize gösteriyor ki, ibadetin sadece Allah’a yapılma- ması durumunda ortaya ‘nitelikli imansızlık’ denen ve sadece Kur’an tarafından telaffuz edilen bir ‘imansızlık’ türü çıkar.

Tevhit Bir ’Sadeceler’Sistemidir:
Bu ‘sadece’yi unutmamalıyız. Tevhidi şirkten ayıran, işte bu ‘sadece’kaydıdır.’Sadeceler’kalkınca şirkgelir. Bir kere, İslam ‘sadece Allah'a tes1imiyet'tir. Hem Allah'a, hem de bir başka kişiye veya güce teslim olanlar Müslüman olamazlar. İnsanlar, günahları ne kadar çok olursa olsun, Müslüman olurlar da sadece 'Allah'a teslimiyet' ilkesinde çatlakları varsa hiçbir gü- nahları olmamasına rağmen, ‘Müslüman' niteligini yitirirler. Islam tarihinin en büyük akılcı dehası bildiğimiz Imamı Azam, işte bu düşünceyi öne çıkardığı için ‘ibadetsiz, namazsız bir din kurmak’la itham edildi. Oysaki o ölümsüz dahi, bu fikrini dile getirirken birkaç Kur’an ayetine dayanmaktadır. Gel gör ki, Emevî dinciliği, Kur’an’m kendi çıkarlarına uymayan ayetleri- ni bir yolunu bulup saf dışı etmiştir. Çıkarlara uygunluk yoksa Kur’an’ın hiçbir ayeti dinci için bir anlam ifade etmemektedir.

İmamı Âzam, anılan fikrini, Kur'an'ın şirk kavrama üzerin- den yürüyerek belirlemiştir. Riya, yani ikiyüzlülük tartışma- sız şirktir. Halbuki ibadetsizlik veya günah işlemek sadece ‘günahkârlık’tır. Günahın hükmü ‘hatalı insan olmak’tır. Şirkin hükmü ise ‘Allah düşmanı olmak’tır. O halde bü- tün riyakârlar Allah düşmanıdır. Şöyle diyor büyük imam:

“Bir mümin, bütün büyük günahları işlese de, şirke düş
medlği sürece Allah’ın düşmanı olmaz. Bir mümin, en büyük günahları işlemiş olduğu halde Allah’ı kalbin- de her şeyden daha sevimli tutabilir. Böyle bir mümin, ateşte yanmakla Allah’a iftira arasında seçim yapma- ya bırakılsa ateşte yanmayı Allah’a iftiraya tercih eder.”

Oysaki riyanıngayyasınabatmış olan dincilerin işi gücü Allah’a iftira etmektir. Çünkü onlar dine sürekli yeni hükümler so- karlar. Dine hüküm sokmaksa Allah’a iftiranın en kötüsüdür.
Kur’an tevhidi kısaca şudur: Sadece Allah’a teslimiyet, sade-
ce Allah’a ibadet ve sadece Allah için ibadet.

Miişrik Inanmylık:
O mucizeler mucizesi ve dinci sahtekârların korkulu rü- yası Maun suresinden anlıyoruz ki, Allah ile ilişkile- rinde ‘sadece’ kaydını yitirenler ‘muvahhit inanmışlık’ (Allah’ı birleyen müminlik) sıfatını yitirip ‘müşrik inan- mışlık’ sıfatı altına girerler. ‘Müşrik inanmışlık’ tabirini, Kur’an’ın bir ayetinden aldık. Kur’an, bu ayetinde, sar- sıcı bir gerçeğe parmak basıyor: İnsanlığın büyük ço- ğunluğunun müşriklik hali içine girmeden mümin olma- yı başaramayacağına dikkat çekiyor. Şöyle diyor Kur’an:
“Onların çoğu, müşrikler durumuna düşmüş olma hali dı- şında Allah’a iman etmez.” (Yusuf, 106)

Kur’an, şu veya bu dinle, hatta Allah’a inanmayanlarla uğ- raşmıyor; uğraştığı tek düşman, şirktir. Çünkü şirk, Allah'ı kabul eden ama onun yetkilerini kullanmaya kalkan lanet- li bir kurumdur. Yani şirk, inanmayı değil, ikiyüzlülüğü din yapan bir kurumdur. Kur'an'ı öfkelendiren de işte budur.
Sıradan ve Nitelikli lmansızlık:
Kur’an, iki imansızlıktan söz etmektedir:

1. Düz veya sıradan imansızlık:

Bu imansızlık, açık inkârdır. Kişi, mertçe ve açıkça inanma- dığını söyler ve onun inanmadığına inananlardan hiçbir çıkar sağlamaya tenezzül ve tevessül etmez. Zaten etseydi, inan- madığını açıkça söylemezdi. Bu inkârı sergileyenlere ‘kâfir’ dendiğini hepimiz biliriz.
2. Nitelikli imansizlik:

Bu imansızlık türü, birincinin aksine namert, maskeli, ikiyüz- lü, namerttir. Bizim geleneksel Emevî güdümlü tefsir gele- neğimiz bu ikinci tür imansızlığa hiç değinmez. Peki, bundan niçin çekinsinler? Çekiniyorlar, çünkü yeryüzünde Allah’ın avukatı gibi dolaşıp Peygamber’in bile kullanmadığı birçok yetkiyi kullanarak insanların dinleri-imamları hakkında kalite kontrolü yapan ve bundan saltanat ve iktidar devşiren ‘Allah ile aldatanlar’ zümresi, nitelikli imansızlığın bilinmemesi sa- yesinde saltanat sürüyor.

‘Nitelikli imansızlık', Kur’an’m o en büyük mucizelerinden biri olan Mann suresinde tanıtılmıştır.

Kur’an, din adına tevessül ve teşebbüs edilen en büyük insan- lık suçu olan nitelikli imansızlığı deşifre ediyor, yere çalıyor.

Kur’an, birçok ayetinde ‘imansızlığı’veya‘sıradan imansızlığı’ anlatıp tanıtmıştır. Maun suresinde deşifre edilen ve tanıtılan imansızlık ise ‘nitelikli imansızlık’tır. Yani bu surede, öteki imansızlıklardan çok daha ağır ve tehlikeli bir imansızlık tanı- tılıyor. Nitelikli imansızlık, gerçek müminlerin aldatılması ve soyulması sayesinde yaşayan bir imansızlık şeklidir. Ve onu sadece Maun suresi deşifre etmektedir.

Maun suresinin söylediğini, alışılmış Emevi oyunlarıyla veya parantezsiz ilavelerle saptırmadan olduğu gibi söylediğiniz- de, ortay çıkan ablo dehşet vericidir: Çünkü namazlı niyazlı birtakım riyakârların takva maskeli görüntülerine rağmen, dinsiz-imansız, inkârcı olabilecekleri Kur’an’ın tanıklığıyla tespit edilmiş oluyor.

PEYGAMBERLİK VE AYDINLATNA İLE İLGİLİ SORULAR


“Muhammed bir resulden başkası değildir. Ondan önce de resuller gelip geçmiştir. O ölse yahut öldürülseydi ökçele- riniz üzerine gerisin geri mi dönecektiniz! İki ökçesi üzeri- ne gerisingeri dönen, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah, şükredenleri ödüllendirecektir.” (Âli İmran, 144)

Ücret Isteyen mi Var?
“Bir ücret mi istiyorsun kendilerinden de onlar bir borç al- tında eziliyorlar?” (Kalem, 46)

insanoğlundan karşılık beklememek gerçek aydınlık öncüsü- nün hem alameti hem de onurudur. Kur’an bu noktada temel ilkeyi bir buyruk halinde şöyle koymaktadır:

“Sizden herhangi bir ücret istemeyenlere uyun. Onlardır doğruyu ve güzeli bulanlar.” (Yasîn, 21)

İnsanoğlundan karşılık bekleyenler aydınlık öncüsü olamaz- lar. Başka bir ifadeyle, aydınlatmanın karşılığı insanoğlunun sahip bulunduğu değerlerle ödenemez. Aydınlatmanın karşı- lığı sonsuzluktur. Onu da ancak sonsuzun sahibi yani Yaratıcı ödeyebilir.

İzlenmeye layık lider, halktan karşılık beklemeyen liderdir.

Aydınlık öncülerinin ödülünü insanoğlu ne verebilir, hatta ne de takdir edebilir? Aydınlatıcı ruh, ücret istemez, çünkü onun ücretini insanoğlu ödeyemez. Onun içindir ki, hiçbir büyük ruh, insanlık tarafından, yaşadığı sürece takdir gör- memiştir. Tam aksine, hep itilen, hep horlananlar, ıpk ve bilgi taşıyıcı ruhlar olmuştur. Cenabı Hak, bu ruhların ödül- lendirilmesinde yetkili kendi tekelinde tutmaktadır. İnsanın verdiği karşılıkla yetinebilen, o karşılık için iş gören bir ben- lik gerçek aydınlık eri olamaz.
Yaratıcı ruhun, insandan bir şey beklemesinin önlenmesi, gerçeğin taviz konusu yapılmasına giden yolları tıkar. Kitle- den bir şey bekleyen, hesabını, kitlenin beklentilerini örsele- meme esasına göre ayarlar. Böyle olunca da yeni ve ölümsüz adına bir şeyler getirmesi güçleşir. Çünkü kitle; geleneğin kabullerine teslim olmanın rahatlığından uzaklaşmayı iste- mez.

Yaratıcı ruh, kitleyi yukarı çektikse kitle rahatsız olur, uyku- su kaçar. Ve böyle bir kitle, uyku kaçıran aydınlatıcının, top- lumu daha iyiye götürmek sevdasında olduğunu düşünmeye fırsat bulamadan belasını bulur.


ZULÜN VE OLİNLERLE İLGİLİ SORULAR
W mışlarzn Sonzznu €/ö ediniz mi?
“Görmedin mi ne yaptı rabbin Ad kavmine? Sütunlarla dolu İrem’e, ki beldeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı. Ye ne yaptı vadide kafaları oyan Semud’a ve kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar, ülkelerde azıp zulmetmişlerdi. Ve ora- larda boZ¡gunu çoğaltmışlardı. Bu yüzden, rabbin üzerlerine azap kamçısını yağdırıverdi. Çünkü rabbin tam gözetleme yerindedir.” (Fecr, 6-14)

'Geldi misanaordularinhaberi?YaniFiravunve Semud’un.' (Büràc, 17-18)


“O, diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda: Hangi git- nah yüzünden öldürüldü?” (Tekvîr, 8-9)

Yaka i Engelleyeni Gàrdün mul
“Gördün mü o yasaklayanı, bir kulu yakarırken/namaz kı- larken? Gördün mü! Ya o, iyilik ve doğruluk üzere ise? Ya o, sakınılması gerekenden sakınmayı emrediyorsa? Gördün mü! Ya şu, yalanlamış, sırt dönmüşse? Bilmedi mi ki Allah gerçekten görür? İş, sandığı gibi değil! Eğer vazgeçmezse, yemin olsun, o alnı mutlaka tutup sürteceğiz. O yalancı, o günahkar alnı. Hadi çağırsın derneğini, kurultayını. Biz de çağıracağız zebanileri. Sakın, sakın! Ona boyun eğme, secde et ve yaklaş!” (Alak, 9-19)

Başlama Geleceği Bilmiyorlar mı?
‘Yeryüzünde kibirlendi ve kötülük tezgâhladılar. Oysa ki tezgâhlanan kötülük, sahibinden başkasını kuşatmaz. Öncekilerin başlarına gelenlerden başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yol ve yönteminde değişme asla bulamazsın. Allah’ın yol ve yönteminde döneklik de bulamazsın.” (Fâtır, 43)
Mal ve Evlat Kurtanr mı Sandtntz?
“Ayetlerimizi inkâr edip: ‘Bana mal da evlat da kesinlikle ve- rilecek.’ diyeni gördün mü? Bu adam gaybı mı öğrendi, yoksa Rahman katında bir söz mü aldı? Hamur, hayır! Biz onun söy- lediğini yazacağız ve onun için azabı uzattıkça uzataeağız.” (Meryem, 77-79)


KIYAMETLE İLGİLİ SORULAR

Kutuplann Eridiğini Görmüyorlar mı?
“Gerçek şu ki, biz onları ve atalarını, ömür kendilerine uzun gelecek kadar nimetlendirdik. Hâlâ görmüyorlar mı ki, biz yerküreye geliyor, onu uçlarından eksiltiyoruz? Galip ge- lenler onlar mı olacak? De ki: ‘Ben sizi ancak vahiyle uya- rıyorum. Ama sağırlar uyarıldıklarında çağrıyı işitmezler. (Enbiya, 44-45)

“Görmüyorlar mı ki, biz o yerhüreye geliyor, onu uçlarından eksiltiyoruz? Allah hükmeder, O’nun hükmünü denetleyecek de yoktur. Hesabı çok çabuk görür 0. Onlardan öncekiler de tuzak kurmuştu ama tüm tuzaklar Allah’ındır. Her benliğin ne kazandığını O bilir. Nankörler/inkârcılar da bilecek son- suzluk yurdu kimindir.” (Ra’d, 41-42)

Kur’an; hesap, azap ve kıyametten söz ettiği ayetlerin en dikkat çekicilerinden ikisinde ‘yerkürenin uçlarından sürekli azaltmalar’ yapıldığını söylemektedir. Buz kütlelerinin eri- mesinin, insanın hesap verme döneminin geldiğini bildiren ayette gündeme getirilmesi ayrı bir mucize uyarıdır. İki uçtan eksiltme olgusu, insanı tehdit edici bir belirti olarak gösteril- miştir. Tehdidin esası kıyamet ve hesaptır. Kınama konusu yapılan şudur: İki uçtan eksiltme, bir kıyamet ve hesap ala- meti olarak görülmesi gerekirken insan bundan da ders al- mamaktadır.

Geleneksel müfessir ve mealciler, belki de mazur görülebi- lecek sebeplerle, bu ayetlerdeki iki uçtan eksiltmeyi, yerkü- renin ‘tam yuvarlak değil de uçlarından biraz basık’ olduğu gerçeğine delil sayıp işin içinden çıkmışlardır. İtiraf edelim ki, biz de mealimizin ilk baskılarında aynı yolu izlemiştik. Hepimizin gözden kaçırdığı Kur’ansal gerçek şuydu: Bu ayet- lerde kullanılan fiil, Arapça’da muzârî dediğimiz geniş za- manlı fiildir. Muzârî, devamlılık ve tekerrür ifade eder. Yani yerkürenin iki ucundan eksiltme işi, olup bitmiş bir iş değil, olmakta olan bir iştir. Bundan da anlaşılır ki, yerkürenin iki ucunun bir miktar basık oluşunda iki anlam vardır:

1. Yerküre, deve kuşu yumurtası biçiminde yapılıp yuvarla- tıldığında (Nâziât, 30) kutuplardaki uçları biraz basıktı,

2. Yerküre, belirli bir zaman sonra, bu basık iki ucundan aşındırılıp eksiltilecektir. Ye bu ikinci adama kıyametin ala- metlerinden biri olacahtır.

Yerküredeki genel ısınma, kutuplardaki buzul erimelerini hızlandıracak ve o noktalarda bir ‘eksilme’ gerçekleşecektir. Bu eksilme, Kur’an’a göre, kıyametin yakınlaştığını gösteren ve insanı iyiden iyiye tehdit eden ayet-alametlerden biridir. Bu süreç fiilen başlamıştır.

“Bir küresel ziraat uzmanı olarak çalışan C. Dean Freuden- berger, bundan on bin sene öncesine göre, birkaç asırdan beri suistimal etme sonucu ekili alanların yüzde ellisinin kaybol- duğunu, 2000’li yıllarda ise 7 milyar insana karşılık mevcut arazinin yüzde ellisinin daha kaybolarak, toplam yeryüzü alanının ancak yüzde dördünün ekili olarak kalacağmı ileri sürmektedir. Tüm canlılar için hayatî önem arz eden atmos- ferik oksijen bu çölleşen alanlarda artık üretilemeyecektir.” (Mustafa Köylü, Çerre €ğifimi: Dinî Bir Yaklaşım (makale), Çevre ve Din (Istanbul Büyükşehir Belediyesi yay.), 2/165- 188)

Nasıl Korunacaklar?
“Eğer inkâr ve nankörlüğe saparsanız çocukları ak saç- lı ihtiyarlara çeviren o günden nasıl korunacaksınız?” (Müzzemmil, 17)

Kaaria Nedir?

“Nedir kaaria? Kaarianın ne olduğunu sana bildiren ne- dir?” (Kaaria, 2-3)

O Kemikler Canlanmayacak mı?
“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplamayacağımı- zı mı sanıyor? Hayır, sandığı gibi değil! Biz onun parmak uçlarını da tam bir biçimde düzenlemeye gücü yetenleriz.” (Kıyame, 3-4)

Hutameyi Ditşünmez misiniz?
“Hutame’nin ne olduğunu sana öğreten nedir? Allah’ın tu- tuşturulmuş ateşidir o, ki tırmanıp işler yüreklere. O, on- ların üzerine kilitlenecektir. Uzatılmış sütünlar arasında.” (Hümeze,5-9)

Nasılmy Azap ve Uyan?
“Nasılmış benim azabım ve uyarılarım?” (Kamer, 16, 18, 21, 30)
Yaratan Yeniden Yaratamaz mı?
“İlk yaratıştan dciz kalıp yorulmuş muyduh? Hayır, yeni bir
yaratıştan kuşhu içinde olan onlardır.” (Kal, 15)
“Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya güç
yetiremez mi?” (Yasîn, 81)

“Hatırlamıyor mu insan, o daha önce hiçbir şey değilhen onu biz yarattık?” (Meryem, 67)

***

KAYNAKLAR:

Kur’an-ı Kerim (Ayet mealleri Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Kur’an-ı Kerim Meali’nin 142. baskısından alınmıştır)
Âlûsî, Ebul Fazl Şihabuddin Mahmud; Ruhu’l-Meânî fi Tefsiri’l- Kur’ani
Askeri, Murteza; Ahâdîsu Ummi’l-Mü’minîn Âişe (el- Mecmeu’l-İlmi’l-İslamî), 1994, yersiz.
Ateş, Süleyman; Yüce Kur’anın Çağdaş Tefsiri, İst.1988-1992
Bakırî, Cafer; el-Bid’a, Kum,1997
Bursevî, İsmail Hakkı; Kenz-i Mahfi, İst.1293
Cassds, Ebu Bekr Ahmed er-Râzî; Ahkâmu’1-Kur’an (Sıdkı M. Cemil), Beyrut, 1993
Dahîl, Saîd Fâyiz; Mevsûatü Fıkhı Âişe, Beyrut, 1993 Debûsî, Ebu Zeyd Ubeydullah; Takvîmu’l-Edille fî Usû1i’l-Fıkh (Adnan Ali), Beyrut, 2006
Dahîl, Saîd Fâyiz; Te’sîsü’n-Nazar (M. M. Kabbânî), Kahire, ta- rihsiz.
Demir, Fahri; İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Ankara, 2003
Ebu Reyye, Mahmud; Adva’ ale’s-Sünneti’l-MuhammedXi ye (Dârulmaarif), Kahire, 1980
Ebu Reyye, Mahmud; Şeyhu’l-Madîra Ebu Hureyre (Dârulmaarif), Mısır, 1980
Ebu Said ibn EbiI-Hayr; Esrâru’t-Tevhîd (çeviri); Mısır, 1966
Ebu Zehre, Muhammed; Ebu Hanîfe (Dârul-Fikr el-Arabî),Kahire, 1997
Ebu Zeyd, Nasr Hâmid; Nakdü’l-Hitab ed-Dînî, Kahire, 1994
Ebu Zeyd, Nasr Hâmid; el-İtticâhu’l-Aklî fi’t-Tefsîr (Dârut-Tenvîr), Bey- rut, 1983
Eflaki, Ahmed; Menâkıbu’l-Ârifin (Tahsin Yazıcı); İstanbul,1973
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır; Hak Dini Kur’an Dili Tefsir, İstanbul, 1979
Endelûsî, Esîruddin Ebu Hayyân; Tuhfetü’l-Erîb, Bağdad, 1977
Erkan, Hüsnü-Canan; Kültür Politikamızda Yeni Boyutlar, Kültür Bak.Yay. Ankara, 1998
Ezheri, Ebu Mansûr Muhammed b. Ahmed el-Herevü, Tehzîbu’l-Luğa, alfabetik.
Fazlurrahman; Major Themes of the Koran, Chicago, 1980
Gazäli, Muhammed; es-Sünnetü’n-Nebeviyye beyne Ehli’l-Fikh ve Ehli’l-Hadis, 1989
Gentizon, Paul; Mustafa Kemal ve Uyanan Dogu, Bilgi Yay. Ankara, 2001
Grondin, Jean; Introduction to Philosophical Hermeneutics, Yale University Press, 1994
Heytemî, İbn Hacer Şihabuddin Ahmed; el-Hayrâtü’l-Hisân (Muh. el-Bernî), Beyrut, tarihsiz.
İbn Abdrabbih, Ebu Amr Ahmed el-Endelûsf, el-İkdül- Ferîd, Kahire 1965
İbn EbiI-Hadîd, Ebu Hâmid Abdülhamid; Şerhu Nehci’l- Belâğa (Ali Âşûr), Beyrut, 2004
İbn Hallikân, Şemsuddin Ahmed; Vefeyâtül-A’yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zaman, Beyrut, 1968
İbnu Nüceym, Zeynülâbidîn b. İbrahim; el-Eşbâh ve’n-Nazâir (A. Fudaylî), Beyrut, 2003
İkbal, Muhammed; The Reconstruction of Religious Thought in Islam, Lahor, 1968
Câvidnâme, Lahor, 1942
Ímami Âzam, Ebu Hanife; el-Âlim ve’l-Müteallim, M.Ü. ila- hiyat Fak. Yay. Íst. 1992
Ízzuddin b. Abdüsselam; Kavâidü’l-Ahkám (Müessesetür- Reyyflf l), Beyrut, 1998
Kadi Abdülcebbar, el-Âmedäbâdî; el-Mugnî (Mahmud Muh.Kasim), yersiz, tarihsiz.
Kaku, Michio; Hyperspace, New York-Oxford, 1994
Karafi, Ebul Abbas Ahmed b. Îdris es-Sanhacî; el-Furûk, 1998
Kutup, Seyyid, Îslam-Kapitalizm Çatişmasi (Y.N.Öztürk çev.5.baski), Bir Yayincilik, Îst.1985
Mekki, Muhammed Ali; Tehzîbu’l-Furûq (Karafi’nin el- Furûk’u ile birlikte), Beyrut, 1998
Nesefi, Ebu Hafs Ömer; Akaid (Teftezani şerhi ile birlikte),1st. 1960
Nietzsche, Friedrich; Zerdüşt Böyle Dedi (S. Irmak terc.),Ist.1949
Omran, Abdurrahim; Family Planning in the Legacy of Is- lam, London-New York, 1992
Özemre, Ahmet Yüksel; İslam’da Aklın Önemi ve Sınırı, Denge Yay. İstanbul, 1996
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an Meali (142. baskı) Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2014
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an’daki İslam (46. baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an’m Temel Kavramları (25. baskı), İst. 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; İslam Nasıl Yozlaştırıldı (18. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; Allah ile Aldatmak (71. baskı), Yeni Boyut Yay. Istanbul, 2014
Öztürk, Yaşar Nuri; Hallâc-ı Mansûr ve Eseri (5. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2011
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf (9. baskı), Ist. 2003
Öztürk, Yaşar Nuri; Kuşadalı Îbrahim Halvetî (4. baskı), Yeni Boyut Yay. istanbul, 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; Ana Dilde Îbadet Meselesi (4. baskı) İst. 2002
Öztürk, Yaşar Nuri; Yeniden Yapılanmak (15. baskı) İst. 2000
Öztürk, Yaşar Nuri; Asrısaadet’in Büyük Kadınları (6. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası, (3. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2003
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an Verileri Açısından Laiklik (3. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2003
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an’ın Temel Buyruklan (18. baskı), Yeni Boyut Yay, istanbul, 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; Din ve Fıtrat (6. baskı), İst. 1999
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’an Açısından Şeytancılık (3. baskı), Yeni Boyut Yay. istanbul, 2002
Öztürk, Yaşar Nuri; Cevap Veriyorum (2. baskı), Yeni Boyut yay.Ist. 2003
Öztürk, Yaşar Nuri; Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar (7. baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 1999
Öztürk, Yaşar Nuri; Hz. Fâtıma (7. baskı), Yeni Boyut Yay. Istanbul, 2013
Öztürk, Yaşar Nuri; İmamı Âzam Ebu Hanîfe (18. baskı) Yeni Boyut Yay. İst. 2009
Pezdevî, Fahru’l-İslam Ebul-Hasan Ali; Usûlü’l-Fıkh (Dârül- Kitab el-Arabî), Beyrut, 1394
Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredât li Elfâzı’l-Kur’an, alfabetik; ez-Zerî’a ila Mekârimi’ş-Şerîa (E. Y. Acemî tah.), Kahire, 1985
Râzî, Fahreddin Muhammed; Mefâtîhu’l-Gayb, İst.1307
Serahsî, Şemsu’l-Eimme Ebu Bekr Muhammed; el-Mebsût, Beyrut, 1989
Sibaî, Mustafa; Islam Sosyalizmi, (Yaşar Nuri Ostürk çevi.),Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2010
Sultan Veled, Maarif (T. Yazıcı çev.), İstanbul, 1991
Süyûtî, Celalüddin Abdurrahman; el-Emru bi’l-İttiba’ ve’n- Nehyu ani’l-İbtida’, Beyrut, 1998
Şâfiî, Muhammed b. İdris; Cimâu’l-İlm (Dârul-Kütüb el- İlmiyye), Beyrut, tarihsiz.
Şâfiî, Muhammed b. İdris; el-Ümm (Mahmud Matracı), Beyrut, 1993
Şâtıbî, Ebu İshak İbrahim b. Mûsa; el-Muvafakaat (A. Draz), Beyrut, 1975
Şentürk, Recep; İnsan Hakları DİA maddesi.
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr; Cami’u’1-Beyan, Mı- sır, 1968
Teftezanî, Sadeddin; Şerhu Akaidi’n-Nesefi, İst. 1960
Ülken, Hilmi Ziya; İslam Düşüncesi, Ülken Yayınları, İstan- bul, 1995
Wehr, Hans; A Dictionary of Modern Written Arabic, alfa- betik

***

Kur'an'ın yarattığı devrimlerin en önemlileri şöyle sıralanabilir:

1. Riyakârlığın En Kahpe Şirk Olduğunun İlanı,
2. Din Sınıfının Yıkılması,
3. Din Kisvesinin Yırtılması,
4. Resmî Mabedin Yıkılması,
5. Dindarlığın Üstünlük Ölçüsü Olduğu Yolundaki Anlayışın Yıkılması,
6. Aklın Egemenliğini ilan,
7. Kişiler Egemenliğinden ilkeler Egemenliğine Geçiş,
8. İnsan Haklarının İnançüstü Bir Temele Oturtulması,
9. Zulmün Tek Düşman İlan Edilmesi,
10. Anlamını Bilmediği Metinleri Okuyarak ibadet Edenlerin Lanetlenmesi,
11. ’Allah ile Aldatma’ Kavramının Din Diline Sokulması,
12. Dinler Tarihinin ve Din Adamlarının Eleştiriye Açılması,
13. Hadisleri Din Yapan Zihniyetin Deşifre Edilmesi,
14. Okumanın Temel İbadet Yapılması,
15. ilmin Tek Üstünlük Ölçüsü Yapılması,
16. Ezilip Horlananların Yaratıcı-Motor Güç İlan Edilmesi,
17. Emek ve Artık-Değerin Belirleyici İlan Edilmesi,
18. Paylaşmayan Bir Dünyanın Mutlu ve Huzurlu Olamayacağının İlanı,
19. Niteliksiz Nüfus Artışının Zararlı İlan Edilmesi.